Duha Suresi

Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla

Mekke’de nazil olmuştur. On bir ayettir ve el-Fecr suresinden sonra inmiştir.

Müfessirler, sûrenin nüzul sebebinin, Rasûlullah (s.a.v)’a gelen vahyin, ilk zamanlarında bir müddet kesilmesi ve bu durumun Rasûlullah (s.a.v)’ı darmadağın etmesi ve akabinde ‘Rabbi Muhammed’e küstü, O’nu terk etti.’ denmesi olduğu hususunda görüş birliğine vardılar. Sonrasında ise bu sözlerin kime ait olduğu konusunda ihtilafa düştüler.
İlk rivayete göre; Rasûlullah (s.a.v), eşi Hz. Hatice’ye vahyin kesildiğinden dert yanmış ve ‘Rabbim bana darıldı ve beni terk etti.’ buyurmuş, Hz. Hatice cevaben; ‘Seni hak olarak gönderene yemin ederim ki; sana böylesi bir ikram ile işe başlayan o Zât, bunu mutlaka tamamlayacaktır.’ demiştir ve bunun üzerine “Rabbin seni ne terk etti ne de darıldı.” ayeti nazil olmuştur.
İkinci rivayete göre; nüzûl sebebi, vahyin kesilmesiyle alakalı Hz. Hatice’nin kuşkulanmasıdır.
Üçüncü rivayete göre; cehennemin odun taşıyıcısı, Ebu Leheb’in karısı Ummu Cemil’in Rasûlullah (s.a.v)’a ‘Ey Muhammed! Şeytanını görmüyorum. Herhalde seni terk etti.’ demesidir.
Dördüncü rivayete göre ise ‘ Rabbi O’nu terk etti, O’na küstü’ diyenler müşriklerdi.
Biz ihtilaflar üzerinde durmayacağız. Çünkü sûrelerin nüzul sebepleri, metni anlama hususunda karine olmaktan öteye geçmez. Selef ulemalarının da bizzat itiraf ettikleri üzere nüzul sebepleri vehimden hâli değildir ve üzerinde edilen ihtilaflar eskilere dayanır. Özetle; Nüzûl sebepleri hakkındaki söylemlerin vardığı nihai nokta; Sûre’nin, olayın vukû bulduğu yani vahyin kesildiği sırada indiğidir ve Sûre’nin nazil oluşundaki hikmet anlamında bahsi geçen sebeplerin bir bağlayıcılığı yoktur.

 وَالضُّحىۙ (١)  وَالَّيْلِ اِذَا سَجٰىۙ  (٢)

‘Andolsun kuşluk vaktine. Ve sükûna erdiğinde geceye,’

Sûre ‘Vâv’ yeminiyle başlar. Selef ulemasında geçerli olan görüş; bu Kur’ânî yeminin, üzerine yemin edileni yüceltme mânâsı taşıdığıdır.
İbn-i Kayyim El- Cevziyye: ‘Allah-û Teâlâ’nın mahlûkatlarından bazıları üzerine yemin etmesi, mucizelerinin yüceliğine delalet eder’ demiştir.
Bu görüşün yaygınlaşması, selef ulemasını Kur’ân-ı Kerim’de vav ile edilen yeminlerin, üzerine yemin edilenin azamet yönünü beyan etmeye itti.
Geceye edilen yemini örnek verecek olursak; gecenin yaratılışındaki İlahî hikmet dikkate alındığında, Allah’ın geceyi bir örtü ve sekinet kıldığı ortaya çıkar. Ancak ulema ayrıca Duhâ Sûresi’nde geçen ‘gece’nin korku mânâsını dikkate almış, geceyi gam vakti, ölüm sessizliği, kabir karanlığı ve gurbet olarak yorumlamıştır ki; bu yorumdan, bir yüceltmeden ziyade sıkıntı ve karamsarlık zahir olur.
Şeyh Muhammed Abduh, kuşluk vaktine edilen yemindeki yüceltme yönünü beyan etmekte bir zorlukla karşılaşmamış; ‘Aydınlığa yemin edilmesi aydınlığın ve aydınlıktaki nimetlerin azametine işaret etmek ve zihnimizin dikkatini, onun Allah’ın büyük mucizelerinden bir mucize ve en yüce nimetlerinden biri olduğuna çekmek içindir.’ demiştir.

Görüş bildiren ulemaların ‘Karanlığı iyice çöktüğü’ zaman geceye’ ayetinindeki yüceltmeyi değerlendirirken ,’Karanlığı iyice çöktüğü’ zaman sınırlamasını dikkate almadan mutlak geceyi ele aldıkları görülür.

