Ziyaüddin Serdar ile… “İslam, İnsanlık ve Gelecek Düşüncesi””

Röportaj: Fatih Bütün – Mustafa Gök


Öncelikle röportajımızı kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz.

Röportajımızın konusuna gelirsek. Konunun kökeni; İslam insanlığa ne vaat ediyor? Çok genel bir konu olmasına rağmen birçok alimin, hocanın bu konuyu yazıp tartıştığını biliyoruz ama biz size Müslüman düşüncenin geleceği ve Müslüman halkların sıkıntıları, hastalıkları ve tedavi önerilerinize dair sorular soracağız. Gerçekten ihtiyacımız olan da bu. Hazırsanız mülakat sorularına başlayabiliriz?

Tabiî, tabiî.

Müslüman entelektüel düşüncenin bugünkü durumunu konuşmaya nereden başlamalıyız. 

Bence Müslüman entelektüel düşüncenin bazı başarısızlıklarını kabul ederek başlamalıyız. Öncelikle İslam’ın insanlık için amacının insanlığı bir araya getirmek olduğunudüşünüyorum. Bu yüzden tevhid’i sadece Allah’ın birliği veya ümmetin birliği olarak değil, aynı zamanda insanlığın birliği olarak da yorumluyorum. Birlik, oluşturulması için çalışmanızı gerektiren bir şeydir. Genel olarak, Müslüman entelektüellerin İslam’ın evrensel yönlerinden ziyade İslam’ın istisnailiğine daha fazla odaklandıklarını hissediyorum. Yani düşünce platformundainsanlığı bir araya getirmeye çalışmamışlardır. Düşüncelerimizin çoğu, ya İslam entelektüel düşüncesinden ziyade tarihte ne olduğu, ritüeller vs. konusundaki gelişmeler ya da moderniteye vurgumuz, modernitenin eleştirisi veya modernitenin kabulü üzerinedir. Ayrıca, Müslüman entelektüeller arasında postmodernizm çok geniş bir şekilde benimsenmiştir. Bu itibarla Müslüman entelektüel düşüncenin temel amacının; insanlığı bir araya getirmek olduğu iddiasındayım. İnsanlığı evrensel bir bakış açısında birleştirmek… Şimdi, genellikle insanlar evrensel fikirlerden çok korkarlar. Diğer kültürlerden gelen fikirlere izin vermemenin veya kabul etmemenin özcülük olduğunu düşünüyorlar. Düşünsünler, bu olumlu da, ancak bence insanları eleştirmek gibi bir evrensel nosyonu var. Yüzyıldır gelişen söylem ve düşünce proaktif olmaktan ziyade reaksiyoneldir. Oysa bizim proaktif düşünceye ihtiyacımız var. Ve eğer İslam’ın bazı temel kavramlarına bakarsanız, yerel olmaktan çok evrenseldirler. Mesela daha önce bahsettiğim Tevhid kavramı, insanlığı evrensel birliğe getirmek, tüm farklılıklarıyla insanları bir araya getirmekle ilgilidir. Genellikle İslam’ı çeşitlilik içinde birlik olarak tanımlarız. Bu, insanlık için de geçerli; çeşitliliği kabul etmemiz gerekiyor, aynı zamanda insanlık ışığı elden geldiğince, farklılıkları aşarak bir araya gelmelerini sağlamalıdır. Halife kavramını ele alalım; biz Allah’ın halifesiyiz, bu aslında ne demek? Allah’ın yeryüzü vekiliyiz ve vekillik Müslümanlarla sınırlı bir şey değil. Biz tabiatı koruyacaksak, tabiatı sadece Müslümanın koruyacağı anlamına gelmez. Ama herkes doğayıkorumalı, bu yüzden Hilafet kavramı bir şekilde başka kültürleri ve diğer uygarlıkları da kapsayacak şekilde genişletilmeli. İlm kavramı; örneğin bilgi Müslüman toplumunun temel sorunlarından biri, bilgi arayışının terk edilmesidir. Dünyanın en çok okuma yazma bilmeyen insanları arasındayız. Öğretime ve yeni bilgi üretmeye yeterince önem vermedik. Yani, genel olarak, günümüzde İslam’ın amacının ne olması hakkındaki esas sorunuza cevap vermek istiyorum, çağdaş zamanlarda İslam’ın amacının insanlığa hizmet olduğunu söylüyorum. Aslında, İslam’ın tümel hedefinin, insanlığa hizmet olduğu iddiasındayım ve insanlığa hizmet için birkaç yol vardır. İnsanlığı bir araya getirmeye çalışırken, kâr amacı gütmekten ziyade düşünce ve merhamete dayalı bilgi geliştirilmelidir. Ayrıca İslam’ın amacının, zamanın bu aşamasında insanlığın bir bütün olarak bekâsı olduğunu da iddia ediyorum. Tarihin bu kavşak noktasında tehlike altındayız. İklim değişikliğinden, örneğin biyomühendislik, yapay zekâ gibi yeni teknolojilerden, gezegen sınırlarının genişletilmesinden kaynaklanan çok ciddi tehlikelerle karşı karşıyayız. Bütün bunlar, bütünsel olarak insanlığın geleceği üzerinde derin bir etkiye sahip olacağından, dikkat ve odaklanmamızı gerektirir.

