Said Çekmegil ve Cevdet Said – Bilginin Gücü Üzerine Paralellikler

Nida Dergisi, 134. Sayı / Şubat – Mart / 2009

“Öncekiler demiştir ki; olgunluğun yaşaması ilimle, ilmin yaşaması da ancak açıklamakla (beyan) mümkün olur.”

Câhız(Said; 2006)

“…Düşünceler, tıpkı kelebekler gibi, yalnızca var olmakla kalmaz; gelişir, başka düşüncelerle ilişkiye girer, etkide bulunurlar…”

Paul Feyerabend(2005)

Bilgi edinme isteminin bir araya getirdiği tarihsel özneler, zamanla, bu bir araya gelişin kendisini sorgulamaya, araştırmaya başlarlar. Bir araya gelmenin, birlikteliğin ya da belli amaçlar çerçevesinde “topluluk” oluşturmanın ölçütü bilgi olduğunda, oluşan topluluğun kalıcılığı da bir bakıma sağlanmış demektir. Bu anlamda artık “kurum” adını alan topluluk, değer üreten kişilerle kurulur ve yine onlar aracılığıyla varlığını sürdürür. Değer üreten kişiler de aynı zamanda o kurumlarda, tarihsel özne oluşlarını bilinçli bir biçimde yaşam alanına geçirebilirler/geçirirler. Bu öznelerden bir ya da birkaçı kişi-kurum bağlantısını bilinçli bir çabayla anlamaya çalışır; bunu ilkin kişi bağlamında, ardından da kurum bağlamında gerçekleştirir.

Said Çekmegil ile Cevdet Said de, bir araya gelemeyen ama kendileri topluluk oluşturmayı başarmış böyle iki özne: Kişi-topluluk bağlantısını sürekli olarak gündeminde tutan, vahyi anlama çabasını tüm yapıcı, kurucu öğeleriyle bize göstermeye çalışan iki bilge. Düşünme ve sürekli olarak bilgi edinme çabası içinde olmaları bilgiye ilişkin sorunları şimdi ve geçmiş dolayımında bilginin/kitapların/düşüncenin içinden görme olanağını vermekte; insanın bilgi ile tarihsel özne oluşunu sağlayan koşulları anlamaya çalışmaktadırlar.

Bilginin Gücünü Karşılaştırmak

Vahyin temel bildirimlerinden hareketle ortaya konulan ve bir çabayı gerektiren bilgiler bireysel öznelerce üretilir; ancak tarihsel bilgilerimiz, bize, zaman zaman bu öznelerin bilgi üretmek ve üretilen bilgileri aynı zamanda öğretmek, yaymak üzere bir araya gelerek, bilgiye dayalı çeşitli birliktelik biçimleri oluşturduklarını göstermektedir. Ortaklıkların ancak bilgiye dayalı bir biçimde kurulması durumunda, bu ortaklıklar, hem bilgi üretenleri hem de o bilgiyi kullananları güçlü kılar. Tam tersine, bilgiye dayalı olmayan ortaklıklar, birliktelikler tek tek insanların, giderek de tüm insanlığın her bakımdan çözülmesine yol açar.

Bilginin arkeolojisini yazan Foucault, “benzerliği” bir anlamda bilgi aracı olarak Batı kültüründe uzun süre yapıcı bir rol oynadığını söyler. Benzerlik, ancak iki unsur arasında geçerli bir ilişki olduğu için karşılaştırma insanoğlunun en eski araçlarından biri sayılabilir. Bilinenle bilinmeyen eskiyle yeni, normal ile anormal vb. ikilemler karşılaştırmayla gün ışığına çıkar. Kavramların anlamı ve işlevleri ile ilgili çalışmalar da karşılaştırma imkânlarından birisidir. Bu anlamda doğal bilimler için deneyin tuttuğu yer ile sosyal bilimlerde karşılaştırmanın tuttuğu yer aynıdır. Bu anlamda karşılaştırma benzerliklerin, farklılıkların ve özgünlüklerin belirlendiği bir deney olsa gerek.(Tepebaşılı, 2005, 61) Aynı kültür dairesinde ortaya çıkan bilgiye dair çeşitli kaynaklar da karşılaştırılabilir. Karşılıklı ilişkileri ve akrabalıkları gündeme getiren artzamanlı yöntem yanında eşzamanlı olarak anılan ve karşılaştırılan eserler ve yazarlar arasında dolaysız benzerlik olup olmadığına bakılmaksızın, kavramsal çerçeve içinde karşılaştırma yapılabilir.