Vav yemini ile başlayan sûreler üzerine yapılan bütün çalışmalar ve akıl yürütmelerden sonra ikna eden görüş; Emir, yasaklama ve soru üsluplarının belagat çerçevesinde asıl anlamından farklı kullanıldığı gibi, vav yemininin de -Allah-u ʿâlem- yüceltme anlamına gelen sözlük karşılığından çıkıp beyan mânâsına geldiğidir. Bu üslupta vav, duyularla kavranamayan manevi ve gaybî kavramları izah etmek için dikkatleri güçlü bir şekilde garipseme ve tartışma götürmeyen idrak edilebilen somut kavramlara çeker.

Allah-û Teâlâ, Duhâ Sûresi’nde gündüze ve geceye yemin ederken dikkatleri manevi kavramlar olan hidayet ve hak, delalet ve bâtıla çeker.

Bu konunun ayrıntılı açıklaması ve delillerin beyanı başlı başına bir araştırma konusudur. Bu sebeple yukarıdaki beyanımızla yetinerek bize düşen kısmın beyanına devam edeceğiz.

Duhâ Sûresi’nde üzerine yemin edilenler, maddi suret ve duyularla hissedilebilen varlıklardır. İnsanlar her gün, gündüz ışığın parlaklığına ve sükûna erdiğinde gecenin karanlığına ve rehavetine şahit olurlar. Gökyüzü, gündüzün parlaklığı ardından yeryüzünü gecenin karanlığına teslim eder. O halde; vahyin ünsiyeti ve nurunun Hz. Muhammed (s.a.v)’in üzerinde tecellisinden sonra bir süre duraksaması niçin yadırganır?

Bu mülahazayı, okuduğum kadarıyla, çeşitli yorumları derlemek suretiyle yüzeysel bir şekilde ele alan bazı âlimlerin dışında ayrıntılı bir şekilde değinen kimseye rastlamadım.
Fahreddin er-Razî ve Nizamuddin en-Nisaburî bahsi geçen âlimlerdendir. Gündüz ve geceye edilen yemini farklı yönleriyle ele almış ve aşağıdaki noktaları zikretmişlerdir:
Allah-û Teâlâ sanki, “Zaman, saat saattir, dilim dilimdir: Gece saatleri, gündüz saatleri… Bu saatler git gide artar. Bu yüzden bazen gece saatleri artarken gündüz saatleri azalır. Bazen de gündüz saatleri artarken, gece saatleri azalır. Buna binaen artış, gelişi güzel hareketten; azalış da kızgınlık ve öfkeden ötürü olmayıp aksine hikmete mebnidirler. Risalet de, kulların menfaatine göre vahiy indirme de böyledir. Dolayısıyla vahiy bazen indirilir, bazen indirilmez. İşte bu indirme gelişi güzel olmadığı gibi, indirmeme de bir öfke ve kızgınlıktan ötürü değildir.
Kâfirler, Hz. Muhammed (s.a.v)´in Rabbinin O’nu terkettiğini, O’na kızıp-öfkelendiğini iddia edince, Cenab-ı Hak “Haydi, öyle ise bu hususta delilinizi getirin” buyurdu. Onlar delil getiremeyince “Rabbi, ne O’nu terketti, ne de O’na kızdı”, diye yemin etmiştir.
Allah-û Teâlâ sanki, “Gecenin gündüz ile nasıl bir ilişki içerisinde olduğuna bakın. Bunlar birbirinden ayrılamaz. Aksine gece bazen galip, bazen de mağlub olur. Buna binaen sen, insanların eline bırakılacağını zannedersin.” demek istemiştir.

Şeyh Muhammed Abduh der ki: ‘Sahih-i Buhârî’de rivayet edildiğine göre; ‘Bir ara Resulullah (s.a.v)’e gelen vahiy kesintiye uğradı. Hz. Peygamber (s.a.v) bundan ötürü oldukça üzüldü. Öyle ki, dağların yüksek tepelerine çıkıp oradan atlamayı (ve intihar etmeyi bile) düşünüyordu. Atlamak üzere dağın zirvesine çıktığı her defasında Hz. Cebrail karşında peyda oluyor ve ona “Şüphesiz sen Allah’ın nebisisin” diyordu. Böylece gönlü sıkıntıdan kurtulup huzura kavuşurdu.’ İşte bu, kendisiyle mutmain olacağı bir şeye muhtaç olan kaygı ve korkunun ta kendisiydi. Rabbi O’na özlemini duyduğu şeyi bahşetti. Rasûlünü vahiyle sağlamlaştırdı ve O’na bu duraklamanın terk etme veya küsme sebebiyle olmadığını müjdeledi, yemin etti. Sonra bu yeminle, vahyin Hz. Muhammed (s.a.v)’in kalbinde ilk parlayışının, hayatın canlı, güçlü olduğu ve geliştiği gündüz makamında; sonrasında ise duraklamasının da istirahat, zihni ve bedeni yapılacak işlere hazırlama vakti olan gece makamında olduğuna işaret eder.