Müslüman entelektüeli/düşüncesini nasıl bir noktada görüyorsunuz?

Sıkıntılı bir durumda. Benim yalın cevabım, Müslüman entelektüel düşüncenin geçmişe ya da güncele takılıp kalmış olmasıdır. Yapmamız gereken şeylerden ilki değişime uyum sağlamayı öğrenmektir. Ama düşüncemiz hâlâ gelenekçiliğe saplanmış, modernite tarafından fazlasıyla sınırlandırılmış durumda. Kendimizi modernitemizden özgürleştiremedik, gelenekçilikten kurtaramadık. Şimdi gelenek ve gelenekçilik arasındaki farkı ortaya koymak istiyorum. Gelenek, kendisini yeniden icat ederek hayatta kalan, canlı bir varlıktır. Ancak çağdaş Müslüman toplumlarda sahip olduğumuz şey, gelenek değil gelenekçiliktir. Yani bir nevi adeta tarihin derinliklerinde donmuş, çok çok uzun zamandır üzerinde düşünülmemiş, yeniden neşvü nema bulamamış, hevesleri boğan tarihi fikirlerdir. İslam’ın amacının ne olduğu kavramına geleneksel İslam’ın cevabı; ‘Tanrı’ya ibadet etmektir.’ Evet, ama bunun ötesine geçmeliyiz. Tanrı’nın bizim ibadetimize ihtiyacı yok ama bizim insanlığa bakıp gözetmemizi istiyor. İbadet önemli değil demiyorum, tabiî ki temel ögedir, çok önemlidir. Ama örneğin ibadet kavramına bakarsanız. Bu çok geniş kapsamlı bir kavram. Bu sadece törensel bir ibadet değildir, ilm gibi şeyler de dâhildir. Yani bilginin kendisi ibadettir. İbadet aynı zamanda içtihat kavramını da içerir. Ve şu anda durum şu ki Tevhid tarihe gömüldü, İslam düşüncesini diriltemedik. Bu yüzden şu anda İslam düşüncesinin durumu çok sıkıntılı. Temel İslami kavramları yeniden düşünmemiz ve bunların günümüzde ne anlama geldiğini bilerek çağdaşlaştırma ihtiyacındayız.

Öyleyse gelenekçiliğin Müslüman aydınları tehdit ettiğini düşünüyor musunuz?

Evet, ediyor. Kesinlikle Müslüman aydınları etkiliyor. Bence çok basit bir İslam anlayışımız var. Sadece namaz ve temel rükünleri yerine getirirsek yeterli olacağını zannediyoruz. Oysa Peygamberin meşhur bir hadisi var; Allah’a tevekkül et ama deveni bağla! Biz deveyi bağlamaya dikkat etmedik; bu, işin entelektüel yönü, bu, değişime uyum sağlama konusu, transformasyonu konusu… Dolayısıyla Müslüman entelektüel düşüncemizin bir parçası ve aslında Müslüman entelektüellerin hedefi, kendilerini Müslüman toplumları fildişi kulelerde tecrit etmek değil, toplumu dönüştürmek, toplumun bir parçası olmak ve dönüşümünde rol oynamak, müreffeh hale getirmek, daha eğitimli hale getirmek, çağdaş gereksinimlerin daha fazla farkında olmak, çok çok önemli olan iklim değişikliği gibi konulara veya değişimin kendisinin nasıl değiştiğine daha fazla dikkat etmek olmalıdır.

Peki, bu noktada gelenekçilik ile Müslüman toplumuna yeni şeyler getirme, Müslüman entelektüelliği arasında nasıl bir denge kurabiliriz, gelenekçilik ile modernite arasındaki denge noktaları nelerdir?

Gelenekçilik ve çağdaş gereksinimler arasında bir denge kurabileceğinizi sanmıyorum. Çünkü bence gelenekçilik fıtrî düşünceyi boğar. Ama bizim yapmamız gereken geleneklerimize bakmak ve onları yaşayan geleneklere dönüştürmek. Ne demek istiyorum? Bakın, örneğin şeriata bakarsanız,en çok vurgu mesela hukuk, suç, ceza ve bunun gibi şeyler üzerinedir. Oysa Şeriat’ın çevre ile ilgili olan çok güçlü bir yönü vardır. Ve bizler son 30-40 yıldır çevre kriziyle karşı karşıya iken, çağdaş alimlerin neredeyse hiçbiri Şeriat’ın çevresel yönlerine dikkat çekmedi. Mesela şehirler Fas’taki Fezşehri gibi taşıma kapasitesi göz önünde bulundurularak inşa edilmişti. Şehir bir suyunu bir nehirden alıyordu. Etrafında surlar vardı. Zira şehri inşa eden insanlar, şehrin ve nehrin ancak belli bir nüfusa (yani suyun içinde kalan alanın alabileceği nüfusa)yeteceğini biliyorlardı. Temiz su nehrin membaından alınıyor, kirletilmiş su ile birlikte mansabına veriliyordu. Yani bu şeriatten gelen çok bütünsel bir kavram Hima (çevre koruma) ve haram kavramlarını nasıl edindik? Şimdilerde Haram’dan bahsettiğimizde, sadece Mekke’deki camiyi kastediyoruz. Ancak Haram çok genel bir kavramdır. Bu, şehir dışındaki yaban hayatını, ormanlarımızı ve ormanlık alanlarımızı korumamızı emreden, avlanmamıza veya yaban hayatını yok etmemize izin verilmeyen haram (yasak) bölge anlamına gelir. Şehir içinde yaban hayatına sığınak oluşturan hima bölgeleri vardı. Şimdi bunların hepsi Şeriat kavramları ama son 30-40 yılda bunlara kim dikkat etti. Cevap: Hiç kimse. Yani geleneği, yaşayan bir gerçekliğe dönüştürme ihtiyacındayız. Ama bunun dışında kalan Şeriat konularımızın çoğu tamamen gelenekçiliktir ki orada bile, şeriatin insan veçhelerini nasıl harekete geçirebiliriz gibi çok önemli konulara gereken önemi vermedik.

