Ayşe Şasa: “Bizim Sinemamız Tevhide Dayanmalı”

Nida Dergisi, 91.Sayı / Ocak / 2005

Röportaj: Suat Köçer

Ayşe Şasa Kimdir: 1941 yılında İstanbul’da doğdu. Müreffeh bir aile ortamında büyüdü. Yahudi ve Hristiyan bakıcılar tarafından yetiştirildi. 1960’da Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’nden mezun oldu. 1963-65’de Robert Koleji’nin İdari Bilimler Bölümüne devam etti. Gençlik ve olgunluk yıllarında yoğun zihni ve politik hareketlilikler yaşadı. 1963’den başlayarak Türk sinemasında senaristlik yaptı. Murat’ın Türküsü, Son Kuşlar , Ah Güzel İstanbul , Utangaç ve Gramofon Avrat filmlerini yazdı. 16 Haziran 2014’de vefat etti.

İki konu üzerinde yoğunlaşmak istiyorum; İslami içerikli filmler ve genel tabirle Yerli Sinema / Türk Sineması’nın kimlik sorunu. İslami içerikli filmlerle başlayalım. Bir tanımlama buhranı yaşanıyor adeta bu konuda. Kimisi Milli Sinema, kimisi Beyaz Sinema, kimisi İslami Duyarlıklı Filmler gibi adlandırmalar yapıyor. Bu noktada yanıtlamanızı istediğim iki sorum var. Bir; bir tanıma ihtiyaç var mı gerçekten? İki; eğer illa bir tanım koyacaksak, adına ne diyeceğiz bu filmlerin?

İlle de bir isim lazımsa bir tane de biz koyalım: “İrfanî Sinema”. (Gülüyor) Ama çok fazla üstüne düştük biz bu işin. Bizim sanatımız tevhide dayanacaksa eğer, sinemamız da tevhidî olmalı. Biz neyden bahsedersek, hangi konuyu ele alırsak alalım kendi bakış açımızla yorumlamamız gerekir bunları. Film yaparken de, film kritiği yaparken de, hayata bakarken de, kendimizde bakarken de İslam medeniyetinin bize bahşettiği hakikat anlayışı içinde bakacağız. Biliyoruz ki bunun temeli Kur’an’dır. Sünnettir. Ama sanat söz konusu olunca ille biz bunları konuşacağız, buradan bakacağız ve illa dini bir içerik olacak diye bir şart yok. Görünüşte fevkalade ladini gibi olan şeylerden de rahatça bahsedebiliriz. Ama bir şartla! Az önce sözünü etmiştim. Mevlana’nın bir anlayışı var: “Ayağını bir pergel gibi bas ( Mevlana şeriat diyor) öbür ayağınla (pergelin diğer ayağı gibi) istediğin gibi dön.” İşte bu bir nokta-i nazardan, çok kesin olan bir nokta-i nazardan bakarsak şu sonuca ulaşabiliriz; biz illa dini konuları el alacağız diye bir zorunluluk yok. Diğer dini olmayan ( “dine karşı olan değil” diye önemle vurguluyor) konuları da işleyebiliriz. Eğer bizim bakış açımızda bir hakikat kıpırtısı varsa o kendiliğinden bize ait bir şeye dönüşecektir. Bu bakış açısı olaya bir orijinalite bir derinlik getirecektir. Bir macera filminde de olur bu, bir aşk hikayesinde de olur, bir belgeselde de olur. Bence biz biraz bu isim takma işinin üstüne aşırı düştük. Sanat fikrini, tefekkürünü öne olmak gerekir. Bizim için zaten başka bir tarif yok ki! İslami-gayr-i İslami diye bir şey söz konusu olamaz. Bizim için belirleyici olan bizim medeniyetimizin anlayışıdır. Zaten Batıyı takliden yapılmış şeyleri ne sanat sayıyorum, ne de fikir sayıyorum. Tamamen maymunca yapılmış şeyler.

İsim ayrılığını, yozlaşmış sinema akımlarından kendilerini ayrı tutmak için kullandıklarını belirtiyor bazı savunucuları.

Kardeşim, biz bir şey yapalım, ortaya koyalım. O iyi ise zaten kendi alıcısını getirir. Yoksa böyle bir takım yaftalarla reklam yapmaya hiç gerek yok. Biz bir şeyi doğru dürüst yapalım, ciddi yapalım, ahlaklı yapalım, kendi kendini anlatır o. Onun böyle peşin yaftalara ihtiyacı yoktur.