Bilindiği üzere vahyin ilk gelişinin Rasûlullah (s.a.v) üzerindeki etkisi çok şiddetli ve sarsıcı olmuştur. Bu duraklama Rasûlullah’ı sağlamlaştırmak ve ileride vahyin sorumluluğunu taşımada güçlendirmek içindir ki, Allah’ın O’nu âlemlere göndermesindeki hikmet tamamlanmış olsun.

İbn-i Kayyim El- Cevziyye, Duhâ Sûresi’ndeki anlamını Allah’ın rububiyetine, hikmetine ve rahmetine delalet olarak belirtir ve şöyle der:
‘Allah-û Teâlâ’nın mucizelerinden en yüceleri olan gece ve gündüze yemini rubûbiyetine delalettir. Bu yeminin bağdaştığı anlam üzerinde düşünüldüğünde anlaşılan vahiy nurunun kesilmesinden sonra tekrar bahşedilmesidir.’

وَالضُّحَ (kuşluk vakti) ve وَاللَّيْلِ (gece)den kastedilen anlam hakkında alimlerin çok çeşitli yorumları bulunmaktadır. Fakat bu yorumların hiçbirinin beyanî tefsirde yeri yoktur.

(٣) مَا وَدَّعَكَ رَبُّكَ وَمَا قَلٰىۜ

‘Rabbin seni bırakmadı ve sana darılmadı.’
Allah-û Teâlâ, Habibi’ne şefkatle hitap ederek ‘Sana darılmadım.’ buyuruyor. Çünkü darılmada uzaklaşma, kovma ve şiddetli buğz etme; veda etmede ise, istemeden de olsa, ayrılığa tekrar buluşma arzusuyla razı gelme mânâsı vardır ve Allah-û Teâlâ Habibi’ni ne terk etmiş ne de O’na darılmıştır.
Bazı tefsir kitaplarında vahyin kesilmesiyle alâkalı farklı yorumlar bulunur. Fahreddin er-Razi ve Nizamuddin en-Nısaburî’nin zikrettiği sebeplerden bazıları şunlardır:
1- Yahudiler, Hz. Peygamber (s.a.v)´e, rûh´u, Zülkarneyn´i ve Ashâb-ı Kehf´i sormuşlar, bunun üzerine Hz. Peygamber, “inşallah…” demeden, “Size yarın söylerim” buyurmuş ve vahiy bu yüzden kesilmiştir.
2- Vahyin kesiliş sebebi, Hz. Peygamber (s.a.v)´in evinde, Hz. Hasan ve Hüseyin´e ait bir köpek yavrusunun bulunmasıdır. Cebrail (a.s), “Bizim, kendisinde köpek veya suret bulunan bir eve giremeyeceğimizi bilmiyor musun?” demiştir.
3- Ehl-i beytin arasında, tırnaklarını kesmeyenlerin buna sebep olduğu da rivayet edilmiştir.
Rasûlullah (s.a.v)’in evinde köpek yavrusu bulunduğuna dair rivayete baktığımızda, rivayet eden ulemanın, Hz. Hasan ve Hüseyin (r.a)’in hicretten üç yahut dört yıl sonra dünyaya geldiklerini, Duhâ Sûresi’nin ise vahyin başlangıcında Mekke’de nazil olduğunu nasıl gözden kaçırdıklarını anlamak mümkün değildir.

Bu ayetin zahirinden anlaşılması gereken, vahyin kesilmesinin doğal bir süreç olduğudur. Gündüz aydınlığından sonra gece karanlığının çökmesine benzer. Kur’ân-ı Kerim’in vahyin kesilme nedenini zikretmemesi, bizi sebep sunmaktan ve delillere iltimas etmekten alıkoyar. Bu sebeple müfessirlerin vahyin kesilmesi hususunda yaptıkları yorumların üzerinde durma gereği duymuyoruz.
Eğer Kur’ân-ı Kerim bu süreyi belirtme gereği duysaydı daha fazla ayrıntıya yer verirdi. Öyleyse önemli olan cüz’î ayrıntılar değil, durumun özü, mahiyetidir. Sebep ister vahyin on gün veya kırk gün kesilmesi olsun, ister ‘Rabbi Muhammed’i terk etti, O’na küstü’ denmesi olsun yahut Peygamber Efendimiz’in bu duraklamadan dolayı çok üzülmesi olsun, bu cüz’î ayrıntıların hiç biri verilen mesajın mahiyetinden önemli değildir.

(٥) وَلَسَوْفَ يُعْط۪يكَ رَبُّكَ فَتَرْضٰىۜ (٤) وَلَلْاٰخِرَةُ خَيْرٌ لَكَ مِنَ الْاُو۫لٰىۜ

‘Şüphesiz senin için son olan, ilk olandan (ahiret dünyadan) daha hayırlıdır.’
‘Şüphesiz, Rabbin sana verecek ve sen de hoşnut olacaksın.’