21. yüzyıldayız ve bazı Müslüman entelektüel krizlerimiz var. Özellikle 21. yüzyılda bazı adaptasyon zorlukları dayaşanıyor. Avrupa’nın, Batılı düşüncenin dünyayı domine ettiği ve üstün geldiği düşüncesiyle karşı karşıyayız. O halde şunu sormak istiyorum; bizim entelektüel/fikrî bunalımımızın temel sebebi nedir? Yani tarihi ve özellikle 21. yüzyıldaki en büyük Müslüman entelektüel krizleri nelerdir?

Geçmişteki ve günümüzdeki Müslüman entelektüel alimler, tarihsel sorunlarla oldukça kapsamlı bir şekilde ilgilendiler; göz ardı edilen günümüzün sorunlarıdır. Öncelikle aşağılık kompleksinden kurtulmamız gerektiğini düşünüyorum. Batı’nın bilgide çok ileri olduğu fikri bizi pasifleştiriyor, bilgide Batılı gelişmeleri yakalamaktan daha fazlasını yapmamız gerekiyor, kendimiz için özgün bilgiyi, toplumumuzun ihtiyaç ve gereksinimlerini karşılayan bilgiyi yaratmamız gerekiyor. Ayrıca bir bütün olarak insanlığa hizmet etmek için bilimsel ve teknolojik bilgileri insanileştirmemiz gerekiyor. Dolayısıyla Müslüman entelektüel düşüncenin krizi, özünde, çağdaş ihtiyaç ve gereksinimleri karşılayamama krizidir. Ve çağdaş ihtiyaçlar ve gereksinimler sürekli değişmektedir. Ve iki veya üç şeyin farkına varmamız gerekiyor. Biri; şu anda değişmeyen tek şeyin değişim olduğu, her şey çok ama çok hızlı değişiyor. Olaylar büyük bir hızla gerçekleşir. Küresel ölçekte gerçekleşirler, gezegendeki her bireyi etkileyebilirler. Bireysel ölçekte etkileyebilirler ve aynı anda gerçekleşirler. Dolayısıyla hız, kapsam, ölçek ve eş zamanlılık; anlamamız gereken değişimin dört dinamiğidir. Bu değişimleri anlamadıkça, değişen toplumlardaki oluşumlarla ilgili yeni bilgiler üretemeyeceğiz. Bu dört dinamik, daha sonra karmaşıklığa yol açacaktır. İletişimin anında ve birbirine bağlı olduğu bir dünyada, hızla değişen şartlarınız varsa -hepimiz her zaman anında iletişim kuruyoruz- karmaşa olacak; toplumların birbirleriyle ilintili ve karmaşık sorunları olacak. Karmaşık, birbiriyle ilintili problemler çelişkiler yaratır. Sadece farklı konumlara sahip insanlar arasında değil, aynı zamanda çözülemeyecek gerçek mantıksal çelişkiler… Çelişkilerin ve karmaşıklığın çok olduğu yerde kaos yaşanır. Dolayısıyla şu üç C kavramı çok çok önemlidir; complexity, contradiction, chaos (Karmaşıklık, çelişki ve kaos). Ben buna Post-normal zamanlar diyorum. Modernite, verimlilik, postmodernizm, serbest piyasa kapitalizmi, değer nötr, bilim gibi Batı uygarlığının tüm eski paradigmalarının ölmekte olduğu ve yenilerinin yerlerini almak için henüz ortaya çıkmadığı tarihin belirli bir noktasındayız. Yani “artık yok” ile “henüz değil” arasındayız. Bu iki dönem arasındayız ve Müslüman entelektüel düşüncesi için asıl sorun, Batı medeniyetinin eski paradigmalarının ölmekte olduğu ve yenilerinin henüz doğmadığı bir konumda nasıl yer alacağıdır. Burada yeni paradigmalar yaratma fırsatımız var. Yani örneğin İslam ekonomisi üzerine yapılan tüm çalışmalara bakın, ekonomi yapmanın yeni bir yolunu yaratmak için tasarlanmamıştır. Esasen Batılı kapitalist sisteme bir eklemlemedir. Yani sonunda şeriatı kullanarak kapitalizmi yeniden keşfettik. Bütün yaptığımız bu. Bu yüzden Batı’nın bilme, var olma ve yapma usullerinden tamamen farklı, tüm toplumların ve aynı zamanda insanlığın tamamının ihtiyaçlarına cevap veren kapsayıcı ve çoğulcu yeni bilgi paradigmalarını, yeni kalıpları, yeni bilme yollarını ve yeni yapma ve var olma yollarını nasıl oluşturacağımızı gerçekten çok cüretkârca düşünerek bulmalıyız. Bu olağanüstü bir meydan okumadır ve Müslüman entelektüeller tarihte böyle bir meydan okumayı hiç yaşamamışlardır. Bu, karşılaştığımız eşi görülmemiş bir meydan okumadır. Dolayısıyla Müslüman entelektüellerin omuzlarındaki sorumluluk şu anda çok ama çok ağırdır.