Cevdet Said’in ve Said Çekmegil’in eserleri eş zamanlı yöntem kapsamında, yani yazarların ve eserlerin birbirleriyle dolaylı ve dolaysız ilişkide olup olmadığına bakılmaksızın, özellikle bilgiye dair yaptıkları vurgu çerçevesinde karşılaştırılmaya çalışılacaktır. Neden iki yazarın ve eserin karşılaştırıldığına ilişkin ilk cevap yazarların, birbirlerinin bu eserlerini okuma imkânlarının olmamasıdır. Aynı nesil sayılabilecek yazarlar rahatlıkla eşzamanlı bir çalışmanın konusu olabilir. Serbest yazar olan her iki yazar da daha çok düşünce eserleri kaleme almışlardır.

Öne Çıkan Tematikler

Said Çekmegil ve Cevdet Said’in Kur’an temelinde geliştirdiği düşünce sistemi, kendi bütünlüğü içinde değerlendirilmekten ve sosyal bilimler açısından analitik biçimde ele alınmaktan ziyade, belirli ana temalar etrafında işlenmiştir. Bu ana temalardan biri de bilginin gücüne, önemine, tarihi süreçte algılanma biçimlerine ve bilgi mükellefiyet ilişkisine değinen bir boyuta sahiptir. Genel olarak bakıldığında, iki düşünürün de bilgi odaklı yaklaşımları farklı kitaplarına yansımış olsa da esas olarak iki düşünür, bilginin gücüne işaret eden müstakil birer kitap kaleme almış olmasından dolayı, üzerinde durulmayı hak ediyor.

Mantık kuralları içinde verili koşullarda dile getirilen bilinç içeriği olarak tanımlanan bilginin mahiyeti, kaynakları, gücü, bilginin var oluş süreçleri çeşitli akımlarla ilişkileri bilgiye ilişkin farklı yaklaşımların dile getirilmesini de beraberinde getirmiştir. Bu çerçeve de idealist, realist ve diyalektik akımlarla İslami bilgi kuramının farklı bilgi tasavvurları vardır.(Atalar, 1996, 13) İslami bilgi anlayışı hakkında yazılmış olan literatürü taradığımız zaman bu kavramı bazı Müslüman düşünürler ve sosyal bilimciler, İslami bilgi anlayışı kavramını hem vahyi bildirimler dışında bilgi edinemeyeceğimiz gaybi alana, hem de sosyal vakıalara ışık tutan bir perspektif ya da bu vakıaları anlamanın yolunu ve yöntemini bize öğreten metodolojik bir ilke olarak kullanmaktadır. Batı’da doğmuş ve gelişmiş olan, temelde üç anlayışa dayanan yaklaşımlara yeni bir şekil vermek ya da yeni bir bilgi anlayışı kurmak üzere ortaya atılmış alternatif bir bilim arayışı olarak da görülebilir bu yaklaşım. Burada esas olan İslami bilgi anlayışını kendine özgü kavram, perspektif ve yöntemlerle bilgi ve güç ilişkisini tarihi süreç içinde anlamaktır. Diğer bilgi anlayışlarıyla ortak olan şey, “olanı” anlamak, betimlemek ve açıklamaktır. Fakat bilgisel gerçeklik, farklı paradigmalardan hareketle algılanmaktadır. Tam da bu noktada İslami bilgi anlayışı, Batıl/ı bilgi anlayışlarına alternatif bir bilgidir.