İrfanî sinema tabirinin içini nasıl dolduruyorsunuz?

İrfanî açıdan bakan insanların, hikmet açısından bakan insanların eseridir. Ama durmadan da biz böyle deyimler üretiriz, sonsuza kadar da bu iş böyle uzar gider. Bana bazen gelip diyorlar ki: “Bu işin doğrusu nedir?” Ben de Yeşilçam Günlüğü’nde bir takım doğru bildiğim şeylere değindim. Ama şunu kesinlikle vurgulamak isterim, sanatın bir tek formülü, bir tek reçetesi yoktur. Hazır bir kalıp bulup, bu kalıba göre sinema yapmak diye bir şey yoktur. Sanatçı hayatın, fikirlerin içerisinde dolaşır; o kadar zengin bir iç alemi vardı ki, her yanaştığı konu kendi metodunu getirir. Ayrıca bu kişi eğer sistemli düşünen, sistemli çalışan biri ise düşünceleri arasında da insicam belirir, bir bütünlük çıkar ortaya. Ama böyle bir takım etiketlerden medet ummaktan bir netice çıkaramadık ortaya. Bir de akıl karıştırıyor. Yok milli idi, yok gayr-i Milli idi. Biraz daha doğal olmamız lazım, buna çok ihtiyacımız var. Çünkü daha spontane daha kendiliğinden bir şeylerin gelmesi lazım. Bu tür polemikler daraltıcı, indirgenici şeyler.

Sözünü ettiğimiz İslami içerikli filmlerle ilgili olarak üç önemli sorunu açmak istiyorum. Bunlardan ilki Batıcılık. İslami sinemacılar ile seyircileri arasındaki ilk kırılma noktalarından birisi bu. Batılılaşma korkusu ile Batı tekniğini bir potada eritip değerlendirme arasındaki ilişkiyi nasıl sağlıklı bir zemine oturtabiliriz?

Bu konu bizim hakikat anlayışımızla ilgilidir. Hangi ahlakla bakıyoruz? Bakın, örneğin edebiyat “edeb” kökünden gelir. Ben kitabımda şunu belirtmek istedim; biliyorsunuz ben akademisyen değilim. Eleştirmen de değilim. Ben zanaatten yetişme bir sinemacıyım. O Yeşilçam Günlüğü, bir zanaatçinin not defteridir, güncesidir. İçerisinde birbirine zıt fikirler bile olabilir. Çok değişik zamanlarda, ortamlarda yazıldı çünkü. Çok sistemli bir felsefe, estetik kitabı değil. Ama kendi çıkarım için yakaladığım bir ip ucudur şu: Batı dünyası başından beri trajedi ve dram ağırlıklı şeyler yapıyor. Oysa trajedi ve dram bizim medeniyet alemimizin aşina olduğu bir şey değil. Lirik ve epik denilen türler daha çok bizim edebiyatımıza, geleneğimize, medeniyetimize hâkim. Trajedi bugünün dünyasında, sinemasında, Batıda daha çok modern dünyadaki yabancılaşmayı, düşüşü, yozlaşmayı ve şeytaniliği anlatmaya yöneliyor. Bizim imkanlarımız bize bambaşka bir sözün sahibi olma ufkunu açıyor. O da şudur: İnsanın illa nihayet yükseleceği ve yüceleceği – bugün de geçmişte de-, onun ahlaken kamil olacağı anlatılır. Bizim bütün geleneğimiz, şiirimiz, destanlarımız, menâkıbnâmelerimiz bu esas etrafında toplanır. Bu gerçek bize bugün de ışık tutuyor. Bu nedir? Ahlakçı bir yaklaşımdır bir kere. Ama ahlakçı yaklaşım deyince böyle kör, parmağın gözüme ahlak dersi veren şeyler değil. Biliyorsunuz, siz de izlemişsinizdir gayet dürüstçe yapılmış, dürüst bir ahlak etrafında toplanan Amerikan Western filmleri var. Yani insanoğlu dürüstçe davrandığı, kendisine karşı samimi olduğu sürece bir ahlak koyuyor demektir ortaya. Kötülüğe, çirkinliğe, ahlaksızlığa özellikle özenmedikçe, özendirici şeyler yapmadıkça bir hakikat arayışını bir sorgulamayı ortaya koydukça zaten ahlaka yakın bir şey yapıyordur. Bir de bizim medeniyetimizin “Kamil İnsan” tanımı vardır. Nedir o? Örneğin tasavvufta insanın kendini aşmasının merhaleleri var. Veya Kur’an-ı Kerim’de şöyle bir ilke var: “Hayata ibret nazarıyla bakın” diyor. Nedir o ibret nazarı? Bakın Batıda buna “epik tiyatro” diyorlar, “rehtiyer epik” diyorlar, neymiş bu “zekayla bakmak”, “olaylara dışarıdan bakmak”, “eleştirerek bakmak. İşte bizim medeniyet anlayışımızdaki karşılığı “ibretle bakmaktır” bunun. Oyuna kaptırmaktır kendini. Bakın gayet modern bir sanat prensibi ve Batıda avangart bir şey. Burada Kur’an-ı Kerim var. O kadar esas bir şey ki temelinde hakikat var. En temel anlamda Kur’an-ı Kerim hakikati temsil ediyor. Biz ibret nazarıyla baktıkça aleme ve kendimize bir aşkınlık haline gireriz. Tekamül haline gireriz. Ders çıkarırız. Kendimizi aşarız. İşte epik görüş daha ziyade budur. Şimdi esasta bir fark görüyoruz burada. Onlar modern zamanda insanın ızdırabını ve düşüşünü anlatıyorlar, biz çıkışını ve aydınlanmasını anlatabiliriz. Çünkü bizim geleneğimiz daha çok buna yatkın. Ama bunların böyle kesin reçete haline getirilmesine karşıyım.