Yani bugün hâlâ tartışma konusu net değil ama Batı’dan Doğu’ya bilgi seyahati var diyorlar. Tabiî ki Orta Doğu ve Müslüman ülkeleri kastetmiyorlar, Çin, Japonya’yı kastediyorlar. Yani derler ki, bilgi her zaman seyahat ediyor.Bilgi uzunca bir süre Ortadoğu’da üretildi. Abbasi ve Emevi Hilafetleri zamanında ve daha sonra Batı’ya taşınmış ve şimdi Batı’da üretilmeye başlanmıştır. Ama bugün tartıştıklarında bilginin Batı’dan Doğu’ya, Çin’e, Japonya’ya seyahat ettiğini söylüyorlar.

Bence asıl olan Batı’dan Doğu’ya akan bilgi değil,bir anlamda “güçtür”; bilgi de “güçtür”. Post-normal dünyaolarak tanımladığım bu değişen dünyada hem güç hem de bilgi Batı’dan Doğu’ya akıyor. Son 50-60 yıldır düzgün çalıştığını varsaydığımız normal sistemde güç her zaman Batı’daydı. Ama şimdi güç Batı’dan Doğu’ya kayıyor ve bu geçişte Çin artık giderek ABD’den daha fazla güç elde ediyor ve daha fazla bilgi üretiyor, Hindistan giderek daha fazla güç kazanıyor, Türkiye bile giderek daha fazla güç kazanıyor. Ancak bilgi üretiminin doğası aşağı yukarı aynı kalıyor. Çin’de üretilen bilgi, Amerika veya Avrupa’da üretilen bilgiden çok da farklı değil. Çin, muhtemelen teknolojik gelişmede Amerika Birleşik Devletleri’ne göre bir avantaja sahip ancak geliştirdiği yapay zekâ ve yüz tanıma teknolojisini halkını fişleme ve izlemede kullanıyor. Bu teknolojiyi iki ilâ üç milyon Uygur Müslümanı için kullandı, onlar kültürlerinden, dinlerinden mahrum bırakıldılar; bu, yeni ve gelişen teknolojiler kullanılarak gerçekleştirilen neredeyse kültürel bir soykırımdır. Çin’in ürettiği yapay zekâ, Batı’da üretilen yapay zekâkadar ırkçı. Hem Çin’de hem de Batı’da biyomühendislik teknolojileri, geçmişte olduğu gibi öjeniye (soy-arıtım) yol açabilir. Dolayısıyla güç kaysa bile, neo-liberal kapitalizme dayalı bilgi, üretiminin doğası gereği aynı kalır. Bilgi üretiminin doğasını gerçekten değiştirmek için bilginin ne olduğu, onun insanlığımız ve doğa ile ilişkisi, gezegenin sürdürülebilirliği ve desteklediği normlar ve değerler hakkında farklı bir yaklaşıma ve anlayışa ihtiyacımız var. Bu zor; Müslüman entelektüellerin kavraması kolay bir iş değil. Şimdi bilgiyi nasıl ediniyoruz; bilgiyi nasıl farklı bir şekilde üretebiliriz, zamanımızın en büyük meydan okuması…

Yani, söylediğiniz gibi güç değişiyor. Ama Müslüman dünyasında, hapishane içerisinde bir hapishane olacak. Peki, bu durumda Müslüman aydınlara düşen görevler nelerdir? Çünkü biliyoruz ki aydınlar toplumların aklıdır, insanları yönetebilirler. Dolayısıyla İslam dünyasında yüzyıllar boyunca Müslümanlar, farklı tipte düşmanlara sahip olmuşlar ve aydınlar, bununla bir şekilde mücadele etmişlerdir. Peki, güç değiştiğine göre Müslüman bu değişimle nasıl başa çıkabilir? Bilgi farklı çeşitlerde üretilmekte ama Müslüman ülkelerde üretilmemekte.