Çoğunlukla Ahiret, dünyaya mukabil olarak gelir. Kelime mânâsı olarak son demektir. Eğer Ahiret, ‘yurt’ yahut ‘gün’ ile birleştirilir ise ölümden sonrasını ifade eden ‘Ahiret Günü’ anlamına gelir. Fakat tek başına geldiğinde genel olan, bu hayatı yahut sonrasını da kapsayan ‘son’, ‘âkıbet’ ve ‘gelecek’ mânâsı taşır.

Duhâ Sûresi’nde Ahiret kelimesinin tercih edilen anlamı, istenen, beklenen “gelecek”tir. ‘لَّكَ’ (senin için) zamiriyle gelişi Hz. Muhammed’e özel olduğunu belirtir. Vaad ettiği bu hayırla Allah-û Teâlâ, terk etmenin yahut darılmanın söz konusu olmadığını vahyin kesilişinin etkisini Rasûlü’nün üzerinden atması için pekiştirir.

Bu ayetin kendinden önceki ayetlerle münasebeti hususunda müfessirlerin çeşitli yorumları bulunur. Fahreddin er-Razî bu münasebeti üç farklı boyutta zikreder:
1- Vahyin kesilmesi, Hz. Muhammed (s.a.v)´in nübüvvetten azledilmiş olması yüzünden değildir. Tam aksine, bu konuda en fazla şu söylenebilir: Bu, Hz. Peygamber´in vefat edeceğinin emaresidir. Ölüm ise, ey Muhammed, senin için daha hayırlıdır. Çünkü Ahirette, senin için Allah katında olan şey, dünyada senin için olandan daha üstün ve daha iyidir.”
2- “Rabbin seni terketmedi” ayeti indiğinde, Peygamber (s.a.v) için büyük bir şereflendirme tahakkuk etmiş oldu. Bunun üzerine, Hz. Peygamber bu şereflendirmeyi büyük bir şey addedince, ona, “Ahiret senin için, dünyadan daha hayırlıdır.” denildi.
3- Razî şöyle der: ‘Benim aklıma, mânânın, “Gelecek durumlar senin için geçmiş hallerden daha iyidir..” şeklinde olması gerektiği düşüncesi gelmektedir.’ Akabinde de Ahiret’in daha hayırlı oluşunu izah eder:
Allah-û Teâlâ Hz. Muhammed´e adeta, “Ahiret senin için daha hayırlıdır, çünkü dünyada sen bizim istediklerimizi yapıyorsun fakat Ahiret’te biz senin istediklerini yapacağız.’
Ahiret senin için daha hayırlıdır, çünkü orada ümmetin senin etrafında toplanacak.
Ahiret senin için daha hayırlıdır, çünkü Ahiret’i sen satın aldın fakat bu dünya senin değildir.
Ahiret senin için daha hayırlıdır, çünkü dünyada kâfirler seni kınarlar, ta´n ederler. Ama Ahirette, ümmetini diğer ümmetlere; seni de diğer peygamberlere, zâtımı da sana şahit kılacağım.
Dünyanın hayrı azdır, acılarla doludur, kısıtlıdır. Hâlbuki Ahiret’in lezzetleri boldur ve sana özeldir.

Şeyh Muhammed Abduh, Duhâ Sûresi’nde geçen ‘Ahiret’ ve
‘Ûla’ kelimesini ‘son’ ve ‘başlangıç’ olarak tefsir eder ve şöyle der: ‘Yaptığın bu işin sonu senin için başından daha hayırlıdır.’ Sonra açıklamasına devam eder: ‘Zira dinin kemale ermesi ve ilahi nimetin tamamlanması vahiyle olur. Vahyin başlangıcı ile sonu arasındaki fark ne büyüktür!’ Böylece Şeyh Muhammed Abduh, ‘Ahiret’ kelimesini vahyin sonu olarak açıklar.

Kur’ân-ı Kerîm’de -saydığım kadarıyla- yüz on üç defa zikredilir. Genellikle Ahiret yurdu veya Ahiret hayatı olarak dünyaya karşılık gelir.
Duhâ Sûresi’nde geçen ‘Ahiret’i diğerlerinden ayıran özellik, Hz. Muhammed’e has oluşudur. Allah’ın O’nu terk ettiği vehmi içindeyken gelmiş ve Allah-û Teâlâ, bu terk etme vehmini ortadan kaldırır ve O’nun için sonunun başlangıcından daha hayırlı olduğunu pekiştirir.

