Sunuş (103)

‘İnanç sorunu’ bütün ahlak sistemi ve değerlerin kendisinden çıkarıldığı hassas bir zemindir. Sosyal ve siyasal alandaki her tür yanlışlığın kaynağının buradan kaynaklandığını söylesek sanırım yanılmış olmayız. Ve bu alanda yaşanan sorun asırların biriktirerek önümüze bıraktığı bir sorun olmakla birlikte insanın kendisine yapacağı samimi itiraflar, köklü ve kararlı değişimi arzular. Bu sebepten ‘İnanç’, meselelerimizin zeminini teşkil etmektedir. Buna paralel olarak verilecek tepkiler de aslında buradan beslenir. Hassas olduğunuz her nokta doğruluğundan emin olduğunuz, şüphenin en az barınabildiği noktadır. Hassasiyet, doğru noktalarda oluşturulmalıdır…

Bugün verilen de bunun savaşı olmasın! Hassasiyetlerin köreltilmesi… Hangi hassasiyetlerin mi? Geleneklerden gelenden bahsediyor değiliz, o bugün değilse yarın, yerini terk etmek durumunda kalacaktır. Çünkü yeni olanla yüzleşmeyi becerebilmiş değildir. Peki, inanç öyle midir ya? Karşısındakinden korkan bir ‘inanç’ ne kadar direnebilir, ne kadar cesur olabilir, nereye kadar ayakta durabilir? O halde ‘inanç’ beslenmelidir, hem de kaynağından.

Cesareti kuşanmamış bir inancın sağlamlığından bahsedilebilir mi? Maalesef bugün temelde yaşanan sorun bu gibi geliyor bize… İnanç sorunu… Buradan, buradaki zaafiyetten besleniyor diğerleri… Bu ay sizlerle bu konunun temelini teşkil eden bir sapmadan bahsedeceğiz. Aydın sapması… Bu konuya yazısı ile iştirak eden Nurettin Özcan ne güzel de söylüyor: “Bizim aydınlarımızın ise, kendi insanıyla mücadele alanı oluşturdukları dünyalarında, sahip olmaktan gurur duydukları ilkel kalıplarıyla var oluşlarına dair temiz bir sayfa henüz açılmamıştır. Çünkü yaklaşık iki asırdır oluşmaya başlayan yeni aydın tipi, halkına ve Kur’an’a karşı ortaya koyduğu duygusuz soğukluğa rağmen fikri bir yoksulluğun utancını henüz kavrayacak olgunluğa erememiştir.”

İşte cahiliye bunun için en çok bu damarı besleme derdindedir, sömürmek için tabii… Meselesini bilmeyen veya önceliğine hâkim olamayan bir ‘aydın/entelektüel’ in değeri büyüktür zalim nezdinde. Bunun için entelektüel, tercih ettiğimiz ifadeyle münevver, doktorun canlı ete attığı neşter misali neşterini dikkatle atmalıdır. Ve yabancı ‘mikrop’lardan korunması da önemlidir. Hijyen ne kadar önemliyse bir doktor için bir entelektüel için de inanç o kadar önemlidir. Çünkü sosyal sorunlar için de hijyen inançtan başkası değildir.

Üzerine entelektüel elbisesi yakışmayan kimileri için de kullanıldıysa bu ifade, ümit ederiz meramımız anlaşılmıştır. Çünkü zaman, kendini aydın zannedenlerin daha aydın/münevver olamadığını acı yüzüyle göstermiştir. Bu ayki röportajımızda Dilaver Demirağ da bu konu üzerinde ısrarla duruyor ve soruyor: “Aydın: Keskin Görüşlülüğünü Kaybetmiş Vaazatör müdür?” Ama maalesef bugün çoğunluk tarafından bu değerin verildiği birçok kişi bu sıfatı hak etmek şurda dursun, yanından geçerken yüzü kızaracak yerde durmaktadırlar. Gelin görün ki gerek siyasi gerekse sosyal meselelerde Müslümanlar adına konuşmayı üzerlerine vazife bilmişlerdir.

Bir dönem problemleri vahyin ışığında çözmeyi siyasi şeflerin engellediğinden bahsederken şimdi de aynı cümleyi ‘aydın’ için mi kurmak zorunda kalacağız? Tüm bu yakınmalarımıza karşın Hüseyin Karatay’ın yazısı da ‘Öfke’yi yatıştırma yönünde. Daha kalıcı ve bilinçle tavır koyma yönünde… Necip Cengil, Adil Akkoyunlu, Prof. Dr. İbrahim Sarmış, Yasemin Şüheda ve diğer yazarlarımıza sizler adına teşekkür ediyor ve siz değerli okurlarımızı da dergimizle başbaşa bırakıyoruz.