İkinci kırılma noktası olarak siyaseti konuşalım. Ülkemizde İslamî çevrelerin, diğer kesimlerce en çok eleştirilen taraflara siyasi görüşleri ve oluşumları sanırım. Bu konuda büyük spekülasyonlar, tartışmalar yaşandı, halen de yaşanıyor. Bu görüşler sinemaya taşınmaya çalışıldığında da aynı hareketliliği rahatlıkla gözlemleyebiliyoruz. İslami içerikli filmlerin siyasal konularını, siyasi olayları yorumlama şeklini nasıl buluyorsunuz? Siyasal ve ideolojik konular bu tarz sinemaya nasıl yansımış?

Bir kere ideoloji söz konusu olursa biz baştan bir indirgemeye gidiyoruz zaten. İslam bir ideoloji değil, bir hayat tarzıdır. Biz İslam sanki salt bir siyasal görüşmüş gibi değerlendiriyoruz. Oysa İslam  sosyal bir görüşten ibaret değildir, İslam’ın müthiş bir metafizik boyutu var. Dikey bir boyuttur bu. Dünya işlerine ait şeyleri tabii ki söylüyor ama esas gücünü dikey boyutta, mutlağa doğru giden yolda gayet derin gayet batınî boyutları olan bir hakikat anlayışımızdan alıyor. İdeolojiye doğru düştükçe – düşmek diyorum – buna yanlışa doğru gidiyoruz, sanatta ve fikirde(?). Çünkü bu bir daraltmadır. Slogancılıktır, İslam’ın insana vaat ettiği hayat tarzı o kadar zengin ki hiçbir slogana sığdırılamaz. Marksizm bir ideolojidir ama İslam değildir. Ve siz bu dar şeylerle insanları fethedemezsiniz. İslam’ın asıl fütuhat yapıcı yanı insanın bütün hücrelerine, benliğine, yüreğine bütün var oluş şekline hitap eden, var oluş konusunda kendisine bu dünyada ve öbür dünyada güven veren tarafı kul olma tarafıdır. İşte bunu böyle indirgeyerek, daraltarak, sloganlaştırarak anlamamamız lazım.

Bu tespitten hareketle İran sinemasının birçok İslam ülkelerinin sinemasından farklı bir şekilde, Batıyı kendisine doğru çekmesinin nedeni olarak, İslam hukukuna göre yönetilen bir ülke olduğu halde(?) sinemasının salt İslami öğretileri işlememesini gösterebilir miyiz?