‘Şüphesiz, Rabbin sana verecek ve sen de hoşnut olacaksın.’
‘Geçmişte seni terk etmedim, muhakkak ki (vahyin) sonu başından daha hayırlı olacaktır.’ Şeklinde başlayan ilahî tecelli, Hz. Muhammed Mustafa üzerinde bu ayetle kemale erer.
Verileceği vaad edilen şeyden kastdedilenin ne olduğunu
belirlemek, Kur’ân-ı Kerim’de zikri gerek görülmediği için bize düşmez. Sadece verilecek olan şeyin Rasûlullah’ı hoşnut edeceğinin zikri yeterli görülmüştür. O halde biz, bazı müfessirlerin meşgul oldukları gibi, verilecek şeyin ne olduğunu zevkimize, mizacımıza, karakterimize göre belirlemekle meşgul olmayacağız.
Şöyle ki; bazıları: ‘ Vaad edilen cennette bin saraydır, her sarayda eşler ve hizmetçiler olacaktır.’ derken, İbn Abbas şöyle demektedir: “Peygamber için, cennette, beyaz inciden yapılmış bir köşk vardır. Ki, bu köşklerin toprağı misktir. Bu cennetlerde de, oraya yakışan her şey vardır.”
Bazıları ise; ‘vaad edilen, Allah-û Teâlâ’nın Rasûlu’nün düşmanlarına karşı zaferi, Mekke’nin fethi, insanların dalga dalga İslâm dînine girmeleri ve halifelerinin yapacakları büyük fetihlerdir.’ şeklinde tefsir etmişlerdir.
Ayrıca, Rasûlullah (s.a.v)’e verilecek olanın şefaat ve mağfiret olduğunu söyleyen müfessirler vardır. Onlara göre; Allah-û Teâlâ, Rasûlullah’a günahkârlar için istiğfar etmesini emretmiş ve Rasûlullah bundan hoşnut olmuştur. Öyle ki; Cenâb-ı Hak sanki, “Seni terketmeyeceğim, sana öfkelenmeyeceğim, bundan da öte, hatta, senin hoşnutluğunu temin etmek ve kalbini hoş tutmak için, ashabından, etbaından ve taraftarlarından hiç kimseye öfkelenmeyeceğim…” demek istemiştir ki, işte bu açıklama, ayetin öncesine de en muvafık tefsirdir. Şefaat hakkında varid olan pek çok hadis, Rasûlullah (s.a.v)’in rızasının, ümmetinden günahkâr olanların affedilmesinde bulunduğuna delalet etmektedir; bu ayet de, Allah Teâlâ´nın, Resulü Hz. Muhammed´in razı olacağı her şeyi yapacağına delalet etmektedir.

İbn Kayyim bu görüşü reddeder. Ona göre; Rasûlullah (s.a.v)’in, ümmetinden bir kişinin bile cehenneme girmesinden razı olmayacağı yorumu, bu yorumun sahiplerine şeytanın bir oyunudur. Çünkü Rasûlullah, Allah-û Teâlâ’nın razı olduğu her şeyden razıdır ve Allah, kafirler ve asilerden hakkedenleri cehenneme gönderir ve Rasûlullah, O’nun izni olmadan kimseye şefaat edemez. İbn Kayyim, bu vaadi genel anlamıyla yorumlar ve şöyle der; ‘Bu vaad Kur’ân, hidayet, zafer, tâbiîlerinin çokluğu, şanı yüceltmek gibi dünya hayrını ve ölümden sonraki hayırları kapsar.’

Müfessirlerin zikrettiği bir başka mesele ise ‘velesevfe’ kelimesidir. ‘Sevfe’ kelimesinin başında ‘lâm’ harfinin gelmesi “Bu ifadede hem te’kid harfinin, hem de tehir harfinin (Sevfe) birlikte getirilmesi de ne demektir?” sorusunu akıllara getirir. Bunun mânâsı, “Tehir edilmesinde bir maslahat ve fayda olduğu için gecikse bile, bu vaad mutlaka gerçekleşecektir.” demektir.
Müfessirler bu konuda problemler geliştirip ardından cevap bulmaya çalışırlar. Halbuki te’kid harfinin gelecek zaman ile kullanılmasının garipsenemeyeceği gibi Arap literatüründen uzak bir kullanım da değildir. Aksine sûrenin genel anlamı ‘sevfe’ kelimesiyle tamamlanır ve Allah’ın inayetinin geçmişte de gelecekte de Rasûlü ile olacağı anlamı taşımaktadır.

 (٨ ) اَلَمْ يَجِدْكَ يَت۪يمًا فَاٰوٰىۖ (٦) وَوَجَدَكَ عَٓائِلًا فَاَغْنٰىۜ  (٧) وَوَجَدَكَ ضَٓالًّا فَهَدٰىۖ

‘O seni yetim bulup barındırmadı mı?’ ‘Seni şaşırmış bulup, doğru yola eriştirmedi mi?’ ‘Seni fakir bulup zengin etmedi mi?’