İslam’ı hem tarihsel ve toplumsal bir gerçeklik, hem de ideolojik (yani idealler sistemi anlamında) bir çerçeve olarak gören iki Müslüman düşünür, İslami bilgi anlayışını “olan” ile “olması gereken” arasındaki ilişkiyi tespit etmeye yönelik düşünsel bir çaba olarak görmektedirler. Burada düşünce adamı, hem İslam toplumlarının mevcut gerçekliğini anlamaya çalışan bir sosyal bilimci, hem de İslam’a uygun ideal bir İslami bilgi tasvirini yapan düşünür rolündedir. Bu durumda Müslüman düşünürün temel görevi, var olan İslam toplumları ile ideal İslami anlayış arasındaki uçurumu tespit etmek ve toplumu sapmalardan kurtararak, özlenen ideal İslami bilgi düzenine kavuşturmaktır. Dikkatle bakılırsa bu yaklaşımda İslam, sadece gerçekliği anlamanın bir yolu ve yöntemi değil, aynı zamanda toplumun kendisine göre şekillendirilmesi gereken bir ideoloji olarak algılanmaktadır. Buna göre düşünürün görevi, sosyal gerçekliğin oluşumunda etkili olan yanılgıları normatif bir çerçeveden hareketle yargılamak ve bu yargılamadan sonra, idealleri doğrultusunda dönüştürmektir.

Bilginin Gücü ve Oku!

İnsan, okumayı arttırdıkça olumlu bir durum kazanır, kitabı uygun olduğu yere koyar ve onun üstün olduğu yönü kabul eder. Çünkü kitap, kısa sürede, insanın binlerce yılda zorlukla elde ettiği tecrübeleri insanlığa sunmuştur. Adeta sonradan gelenler önceden gelenlerle beraber yaşamış gibi olmuşlardır. Okuyan/düşünen bir öncü olarak M. Said Çekmegil, İslami bilgi anlayışı hakkındaki görüşlerini, Bilginin Gücü(1996) adlı eserinde açıklamıştır. Konferanslardan oluşan bu kitapta o, İslam ve bilgi hakkında görüşlerini bildirmekle kalmamış; insanın doğru bilgiye nasıl ulaşacağı, tarih felsefesi, bilim tarihi, teknoloji, akıl ve vahiy gibi birçok konuda Kur’an’a dayalı görüşler geliştirmiştir. Bu kitabın özellikle Müslümanlığın İlmiliği başlığını taşıyan üçüncü bölümünde yazar, bilgi anlayışına daha sistematik bir yapı kazandırmıştır. O, bu eserinde insanın neyi bileceğinin, neleri bilemeyeceğinin çatısını kurmuştur. Her ne kadar Çekmegil, İslami (b)ilim konusundaki görüşlerini bu kitapta toplamışsa da bir Müslüman düşünür olarak diğer kitaplarında da insan, kültür, bilgi, din ve medeniyet gibi sosyal bilimin en temel kavram ve meselelerine orijinal yaklaşımlar getirmiş ve İslami bilgi anlayışını söz konusu alanlarda uygulamaya koymuştur. Bu bakımdan onun eserlerinin çoğu çağdaş İslami düşünce literatüründe müstesna bir yer edinmiştir.

Her şeyden önce Çekmegil, bilgiye; Temel Kitab’a göre ilk insanla başlayarak medeniyeti yoğuran, her tebliğcide yenilene yenilene gelen temel bilgiler meselesi olarak yaklaşmaktadır. Çalışma alanı olarak bilgi konusuna eğilen Çekmegil, İslam’a dayanan bir bilgi anlayışı geliştirmeye çalışmış ve ilk önce, bilginin dilini İslamileştirmekle işe başlamıştır. Ona göre; “İnsanlar bilgi edinme yolunda giderken, onlara ya ilmin kaynağından uzakta bulunan felsefe, ya da ilmin kökenine bağlı bilgi rehberlik eder. Yani bir bölümün hocaları, bitmez tükenmez arzularla tefrika saçıp durmakta olan filozoflar, diğerinkini ise ilmin kesin verilerinde, beraberliği öneren âlimlerdir. (…)Biz(…) fıtratına müdrik her insan gibi mes’elelere koyun gözleriyle(tarafsız) değil, yüce umdeler(ilke-Prensip-Sünnet-i Seniye) ışığında bakıyoruz. İlme bakış açımız da bu perspektiften olacaktır.”(Çekmegil, 1996, s.10–11)