İran sinemasından çok şey izlemedim ama okudum. Fakat Kiyarüstemi denen yönetmenlerinin “Hayat Devam Ediyor” isimli bir filmini izlemiştim. Filmde deprem teması işleniyordu. Hiçbir dini söz içermiyordu ama her karesinde tevekkül vardı. Slogan yok onlarda, ideoloji yok. Adam tevekkülü anlatıyor. Deprem olmuş ama insanlar müthiş bir sükunet ve tevekkül içerisindeler. Felaket bölgesindeki o müthiş sekineti o müthiş teslimiyeti anlatıyor. Yani aslında başlı başına dini bir şey. Din olmadan o sükunet olabilir mi? İşte bu müthiş bir tebliğ. Çünkü hayata, onların bilmediği bir yaklaşımla ama aynı zamanda onlar da beşer oldukları için, onları da için çeken tarzla yaklaşıyorsunuz. Ama aldığım haberlere göre bir takım özentilere düştüler. Hırsa kapıldı bazı yönetmenleri. Yok bilmem feminist film, yok efendim sosyal içerikli, özgürlükçü filmler falan. Yalnız şurası muhakkak, zengin bir işçilik, karmaşık bir hayat anlayışı var bu filmlerde. Bizim sinemamız gibi şekilci değil. Kalabalıktan kaçınmamız lazım. Çok kaba anlatıyoruz. Bizim sıkıntımız da bu zaten. Bizim sinemamız İran filmlerindeki zengin alt yapıyı, o muhteşem karmaşayı veremiyor.

Gelelim en tartışmalı konu olan “mahremiyet” meselesine. Sinema Batı menşeli bir sanat dalı olduğu için baştan kaybediyor bir kere. Bu konu etrafında gelişen tartışmalara müspet bir katkı olsun istiyorum söyleyecekleriniz. Konuya nereden bakmamız gerekiyor? Örneğin aralarında hiçbir ilişki olmayan bir kadınla erkeğin rol icabı aynı yatakta uyumaları hakikat anlayışımıza bir halel getirir mi?

Getirebilir. Bizim bu tür durumlardan kaçınmamız gerekir. Tarif itibarıyla – edebiyat örneğinden ilham alabilirsiniz – düşünecek olursak, hayata dair her şeyin sanata yansıması gibi bir zorunluluk yok ki. Bu şartı sadece Batılı özentisi olanlar ortaya koyarlar hatta kendilerinin sanatkar ve özgür olmalarının bir kıstası olarak görürler. Tıpkı bazı yönetmenlerin entel görünmek için içki kadehleri ile poz vermelerinde olduğu gibi. Eğer eline kadeh alarak sanatçı olunuyorsa bu tür mahrem konuların ele alınması da bu sanat tarifine uygun düşer ama bu kadar basit şeylerle işimiz yok bizim. İki insanın bir ilişkisini anlatacaksak bunu illa edebe mügayyir bir şekilde mi anlatmamız lazım? Burada niyet çok mühimdir. İnsanlığı bir irşat amacıyla mı yoksa bir bayağılığı tahrik amacıyla mı yapıyorsunuz bu işi. Bu ikisi tamamen farklı yollar.

Biri dese ki siz halisane bir niyetle yapıyorsunuz ama bu yanlış anlaşılabiliyor.

Ben zaten şu noktayı açıklamaya çalışıyorum. Siz insanları cinsel bir konuda göstermek zorunda değilsiniz ki. Bu sanatı daraltmaktır işte. Feci bir şeydir bu. Diğer bazı rol icabı yapılan ilişkilere gelince, bu meşrep meseledir bence. Bu inceliklere girmeye benim ilmim müsait değil. Ben alim değilim. Ben ehl-i tasavvuf biri olarak da saymıyorum kendimi. Ben ancak bu işlerin bir öğrencisiyim. Şu kadarını söyleyebilirim bu noktada; ben ne yaparım bu durumda? Çeşitli meşrepleri, eğilimleri göz önüne alırım. Kendi meşrebimi de otaya koyarım. Kimseyi rahatsız etmeyecek bir orta yol bulurum. Eğer bu işin mutfağına kadar sansürü götürürseniz tiyatro ve sinema yapma imkanı da kalkar ortadan. Bakın başta da söyledim. Ben sanmıyorum ki tek bir meşrep etrafında her şeyi toplamak mümkün olsun. Gerek yapanlar gerekse seyredenler bu işi bırakmayı tercih etmeli.