‘O seni yetim bulup barındırmadı mı?’
Bu ayetin surenin ilk ayetleriyle münasebeti açıktır. Allah-û Teâlâ, Rasûlü’nün içini rahatlatmış, geçmişinde ona bahşettiği nimetleri zikrederek lütfuyla kalbini sağlamlaştırmıştır. Rasûlullah yetimken hatta yetimlerin en zayıfıyken O’na sahip çıkmış, barındırmış, şaşırmış ve delalette bulup hak olan dine, doğru yola eriştirmiş, fakir bulup cömerliği ve lütfuyla zenginleştirmiştir. Bütün bu nimetler Rasûlullah’ın, Allah-û Teâlâ’nın O’nu terk etmeyeceğine dair mutmain olması için yetmez mi? Allah, Rasûlü kavminin dalaleti üzerine kafa yorarken ve ne yapacağını bilmezken O’na darılmış olabilir mi?
Müfessirler ‘yetim’, ‘zengin’ ve ‘delalet’ kelimelerinden kastedilen mânâyla alakalı çeşitli yorumlar beyan etmişlerdir.

‘Yetim ve Barındırma’ kastedilen anlam Razî’ye göre; bu kelime, Arapların, ‘durreten yetimeten’ “eşsiz inci” deyimindendir. Buna göre mânâ, “Rabbin seni, Kureyş arasında tek ve benzersiz olarak bulup da, himaye etmedi mi? Yani, sana, senin kendisine sığınacağın birisini, yani Ebû Tâlib´i hami kılmadı mı?” şeklinde olur.
Râgıb el-İsfehanî’ye göre ise; yetim kelimesinin Duhâ Sûresi’ndeki anlamı, bulûğ çağına gelmeden babasından ayrılmasıdır.
Kur’ân-ı Kerim’de yetim kelimesi tekil, ikil ve çoğul olarak yirmi üç defa zikredilmiştir ve hepsinin mânâsı ‘babasını kaybetmiş olmak’tır.
Hz. Muhammed yetim doğdu, sonra yetimliği annesinin ve dedesinin vefatıyla ikiye katlandı. Fakat Allah-û Teâlâ O’nu yetimliğin etkisinden, delaletten sonra hidayet ve risalet sorumluluğunu vererek kurtardı.

Âvâ (Uvâ) fiili Kur’ân-ı Kerim’de on dört kere zikredilmiştir ve ‘barınma’, ‘himaye’ ve ‘sığınak’ anlamındadır.

‘Seni şaşırmış bulup doğru yola eriştirmedi mi?’
Delâl kelimesinin sözlük anlamı, ‘yolunu kaybetmek’tir. Kur’ân-ı Kerim’deki anlamı ise ‘küfr ve bâtıl’dır. Bazı müfessirler Duhâ Sûresi’ndeki anlamını küfr olarak yorumlarlar. Razî’nin Kelbî ve Suddî’den aktardığına göre, Kelbî bu ayete, “Sen sapık kavmin içinde bir kafir idin de, O Allah seni tevhide iletti” mânâsını verirken, Süddî de, Hz. Peygamber´in kırk yıl, kavminin dîni üzere olduğunu söylemiştir.
Alimlerin çoğu bu görüşü reddeder. Peygamberlerin nübüvvetin öncesinde de sonrasında da büyük yahut küçük bütün günahlardan masum olması şartını vurgulayarak, delâl kelimesinin küfr anlamına gelmesinin mümkün olmadığını belirtirler. Sonra, delâl kelimesinin tefsirini, Razî’nin tefsirinde zikrettiği üzere yirmi farklı şekilde yapmışlardır. Bunlardan biri; ‘Kıbleyi bilememek, şaşırmak’, diğeri; ‘Ayette kastedilen, “Seni, hicretten uzak, Kureyş´in elinde şaşkın ve onlardan ayrılmayı arzulayan biri olarak bulmadı mı? Halbuki Allah´ın izni olmadan hicret etmen mümkün değildir.’ anlamıdır. Bir diğeri ise; ‘dünya işleri, ticaret vb şeyleri bilmemek, Allah, Hz. Muhammed’e bu konularda yol göstermiş ve O da kazanç sağlamıştır.’
Siyerden ve tarihten öğrendiğimiz üzere, Hz. Muhammed, ticaretten elini eteğini peygamberliğinden önce çekmiş ve Hira Dağı’nda itikâfa çekilmiştir. Ayrıca Hz. Muhammed, Mekke’den hicrete, Hüzün Yılı’ndan sonra Hicret’ten üç yıl önce yani Duhâ Sûresi’nin nazil oluşundan seneler sonra yönelmiştir.

Bütün bu zikrettiğimiz yahut zikretmediğimiz yorumlar içinden, delâl kelimesini küfr olarak tefsir edenlere cevap vermekle yetineceğiz. Kur’ân-ı Kerim’de ‘delâl’ kelimesi her zaman istilahî (terimsel) anlamıyla kullanılmaz, bu ayette, lügat anlamı olan ‘yolunu şaşırmak ya da doğruya iletilmemek’ şeklinde kullanıldığı görülür. Yusuf Suresi’nde; الْقَدِيمِ ضَلالِكَ لَفِي إِنَّكَ تَاللَّهِ قَالُواْ

‘Onlar da, “Allah’a yemin ederiz ki sen hâlâ eski şaşkınlığındasın” dediler.’ ayetinde geçen delâl kesinlikle küfr değil, Hz. Yusuf’a olan sevgisinin sebep olduğu şaşkınlıktır.