Kur’ani verilerden hareketle Çekmegil, eski ve yeni felsefi görüşleri kıyaslar ve bu konuda İslam’ın özgün bir kavramsal çerçeve sunduğunda ısrar eder.  “Putçuluğun her türlüsüne karşı olan Müslümanlık, tekniğin ve emrinde olduğu maddenin putlaştırılmasına da savaş açar; ama onu yok etmez. Tekniği de ilim gibi insanlığın mutlak saadeti için seferber eder. Bütün konforu, bugünün materyalistleri gibi, insanın insanı sömürmesini sağlayan sapma zihniyetin emrine vermez.”(Çekmegil, 1996, s.73) Bütün din, bilim ve felsefe kitapları içinde, tabiattaki nesneleri, olayları ve süreçleri ayetler olarak adlandıran, sadece Kur’an’dır. Kur’an, ayetler üzerinde düşünerek ilim edinmeyi farz bir ibadet olarak görürken ilimsizliğin bir zulüm, bir ölüm bir karanlık olduğunu vurgular. Onu kuruntular veya gerçeğin üstünü örten perdelerden ayırarak, insanı ilmi olmayan şeylerin ardına düşmekten meneder.(Çekmegil, 1996, 87–107) Varlık dünyasını tevhid gözüyle, holistik bir yaklaşımla ele alan Çekmegil, bilimin işaret ve belirtilerle uğraştığını söyler, ancak Müslüman bir düşünür olarak da bunları gaybi olanı kavramanın bir yöntemi olarak görür.

Cevdet Said, bireysel ve toplumsal değişimden hukuka değin farklı konuların tarihi üzerinde yoğunlaşan bir Müslüman düşünür olarak, pek çok eserinde “geleneksel İslami anlayışın taklitçi dünyasını” ve bu dünyadan çıkış yollarını ele almaktadır. Siyasal konularda bireye aşırı vurgu yaparak sosyal gerçekliğin şartlarını ihmal eden bir yönü de vardır Said’in. Ele aldığı konular ve meseleler değişse bile, onda değişmeyen ana mesele bilgilenme meselesidir. Oku! Kerem Sahibi Rabbinin Adıyla(2006) kitabının konusunun, uzun zamandan beri zihninde olduğunu, senelerce bilginin gücünü zihninde evirip çevirdiğini ifade eden Said: “Aramızda yaygınlaşan kültür sonucunda aklıma iyice yattı ki, ilmin (bilgi) açık prensiplere sahip olması için araştırmaya konu edinilmesi gerekir. Düşündüm ki, bu bilgiyi ellerinde bulunduranların çoğu, derinden kavrama ve inceden inceye tahlil etmekten daha çok, inanca (ideolojiye), teslim almaya (boyun eğdirmeye), korkutmaya ve sakındırmaya başvurmaktadırlar. Öyle ki, buna bakılınca şunu iddia etmek mümkündür; ilim, ilmî olmaktan çok efsanevî bir rol yerine getirmektedir. İsmi ilimdir ama rolü ve görevi, efsanevidir. Bu efsane de bir sürü hurafeyi ve bütün karışık beşeri kültürleri beraberinde taşımaktadır.”(Said, 2006) Bu yaklaşımıyla bir yandan Marksizm’de karşılık bulan ilim ideoloji ayrımına işaret eder, diğer yandan da hurafelerden uzaklaşarak daha canlı bir düşünce ikliminin gerekliliğine vurgu yapar. Müslümanların en temel sorununun kompleks bir ümmilik problemi olduğunu işaret eden Said, Kur’an’dan hareketle bir ümmilik tanımı ortaya atar: “Kur’an-ı Kerim sadece, okuma yazma bilmemeye “ümmilik” demez, düşünce yoksunluğuna, düşünmemeye de “ümmîlik” der. Şu âyet bunu ifade etmektedir: “İçlerinde bir takım ümmiler vardır ki, Kitab’ı (Tevrat’ı) bilmezler. Bütün bildikleri kulaktan dolma şeylerdir. Onlar sadece zan ve tahminde bulunuyorlar.”(Bakara: 78) Yani, -bir yoruma göre- “onlar sadece kitabın okunmasını bilirler” demektedir.(Said, 2006, 14)