Bence Müslüman entelektüellerin ilk görevlerinden biri organik entelektüel olmak, cemaatlerin ve toplumun ayrılmaz bir parçası olmaktır. Entelektüellerimiz üniversitelerde yaşama eğilimindedir ve çoğu Batı’da eğitim görmüştür, dolayısıyla Batı disiplinlerinde uzmandırlar. Üniversitelerimiz genel olarak Batı disiplinlerine göre yapılandırılmıştır. Çok sayıda yeni üniversitenin bulunduğu Türkiye örneğine bakalım. Şu anda önemli bir sorun; Suriye’den gelen, Irak’tan gelen mülteciler. Ancak Türk üniversitelerinde mültecilerin sorunlarını bütüncül bir şekilde incelemeye kendini adayan tek bir bölüm yok. Mültecileri nasıl barındırırız? Onlar için yeni barınakları nasıl inşa ederiz? Onlara sağlık hizmetini nasıl sağlarız? Onları toplumlarımıza nasıl entegre ederiz? Çocuklarını nasıl eğitebiliriz? Çocuklarının iyi birer vatandaş olarak yetişmelerini ve Türkiye’yi vatanları olarak görmelerini nasıl sağlarız? Onları ülkenin ve toplumun bütünleşmiş bir parçası haline nasıl getirebiliriz ki onlar kendileri ile kucak açan ev sahibi ülkeyle gurur duysunlar. Şimdi, neden bunlar bizde yok? Çünkü geleneksel olarak üniversitelerin mülteci bölümleri yoktur; en iyi ihtimalle, Coğrafya bölümünde göçü incelemek için küçük bir bölümleri olabilir. Oysa şu anda geliştirip mültecilere anında barınak sağlamak için kullanabileceğimiz teknolojiye sahibiz. Yeni teknolojileri kullanarak onlara ihtiyaç duydukları sağlık ve eğitimi fiilen sağlayacak araçlara sahibiz. Ama bunu disipliner zihniyetimiz yüzünden yapmıyoruz. Aynı sorun Pakistan’da Afgan mültecileriyle, Bangladeş’te Rohingya mültecileriyle yaşanıyor. Bizim için bu evrensel bir sorundur. Üniversitelerimizde, esasen batılı olmayan toplumları yönetmek ve kontrol etmek için tasarlanmış bir Batı bilim dalı olan Antropoloji bölümleri var, ancak Batı medeniyetini ve Batı medeniyetinin nasıl işlediğini inceleyen bir bölümümüz yok, ki bu daha büyük bir ihtiyaçtır. Bizim ihtiyacımız kendi antropolojimizi çalışmak değil. Batı bunu zaten yaptı, bizi ötekileştirdi, bizim Batı’nın karanlık yanını temsil ettiğimizi gösterdi ki bu, antropolojinin en başta gelen işlevidir. Ancak asıl ihtiyacımız; Batı toplumunun nasıl işlediğini, güçlü ve zayıf yönlerinin neler olduğunu, başarılarının neler olduğunu, başarısızlıklarının neler olduğunu, ondan neler öğrenebileceğimizi anlamaktır. Oysa Batı üniversitelerinde İslami İlimler veya Türk Araştırmaları bölümleri var iken, Türkiye’de veya İslam dünyasında hiçbir üniversitede Batı Araştırmaları Bölümü diye bir şey yoktur. Evet, disipliner yapımız yanlış ve onu değiştirmek için entelektüel yapılarımızı değiştirmemiz ve entelektüellerimizi toplumun bir parçası haline getirmemiz gerekiyor; sadece batılı veya batılılaşmış fildişi kulelerinde yer almak değil;, organik entelektüeller haline gelmemiz gerekiyor.Bu terim İtalyan düşünür Gramsci’ye aittir. Toplumlarımızdan organik olarak ortaya çıkan, toplumun ayrılmaz bir parçası olan, toplumun ihtiyaç ve taleplerini gören, toplumun bireylerinin haklarını savunan ve onlarla diyalog kuran entelektüellere ihtiyacımız var. Onlar, kendilerini tepeden empoze etmez,toplumun içindençıkarlar. Özünde ihtiyacımız olan türden bir entelektüel bu, ve şu anda buna sahip değiliz. Ayrıca entelektüellerimizin hem geleneksel bilgiye hem de çağdaş bilgiye sahip olması gerektiğini düşünüyorum. Dünya karmaşık olduğundan ve karmaşık sorunlar tek başına veya tek bir bakış açısıyla çözülemeyeceğinden, çoklu bakış açılarına ve disiplinlerarası ve disiplinlerüstü yaklaşımlara ihtiyaç duyulur. Dolayısıyla entelektüellerimiz, geleneksel bilgiyi de anlamak zorundadır, çünkü Müslüman toplumlarda veya geleneksel toplumlarla sıradan insanların çoğu, geleneksel bir bakış açısına sahiptir. Geleneksel toplumların ihtiyaçlarına cevap verenleri uygulayabilmeleri için çağdaş bilgiyi anlamaları gerekiyor; bu nedenle yaklaşımlarının çok daha çoğulcu ve kapsayıcı olması gerekiyor. Ne yazık ki entelektüellerimizin çoğu tek disiplin entelektüeli… Bir iktisatçı sadece ekonomi konuşur. Ama “Bir dakika, bu aynı zamanda sosyoloji, teknoloji, ahlâk konusu ya da bir sanat konusu değil midir?” dediğimizde söyleyecekleri bir şey olmayacaktır.

Peki, bu açıdan çağdaş dünya ve bu dünyanın ürettiği değerler ve kavramsal çerçeve ile nasıl, ne tür bir ilişki içerisindeyiz? 