Bizim burada söylememiz gereken Kur’ân-ı Kerim’in söylediğidir: ‘İşte biz böylece sana da emrimizden Kur’ân’ı vahyettik. Yoksa sen kitap nedir, İman nedir bilmiyordun. Fakat biz onu bir nur kıldık. Onunla kullarımızdan dilediğimizi doğru yola iletiyoruz. Şüphesiz ki sen de insanları doğru bir yola götürüyorsun.’ (Şura, 52)
Şüphesiz Hz. Muhammed’in peygamberlikten önceki hali şaşkınlık halidir. Kavminin halinden ve inancından memnuniyetsiz bir şekilde doğru yolu aramaktadır. Bu şaşkınlık hali risalet gelene ve O’nu hak Din’e iletene kadar uzun bir süre devam etmiştir.

‘Seni fakir bulup zengin etmedi mi?’

Peki zenginlikten kasıt nedir?

“A´il”, ihtiyaç sahibi mânâsındadır. Bazı müfessirler ‘yakınlık’ olarak almış ve bu ayeti şu şekilde tefsir etmişlerdir.
Allah-û Teâlâ, Hz. Peygamber´i, Ebû Tâlib´in yetiştirmesi ile zengin ve müstağni kılmıştır. Ebü Tâlib”in durumu bozulunca, Allah, Hz. Peygamber´i, Hz. Hatice (r.a)´nin malı ile zengin kılmıştır. Bu da bozulunca, Cenâb-ı Hak onu, Ebû Bekir (r.a)´in malı ile zengin kılmış, bu da bozulup haleldar olunca, Hz. Peygamber (s.a.v)´e hicret etmesini emretmiş ve onu, ensarın yardımıyla zengin kılmıştır. Derken, Hz. Peygamber´e cihad emrini vermiş ve böylece onu, ganimet mallarıyla müstağni kılmıştır. ‘

Şeyh Muhammed Abduh bu süreci özetleyerek, kastın ticarette kazanç sağlaması ve Hz. Hatice (r.a)’ın malları olduğunu belirtir ve şöyle der: ‘Rasûlullah fakirdi, babasından bir deve ve bir cariye dışında miras kalmamıştı. Allah-û Teâlâ O’nu, ticarette kazandırarak ve Hz. Hatice (r.a)’nin ona hibe ettiği mallarla zenginleştirdi.’

Müfessirlerin yorumundaki kronolojik problemi ele alırsak; Duhâ Sûresi Mekke’de inmiştir ve bu konuda ihtilaf yoktur. Ensardan ve savaşlardan gelen ganimetler vesilesiyle zenginleşme durumu ise hicretten sonra Medine’de vukû bulmuştur. Bu sebeple oluşan probleme şöyle cevap verirler: ‘Bu iş her ne kadar bu sûrenin inişinden sonra tahakkuk etmişse de, bunun tahakkuk edeceği Allah’ın ilmi dahilindedir ve adeta olup bitmiş gibi kabul edilmiştir. Bu, Allah’ın gaybdan haber vermesidir.’
Ayrıca müfessirler zenginliği, mal mülk zenginliği dışında kanaatkarlık, kalbin zenginliği ve sabır gibi mânâlarıyla da zikrederler.

Kur’ân-ı Kerim’de, zenginlik kelimesi -Nîsa, Âli ʿİmrân ve Tevbe surelerinde olduğu gibi- maddi zenginlik anlamında kullanılmış olsa da biz, Rasûlullah (s.a.v)’in peygamberlikten sonra servet sahibi mi olduğunu yoksa malıyla kanaat mı ettiğini, hatta Allah’ın ona bahşettiği zenginliklerden sonra hayat standardının maddi açıdan değişip değişmediğini bilmiyoruz. Fakat ‘zenginlik’ kelimesine maddi zenginlik anlamı vermek; Rasûlullah (s.a.v)’in siyerinden öğrendiğimiz, imkanı olmasına rağmen gösterdiği kanaatkarlık, zühd, yeme, içme ve barınmada tevazû ile kesinlikle bağdaşmaz. Haliyle Allah Rasûlullah (s.a.v)’i, servetle değil iffet ve ihtiyacını gidermekle zengin kılmıştır. O’nu maddi fakirlikle de zelil etmemiştir, aksine O’nu yetimliğin, fakirliğin ve delaletin izlerinden maddi değil manevî bir korumayla korumuştur.

(١١) فَاَمَّا الْيَت۪يمَ فَلَا تَقْهَرْۜ (٩) وَاَمَّا السَّٓائِلَ فَلَا تَنْهَرْۜ   (١٠)  وَاَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ

‘Öyleyse yetimi sakın ezme.’
‘El açıp isteyeni de sakın azarlama.’
‘Rabbinin nimetine gelince; işte onu anlat.’