Uzaktan Yakın Paralellikler

Cevdet Said de, Said Çekmegil gibi asılsız tepkilerin aklı örterek işlevsiz bırakmasını, insanın, asılsız zanlara tabi olarak ilmi değiştirmesini, doğruyu yanlıştan, bilgiyi de bilgisizlikten ayıramayacak hale gelenleri, Temel Kitab’ı arkalarına atanları, Temel Kitab’ın deyimiyle“Anlamayanlar”, “Bilmeyenler” ve “Aklını çalıştırmayanlar” olarak nitelemektedir. Asılsız düşüncelere ve zanlara uyarak ilmi aşağılamak ve onun güvenilirliğini gölgelemenin büyük bir yanlışlık olduğunu vurgulamaktadır.(Said, 2006, s.16;  Çekmegil, 1996, s.106, 146)

Said’e göre ilim kavramı ne Müslümanlarca ne de okuduğumuz gâyr-ı müslimlerce ve özellikle de batıda tatminkâr bir şekilde açıklanmıştır. Çekmegil ise bu noktada daha özgüvenlidir. Diğer yandan her iki düşünürde Müslümanların ilim düşüncesinin, Kur’an’dan anladığımız şekilde olmadığını tespit etme noktasında ortak bir anlama ufkuna sahiptir. Kur’an’a göre ilim, hakkı (doğruyu/gerçeği) ortaya çıkaran bir şeydir. Müslümanların önemli bir kısmı ilimde bazen dini/dünyevi, müspet/müspet olmayan gibi temelsiz ayrımlar yaparlar, bir diğer gerçeği kendisiyle bildiğimiz başka bir şeyin bulunduğu görüşündedirler. Batı dünyasında ise, ilmi tabiatın görünen kısımlarına veya onun da bir kısmına özel kılarlar. Ancak ilim, onların değerlerine, dinlerine veya insanlıklarına müdahale edince (onları ilim kendi süzgecinden geçirmeye başlayınca) o zaman da bu konuların ilmi olmadığını söylerler. Sanki ilim, belli konularla ilgili ve sınırlı olup hayatın bütün işlerini kapsamaz.(Çekmegil, 1996, s.55–126; Said, 2006, s.18) İşte bu kısır bakışlar, ilmin değerini düşürmekte, kapsamını ve işlevini sınırlamaktadır. Kur’an-î kültüre göre bu iki bakışı da kısır bulan Çekmegil ve Said’e göre, bunalımı besleyen damardan kurtulmak için Müslümanlar  tam bir ilmi güvenilirlik seviyesine ulaşmalıdırlar. Çünkü böyle bir durum, daima gerçeğin hizmetinde bulunur. Batılılar da anlamalıdırlar ki, ilmin tek kanatlı olması mümkün değildir.