Olaylara eleştirel bakmamız gerektiğini savunuyorum. Örneğin, modernitedeki her şeyin kötü olmadığını, ancak modernitedeki her şeyin iyi de olmadığını savunuyorum. Bu nedenle, eleştirel olmamız ve modernitenin bizim için gerçekten işe yarayan yönlerini ve kavramlarını alıp uygun olmayanları reddetmemiz gerekiyor. Dolayısıyla her şeyden çok gerekli olan şey eleştirel yaklaşımdır, her bakımdan eleştirel düşünmedir. Şimdi burada eleştiride kastımın ne olduğunu bir nevi tanımlamak istiyorum. Genel geçer anlayışta eleştiri, eleştirinin nesnesini veya öznesini parçalara ayırır ve bazı durumlarda eleştirilen şeyi küçük düşürecek kadar yıkımauğratır. Bence eleştiri, eleştirinin nesnesini veya öznesini geliştirmeli, onu daha yüksek bir düzeye çıkarmalıdır. Dolayısıyla eleştiri sadece parçalamakla değil, aynı zamanda sentezle de ilgilidir; eleştirdiğiniz şeyi geliştirmekle ilgilidir, eleştirinizin öznesi ve nesnesi aşağılanmış veya incinmiş hissetmemelidir ama aslında böylece onları bulundukları yerden daha yüksek seviyeye çıkarmak olacaktır. Yani bu, eleştiriye farklı bir yaklaşım getirmekte, her şeyi parçalarına ayırma üzerine kurulu olduğu postmodernizme kıyasla, yıkıma kadar her şeyi eleştirmeye devam ediyorsunuz, sonunda geriye hiçbir şey kalmıyor. Hayatımıza anlam ve yön veren tüm büyük söylemleri, fikirleri ve kavramları yıkmak; postmodernizmin geldiği yer burasıdır. Postmodern düşüncede, bir kez eleştirdiniz mi herşey anlamsızlaşır. Bir soğanın katmanları gibidir, sonunda hiçbir şey kalmayana kadar soymaya devam edersin. Ben tam tersi bir konumdan, eleştirinin gerçekten geliştirmesi gerektiğini, sentezlemesi gerektiğini, sadece indirgemeyle ilgili olmadığını, aynı zamanda sentezle ilgili olduğunu ve bir şeyleri bir araya getirdiğini savunuyorum. O halde yapmamız gereken; hem kendi geleneğimize hem de moderniteye karşı eleştirel olmak ve sonra gelenekten daha iyi ve moderniteden daha iyi olan yeni bir şey getirip sentezlemektir.

Teşekkürler. O halde bir sonraki sorumuz; Müslüman için iki temel nokta olduğunu bildiğimiz, Kuran ve Sünnet’tir. Müslümanların genellikle dinlerini yaşamaya çalışırken takip ettikleri şey budur, ki bu çok önemlidir. İslam’ın birçok farklı yorumu olduğundan ve her ülke aslında farklı yorumlama yapmaya çalıştığından; siz modern zamanlarda Kur’an ve Sünnet’in bize neler söylediğini düşünüyorsunuz? İslam’ın Suudi tipi bir yorumu, Türkiye tipi bir yorumu, Fas, Pakistan tipi bir yorumu var. Tüm bunların üstünde ve ötesinde, modern zamanlarda Kuran, Sünnet bize ne anlatıyor, bizden ne bekliyor? Bu iki temel noktanın zamana göre değişen ve değişmeyen yapısı nedir? 