‘Öyleyse yetimi sakın ezme.’
‘Yetimi kahretme, ezme’ ibaresini müfessirler ‘yetimin malını ve haklarını durumunun zayıflığını fırsat bilerek ele geçirmek.’ olarak tefsir etmişlerdir. Ebu Hayyan: ‘Yetime eziyet etmek ve onu hakkından men etmektir.’ der. Biz Kur’ân-ı Kerim’de ‘fe lâ tekhar’in anlamının , bu yorumlarda geçen sınırlı ifade edilen tefsirinden daha derin ve dakik olduğunu görüyoruz. Burada kastedilen ne zulüm ne eziyet ne de haklarından men etmektir. ‘Kahretme’nin buradaki anlamı yetime insaf etmek, ona hakkı olan malı vermek, onun hatırını kırarak eziyet etmektir. Çünkü yetimler hassastır, kırılgandır. Öyle ki, öylesine söylenen bir kelimeden etkilenebilir, kastî olmasa bile bir bakıştan yaralanabilir.

‘El açıp isteyeni de sakın azarlama.’
‘Sail (isteyen)’ kelimesinin anlamıyla ilgili ‘isteyen’ ve ‘ilim talep eden’ olmak üzere iki yorum vardır. İbni Kayyim ise; bu sûrede ‘sail’ kelimesinin iki anlamı da ihtiva ettiğini söyler. Taberî, ‘İhtiyaç sahibi olan’ anlamını tercih eder.
Şeyh Muhammed Abduh; ‘bilmediğini öğrenmek isteyen’ anlamı bizce makam olarak daha evladır.’ der.
‘Rabbinin nimetine gelince; işte onu anlat.’

‘Nimet’ kelimesinden maksat çoğu âlime göre ‘Nübuvvet’tir. Bir kısım ulema ise ‘nimet’i daha özel anlamıyla ‘Kur’ân-ı Kerim’ olarak tefsir eder.
Şeyh Muhammed Abduh bu husuta şöyle der: ‘Nimetten maksadın ‘nübuvvet’ olduğu söylenir. Lakin diğer ayetlerin gelişine bakıldığında, bu ayetin ‘Seni fakir bulup zengin etmedi mi?’ayetine mukabil olduğu anlaşılır, o halde nimet, zenginlik anlamındadır. Eğer ‘nübuvvet’ anlamında olsaydı ‘Seni şaşırmış bulup doğru yola eriştirmedi mi?’ ayetine mukabil olurdu.’
Zemahşerî ise; ‘nimet’i, sûrenin ilk ayetlerinde geçen ‘barındırma, hidayet ve zenginliğin hepsi’ olarak yorumlar.
Müfessirler ‘Nimeti konuşma’nın, nimete şükretmek ve yaymak olduğunu söylerler. Zemahşerî, Razî ve Şeyh Muhammed Abduh’un da içinde olduğu bir grup âlim, Allah’ın nimetlerini konuşmaya ihtiyatlı yaklaşmış ve ‘Allah’ın nimetini konuşmak ancak riyaya kaçmadan, ehl-i riyaya benzemeden yapıldığında iyidir.’ demişlerdir.
Ancak bu ihtiyat yersizdir çünkü Allah-û Teâlâ’nın son peygamberlik için seçtiği ve kendisine ‘Ve Sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin.’ buyurduğu Rasûlü’nün riyakârlık ettiği yahut riya ehline benzediği ihtimalini nasıl düşünebiliriz? O halde ‘nimeti konuşma’, şükretme mânâsındadır.
Fahreddin er-Razî, Duhâ Sûresi’nin son üç ayetini birbirine bağlayarak şöyle yorumlar: ‘Allah-û Teâlâ, kendi hakkı olan şükrü, yetim ve fakirlerin hakkından sonra getirmiştir. Çünkü Allah ganî (zengin) dir, onlar ise muhtaçtır. Muhtacın hakkına öncelik vermek ise evladır.’ Diğer bir mülahaza da; ‘Allah onlar için fiili uygun görmüş, kendisi içinse nimetini zikretmek gibi sözlü olana razı olmuştur.’
Bu iki mülahazada aykırı bir durum yoktur. Ayetlerin tertibinde görülen, Allah-û Teâlâ’nın, Rasûlü’nü toplumun ıslahının, itibar ve takdir almaktan daha evla bir mertebede olduğu konusunda tenbih etmiş, O’nun risaletinin görevi, kaybedenleri zilletten, yetimleri hor görülmekten, el açıp isteyenleri şaşkınlıklarından korumak olduğunu bu ayetlerde izah etmiştir. Bu risalet ıslah ve hidayet risaletidir. Ve Hz. Peygamber’de onu konuşmak ve tebliğ etmekle emrolunmuştur. ‘Peygamber’e düşen, yalnız açık bir tebliğdir.’ (Ankebut,18)

Bunları da sevebilirsiniz