Din ve bilim ilişkisi son birkaç asırdır insanlığın gündeminden düşmeyen iki kavram. Bu iki kavram arasında çatışma olup olmadığı Batıda olduğu gibi İslam dünyasında da hâlâ tartışılmaktadır. Ortaçağda kilisenin menfaatlerini elden kaçırmamak için ilmin gelişmesine engel olması, ilim adamlarını aforoz etmesi, yakması, hapsetmesi, kilise ile bilim arasında bir çatışma olduğu fikrini doğurmuştur. Bu katı tutum reform hareketlerine sebep olmuştur. Reform hareketleri, bilime karşı bayrak açan katı Hıristiyanlık ideolojisinden uzaklaşma anlamına gelmektedir. Bu açılım, bilimin önünü açmıştır. Batı bu yıllardan sonra İslam dünyasındaki ilmî eserleri tercüme ederek bilimsel çalışmalara hız vermiştir. Müslümanlar ise zamanla büyük bir rehavete kapılmışlar, dinden uzaklaşmaya başlamışlar ve gerilemişlerdir. Yani Batılılar tahrif edilmiş ve bilime savaş açan Hıristiyanlıktan uzaklaşarak ilerlerken, Müslümanlar ilimle barışık olan İslam’dan uzaklaşarak geri kalmışlardır. İslam’ın bir din olarak bilimle ilişkisi noktasında çok önemli ayrımlardan biri, dini ilimler ve dünyevi ilimler olarak yapılan ayrımdır. Çekmegil, Müslümanların asırlarca insanlığa bilimde öncülük ettiği yılları göz ardı etmeksizin Müslümanların bu gibi ayrımlara itibar etmelerinin yanlışlığını vurgular. Bilimin aklı, dinin vahyi temsil ettiği kabulünün olur olmaz her yerde kullanımı, din ve akıl arasındaki bağın üstünü küllendirmiş ve entelektüel anlamada basiretsizliklerin artmasına neden olmuştur. Bu ayırım Batı/cı bilim adamları tarafından belli bir amaç güdülerek yapılan ayırımdır. İslam dininin temelinde vahiy kültürü vardır. Vahiy bu evreni ve içindekileri yaratan Allah’ın ahsen-i takvim suretinde yarattığı insanla konuşmasıdır. Ama Hz. Peygamber vasıtasıyla insanlara ulaşan bu vahiy, aklı bir kenara itmez. İslam bütün hükümlerini; düşünen, akılı bir insana ulaştırmaktadır. Kur’an’da birçok ayet-i kerimede insanın düşünmesi istenir.( Bakara:2/219, 266; En’am: 6/50; Rum: 30/8.) Kur’an’da kalp anlayabilen, düşünebilen bir varlık olarak takdim edilir. Kur’an’da kalpten bahsedilirken bile bununla akıl kastedilir. Kur’an sadece insanlara vahyi metluvu tilavet etmelerini emretmemiştir. Bunun yanında kâinat kitabında, kâinatın küçük bir numunesi olan insanda birçok deliller sunmakta ve bunların tıpkı birer kitap gibi okunmasını istemektedir. Din, temelde akıl ve vahyi birlikte ele aldığı halde, bilimciler sadece aklı ön plana çıkarmaktadır. Geleneksel yaklaşımlar ise bunun karşısında gönle aşırı vurgu yapmakta, buradan da akıl/din çatışması gibi ne olduğu tam olarak açıklanamayan eksik yaklaşımlar içinde olunmaktadır. Said ise kişilerin ve onların yazılı görüşlerinin kutsallaştırılması sonucunda, onların görüşlerinin doğrulukları araştırılmak için dış olaylarla beraber bir değerlendirmeye tabi tutulamayışının, bilinçsizliğe dönüşmesi üzerinde durur. Müslüman dünyada “içtihadın durması” veya “taklit çağları” denen devre, düşünce dünyasından şahıslar dünyasına, yani bilginin güçsüzleşmesine; kitabın olumlu anlamından olumsuz anlamına, ayak bağı olmasına bir geçiştir.

Çekmegil, Greklerden itibarenbilim alanındaki gelişmeleri özellikle Batı odaklı olarak ele almakta,tahrif edilmiş Hıristiyanlıkla bilim arasında ortaya çıkan çatışmadan bilimperestliğe, oradan da bilimin eleştirisine uzanan post modern kıblesizliğe ulaşmış olmasını eleştirmektedir. İnsanın kendini tanıyamamasının yol açtığı olumsuz gelişmelerin üzerinde düşünülmesi gerektiğini ifade eder. İslam ile ilim arasında var olduğu sanılan ikili çatışma vehminin, safsata saplantısının yanlışlığını sergiledikten sonra, İslamiyet’in ilimlerin pederi, mürşidi, hakiki ilimlerinin reisi olduğunu bildiriyor. Ona göre bu noktadaki iftiralar ya İslam’ı bilmemekten kaynaklanan cahiliye kaynaklı yaklaşımlarla, İslam âleminde çoğunlukla görülen taklit hastalığının neticesi olan kültürsüzlüğün İslam’a mal edilmesinden ya da kötü bir kasta dayanmaktadır. İkisinin de ortak kaynak olarak kullandığı eserler arasında Will Durant’ın Medeniyet Hikâyesi adlı kitabı ile İbn Haldun’a yapılan atıflar dikkat çekicidir.