Yerli sinemanın kimlik sorunları ile ilgili tespitlerinizi almak istediğimi söylemiştim. Söze konunun ortasından girelim isterseniz, Türk sinemasını, sinema-fikir-hakikat bağlamında ele alırsanız nasıl bir ilişkiden söz edebiliriz?

Büyük bir çaba görüyorum. Herkes kendine göre bir arayış içerisinde. Kimse bir şey yapmıyor, beri duruyor dersek yanlış yapmış oluruz. Ama insan kıyısız bir okyanustur. Bu okyanusa layık eserler vermek zorundayız biz. Çok büyük sanat içeren şeyler vermek zorundayız. Bu açıdan bakarsak henüz istenen çizgiye uzağız.

Türk sinemasında bir kimlik sorunu yaşandığını düşünüyor musunuz?

Evet, kitabımda daha ziyade bunu anlatmaya çalışmıştım. “Hangi medeniyete aitiz” sorunu var özellikle. Bu da bir kategori, bir sınır meselesi gibi ele alınmamalı. Hatta bir röportajımda sözünü ettim; Hz. Muhyiddin İbn-i Arabi bu dünyada hiç kimsenin bir manada gerçek kimliğini bu dünyada bulamayacağını ancak ukbâda hepimizin kim olduğunun ortaya çıkacağını söylüyor. Yani hepimiz ilmimiz ve yaptığımız hayırlara göre bir kimlik kazanacağız. Ama bu dünyada bir kimlik meselesi var. Şimdi bir kere Batı kendini tüketti zaten. Batının peşine takılmak her manada çok kısır bir şey. Bizim medeniyetimizin referansları-düşünürseniz- Hz. Adem’e kadar gidiyor. Bir peygamber geleneği yani, vahiy geleneği. Bugün bütün dünyanın buna ihtiyacı var. Ayrıca Müslüman toplumuna bu vahiy geleneğinin bir çeşit sözcülüğü görevi verilmiştir. Biz bundan vaz da geçsek olayın kendisi, sürecin kendisi bizi bırakmaz. Bizim dışımızdaki çevrelerde bizi bu anlamda angaje sayıyorlar. Bu bakımdan kimlik sorunumuz “biz hangi medeniyet dairesinin insanıyız” sorusudur. Bu sadece coğrafik bir aidiyet değil, tarihi bir aidiyet de değil sanatçının orijinal olma ve köklü bir şekilde yapma aidiyeti de olmalıdır. Çünkü sanat geleneksiz yapılamaz. Siz geleneğinize sırt çevirerek nasıl konuşamazsanız, sanat da böyle bir şeydir. Komik duruma düşersiniz

Bu yoğun özenti hastalığı nasıl son bulacak? Bu süreç için bir çaba, yöneliş var mı sizce?

Aklı eren ve bilen kişiler bu ters akıntıya karşı mümkün mertebe kürek çekmeliler. Kolay bir şey değil bu. Ama bizim işimiz duble zor. Çünkü en başta ticari gerçeklere aykırı düşmektir bu. Ama her şeyin bir çözümü vardır, niyet edersek Allah da yardımcı olur inşallah.

Yeni çalışmaları takip ediyor musunuz?

Çoktandır arkadaşlarımın getirdiği çalışmalarla, raporlarla kifayet ettim. Yeşilçam Günlüğü’nde izlediğim bir kısım filmleri değerlendirdim. Ahmet Uluçay, Osman Sınav, Reha Erdem, Metin Çamurcu gibi genç yönetmenler üstüne bir şeyler yazdım. Fakat istediğim oranda gelişmedi her şey. Hissettim ki benim aradığım, özlediğim şekilde bir şeyler pek yok. Ahmet Uluçay hariç. O adam harikulade. Bir dahi. Son filmini izlemedim ama yaptığı önceki kısa filmleri düşündüğümde bu filmin de muhakkak iyi olduğuna inanıyorum. O çizgisini bugüne kadar sürdürdü. Medyadan takip ediyorum bazı gelişmeleri. Konuşmalara, demeçlere bakıyorum. İnanın çok çiğ konuşmalar. Ben böyle konuşan bir adamın filmini niye zahmet edip seyredeyim diyorum bazen. Birçoğu için böyle düşünüyorum.

Bunları da sevebilirsiniz