Her şeyden önce, eğer Kur’an’ın ebedî bir metin olduğunu kabul ediyorsak, o zaman onun pek çok yorumunun olacağını da kabul etmemiz gerekir. Bu, ebedî bir metnin doğasıdır. Bu yüzden Kur’an’ın farklı yorumlarından korkmamalıyız. Ama aynı zamanda çağdaş bağlamın Kur’an’ın yorumunu da değiştirdiğini iddia edeceğim, çünkü okuduğunuzda, Kur’an’a çağdaş bir insan olarak yaklaştığınızda, onu kendi çağdaş gözlerinizle okuyorsunuz. Toplumunuzdaki problemler ve durum açısından ona yaklaşıyorsunuz ve alabileceğiniz her türlü dersi almaya çalışıyorsunuz: Kur’an öğretilerinin çağdaş alaka düzeyini araştırıyorsunuz. Benim Kur’an’a yaklaşımım kavramsaldır. Belirli bağlamlarda çok özel anlamları olan birçok bağlamsal şey var, ancak ben Kur’an’da İslam’ın dünya görüşünü gerçekten şekillendiren ebedi olanın kavramsal yapılar olduğunu iddia ediyorum. Tevhid, Hilafet veya İlm gibi Kur’an terimleri… Bu ve diğer birçok Kur’anî terimin birden fazla anlamı vardır ve bunları çağdaş bir perspektiften anlamak için bu kavramların anlamlarını çözmeye çalışmak zorundayız. Bakın, bir boşlukta var olmadığımız için kavramlarla düşünürüz. Dünyayı düşünme şeklimize göre şekillendiririz ve kavramlarla düşünürüz. Dolayısıyla, örneğin Tevhid gibi kavramların anlamlarını sürekli olarak yeniden düşünmemiz gerekiyor. Şu anda, insanlığın birliği veya mütemadiliği bir ölüm kalım meselesidir ve iklimsel aciliyetten ve insanlığın gezegen sınırlarını aşmasına yol açan çeşitli modernite çılgınlıklarından kaynaklanmaktadır. Tevhid’e inanıyorsanız, o zaman yaşamın mütemadiliği için mücadele etmelisiniz çünkü iklim değişikliğinin belirli yönlerinin insanların neslini yok ettiğini biliyoruz. Halihazırda çok sayıda böceğin neslinin tükenmesine yol açtılar, örneğin, şimdi altıncı kitlesel yok oluşla karşı karşıyayız. Bunu ben bile kendi bahçemde görebiliyorum. Yaklaşık 5, 6 ila 10 yıl önce çok sayıda arı, uğur böceği ve diğer böcekler vardı. Bu yıl bahçemde sadece bir çift yaban arısı var. Tek bir uğur böceği yok, böceklerin ölmekte olduklarını görebiliyorum, doğayı öldürüyoruz. Dolayısıyla benim için Tevhid’in işlevi ve anlamı, flora ve faunanın bu hayatta kalması anlamına geliyor, çünkü bizim hayatta kalmamız buna bağlı. Bu yüzden her kavramın bu şekilde yorumlanması gerektiğini düşünüyorum. Aynı şeyin Sünnet için de geçerli olduğunu söyleyeceğim. Sünnet söz konusu olduğunda Peygamber’in fiziksel niteliklerine çok dikkat ederiz. Peygamber’in nasıl göründüğünü biliyoruz, eğer sakalı varsa, bizim de sakalımız olmalı. O bir cübbe giyiyordu, bu yüzden biz de bir cübbe giymeliyiz. Ama aslında Sünnet’te önemli olan onun sağladığı kavramsal çerçevedir. Sünnetteki iki veya üç büyük olaya bakalım. İlk olay, diyelim ki, Mekke’nin fethi. Peygamber, kendisini şehirden çıkaran, kendisine defalarca savaş açan, yandaşlarına işkence eden Mekkelilere gelince, “Size ne yapayım” diye sorar. Onlar da: “Sen iyi bir kardeşsin, iyilik yaparsın.” O da: “Bugün affedildiniz” diyor. Yani bağışlama, peygamberin bize öğrettiği kavramdır. Bu, kendi bağlamında vâzettiği her şeyden daha kapsamlı bir kavramdır. Onun yedinci yüzyılda yaşadığı devirde, belli bir teknoloji olduğunu, Mekke’de belli bir ekonomik faaliyetin devam ettiğini unutmamalıyız. O’nun yaşantısının fiziksel yönleri evrensel değildir, Sünnet’te evrensel olan bağışlama kavramıdır. Veya Kureyş ile müzakere ettiği Hudeybiye antlaşmasını alalım. Şartlar üzerinde anlaşıyorlar ve sonra yazmaya başlıyorlar. Allah’ın adıyla ve Kureyş, Hayır, Allah’ın adı olamaz, çünkü biz Allah’a inanmıyoruz, yoksa sizinle savaşmazdık derler. Peygamber kabul eder ve sonra kâtip şöyle yazar: Bu, Allah’ın Peygamberi Hz. Muhammed ile yapılan bir sözleşmedir. Kureyş diyor ama biz seni peygamber kabul etmiyoruz. Yanında duranlar, muhtemelen Hz. Ömer ve Hz. Ali, kılıcını çekmeye başlarlar. Çünkü bu onlar için temel bir ilkedir. Ancak peygamber, kâtip bunun üzerini çizmeyi reddetse de, kabul eder. Peygamber kalemi alır ve kendisi çizer. Bize öğrettiği şey, daha iyi bir anlayış için barış için bir araya gelmek için temellerinizden bile ödün vermeniz gereken durumlar olduğudur. Her zaman kendi konumunuza bağlı kalamazsınız, onun hakkında ne düşünürseniz düşünün, ne kadar iyi olduğunu düşünürseniz düşünün ve sizin için ne kadar önemli olursa olsun, barış yapmak veya hayatta kalmanız için uzlaşmak zorunda kalınacak bazı zamanlar olacaktır.