Her iki düşünür de Müslümanların kendi çağlarındaki dünyaya kısa zamanda nasıl sahip olduklarına ilişkin aktarımlarda bulunurlar. Onların, “Oku” sözünden yola çıkıp ve kendi çağlarında en çok okuyan, ilimle, düşünmeyle, okumayla ve yazmayla en sıkı ilişkisi olan insanlar olduğunu, ilmi, her yerde ve her türlü kaynakta aradıklarını, böylece hem âlemdeki konumları ve hem de dünya imkânları bakımından Allah’ın lütuf ve keremine ulaşmış olduklarını çeşitli kaynaklardan hareketle bu günün Müslümanlarına anımsatma gereği duyarlar. (Said, 2006 s.24; Çekmegil, 1996, s.55–80) Çekmegil, Batı medeniyetinin bilgi noktasında kendi coğrafyasının dışındakilerden çok şey aldığını eski çağlardan hareketle bu güne değin getirir. Said de ise daha teknik bir yaklaşım vardır. O, belli bir usul çerçevesinde farklı yazarlardan da hareketle İslami bilgi anlayışını temel ilkeler çerçevesinde ele almaya çalışır.

Sosyal bilimler perspektifinden bakıldığında, Said Çekmegil’in ve Cevdet Said’in Batı-merkezli bilgi anlayışlarının yerine, Kur’an merkezli bir düşünme ve bilgi biçimi önermekte olduğu söylenebilir. Her iki düşünür, bilgi teorileri bağlamında doğruluğu akılla kavranabilen bir bilgi olarak vahiy bilgisini temel almalarından dolayı, Batı merkezli okuma biçimlerinden uzaklaşmaksızın tam olarak anlaşılamayacaktır. Her iki düşünür okuma, düşünme, yazma ve bilgi ile amel arasında doğrudan bir ilişki kurmaktadır. Alternatif bir bilme ve anlama biçiminden; içtihadi yöntemlerle yani edinilen bilgi ile verilen vahyi bilginin iç içeliğine dayanan bir bilgi kuramından yana olduğunu söyleyebileceğimiz yazarların birbirlerini okumamalarına rağmen, farklı yollardan bilginin gücünü vurgulamaları üzerinde durulmaya değer bir konudur. Yazıyı merhum Said Çekmegil’in de çekincesiz kabul edeceğini düşündüğüm bir alıntıyla noktalamanın yeridir. Çünkü beşeri kitaplara bu esasa göre bakılırsa, insan, şahıslar dünyasından düşünceler dünyasına çıkmayı başarır: “Bütün kitaplar, yazılı eserler, yazarlarının zihinsel şekilleridir. Çünkü kitap ister tabiatı, isterse insanı konu alsın dış varlığı olan belirli bir konu etrafında dönüp durur. Bundan dolayı dış gerçeklerle ilişki içerisine giren kişi, onlarla ilgili anlayışını artırır ve düzeltir. Bu esasa göre, hatayı ve o hatada sürekliliği yok edebilmek için kitaba dikkatlice bakıp onunla iyi ilişki içerisine girmek gerekir. Bunu iyi anlayan biri, kitapla onu kutsal görecek bir ilişkiye girmez. Aksine kitaplar, günün birinde insan düşüncesinin bazı gerçeklere ne derece ulaştığının bir işareti ve alametidir. Bundan dolayı olumlu bir anlam taşır, dış varlık hakkında araştırmayı durdurma rolü oynamaz.”(Said, 2006, s.74)

KAYNAKÇA

FEYERABEND Paul (2005) Bilgi Üzerine Üç Söyleşi, Çeviri: Levent Kavas, Cemal Güzel, Metis Yayınları, İstanbul

TEPEBAŞILI, Fatih (2005)Edebiyat Yazıları, Hece Yayınları, Ankara,

ATALAR, M. Kürşad(1996) Düşüncede Devrim, Anlam Yayınları, Ankara

SAİD, Cevdet(2006) Oku! Kerem Sahibi Rabbinin Adıyla, Çeviren: Abdullah Kahraman, Pınar Yayınları, İstanbul

ÇEKMEGİL, M. Said(1996) Bilginin Gücü, Timaş Yayınları, İstanbul.

Bunları da sevebilirsiniz