Hicrete bakalım. Peygamber’in ilk biyografisini yazan İbn İshak’tan öğreniyoruz. Peygamber Hicret’i planlamış, Akabe’ye gitmiş, orada kendisine kötü muamele yapılmış, sonra Yesriblilerle pazarlık etmiştir. Ve sonra Kureyş’i şaşırtan Yesrib’e hicret oldu. Ama bir an o zamana dönelim ve Hicret’i düşünelim. Müslüman topluluğu çok küçüktü, Mekke’de yaklaşık 300-400 Müslüman vardı. Aslında Hicret için yapılmış olan gerekli planlama inanılmazdı, zirâ Müslümanlar bir gün kalkıp Medine’ye gitmediler, Peygamber’in kendisi oraya taşınmadan çok önce Medine’ye taşınmaya başladılar. Ve rotayı çok detaylı bir şekilde planladılar. Çünkü unutmayalım ki Mekke’den Medine’ye yaklaşık 300 mil, çok çetin bir yoldur. Bu nedenle, önceden gerekli izinlerin alınması ve yolculukta gerekecek yiyeceklerin yerleştirilmesi gerekiyordu (düşmanı yanıltmak için). Farklı bir rota da oluşturdular. Dolayısıyla Hicret’te düşünülen planlama ve geleceğe yönelik hazırlıklar fevkaladedir. Peki, alınacak dersler nelerdir? Hicretten alınan kavramsal ders, planlama ve geleceğe yönelik hazırlığın esas olduğudur. Bir de hicretin diğer kısmı var, muhacirler geldiğinde, Ensarlar ve Muhacirlerin bir araya gelmesi ve şehrin refahı için topluca çalışmaları. Öğretilen şey, göçün iyi bir şey olduğu, ev sahibi toplumun göçmenleri hoş karşılamak ve onlara kötü davranmaması gerektiğidir. Medine’nin güçlü bir topluluk haline gelmesinin tek nedeni; ev sahibi topluluk olan Ensar’ın, Muhacirleri eşit kız ve erkek kardeşleri olarak görmeleridir. Eğer Medine Anayasasını incelerseniz, öğretilen dersler nelerdir? Tarihteki ilk anayasa. Çoğulluk ve kapsayıcılık, bir topluluk oluşturmaiçin hayatî öneme sahiptir. Herkes isimleriyle Medine Anayasası’na dahil edilmiştir; Yahudiler, Hıristiyanlar, Sabiiler, onların kabileleri, alt kabileleri vs. Yani bu sadece Müslümanlar için iyi olan bir İslami devletin anayasası değil, herkesin eşit muamele gördüğü kapsayıcı, çoğulcu bir toplumun anayasasıdır. Sünnetten almamız gereken dersler bunlardır.
Dolayısıyla hem Kur’an açısından hem de Sünnet açısından Müslüman alimler ve entelektüeller olarak yapmamız gereken, onlara kavramsal ve gelecek perspektifinden bakmaktır. Temel kaynaklarımıza yalnızca tarihsel perspektiften bakma eğilimindeyiz. Neden? Çünkü tarihi öğrenmek kolaydır. Gelecek bilgisi yoktur. O bir hiçliktir. Verileri yoktur. Bu nedenle geleceği düşünmekte zorlanıyoruz. Üniversitelerdeki bölümlerden bahsediyorduk. Çoğu üniversitenin tarih bölümleri vardır, ancak Gelecek Bölümü’ne sahip hiçbir üniversite yoktur. Oysa herhangi bir üniversitenin mezunları tarihte değil, şimdiki zamandan farklı olacak olan gelecekte çalışacaklar. Ama biz bunu öğretmiyoruz. Yani bir nevi Kur’an ve Sünnet’e geri dönmemiz gerekiyor ama onlardan çıkarmamız gereken dersler, tarih için değil, gelecek için dersler olmalı. Çünkü gittiğimiz yer orası, hareket ettiğimiz yer orası ve çağdaş zamanlar bile hızla değişiyor. Bu, postnormal zamanlar teorimin temel derslerinden biri; günümüzde değişim sadece ivme kazanmakla kalmıyor, değişimin doğası da değişiyor. Yani, şimdi olmakta olan birşey hızla değişiyor. Bir şey planlıyorsanız, meydana gelen değişimi ve gelecekte olacak değişimi dikkate almalısınız ki bu oldukça güç bir iştir. Zira tarihte böylesi bir meydan okumayla hiç karşılaşmadık. Bu, günümüze özgü benzersiz bir meydan okumadır. Bu yüzden Kur’an ve Sünnete nasıl yaklaşmamız gerektiğini gözden geçirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Ankara’da bir Kur’an konferansına katıldım, tam hatırlayamıyorum altı ya da yedi yıl önceydi. Dünyanın her yerinden, Müslüman dünyasının her köşesinden alimler geldiğini hatırlıyorum ve hepsi özünde gelenekçi idi. Ankara’ya uçarken başıma ilginç bir şey geldi. Türk Havayolları uçağında yanımda Çinli bir bilim adamı oturuyordu. Abdul Haleem’in Kur’an tercümesini okuyordum. Bana, ne okuyorsun diye sordu. Ben Kur’an-ı Kerim tercümesini okuyorum dedim. Vahiy hakkında konuştuk. Peygamber’in Hira mağarasında bulunduğu sırada Cebrail’in gelip okumasını istediğini anlattım. Şaşkınlıkla sordu: Buna inanıyor musun? Hem de bir üniversite hocası olacak! Bu bana, vahyin, Kur’an’ın ne olduğu hakkında temel bir tarifimiz veya teorimiz bile olmadığını fark etmemi sağladı. Eğer bir teorimiz olsaydı, tamamen farklı bir gelenekten gelen diğerlerine karşı rasyonel bir açıklama getirebileceğimizi farketmemi sağladı. Kur’an’ın ne olduğunu, nasıl ve neden ona belirli bir şekilde yaklaşmamız gerektiğini ve neden ona her zaman tek bir açıdan yaklaştığımızı büyük ölçüde yeniden düşünmemiz gerekiyor.

İslam’ın sadece bir inanç sistemi olmadığını söylediniz bir ifadenizde. Aynı zamanda bir problem çözme sistemidir. Peki, İslam’ı diğerlerinden farklı kılan meseleleri konuşma ve çözme tarzı nasıldır? Yani dünyada birçok din var, birçok felsefi düşünce var. İnsanlar, inançları ve felsefi düşünceleri bilerek veya bilmeyerek Hristiyan, Hinduizm veya Budizm için farklı şeyler uyguluyorlar. Peki, İslam onlardan nasıl farklılaşıyor?

Evet. İslam sadece bir inanç sistemi değildir. Her şeyden önce bir dünya görüşüdür; dünyaya bakmanın ve onu şekillendirmenin bir yolu. Peki, İslam’ın dünya görüşü nereden geliyor? Tevhid, Hilafet ve ilm gibi diğer temel Kur’an kavramlarından geliyor. İslam’ın dünya görüşleri, dünya ile ilişki kurmak ve onu şekillendirmekle ilgilidir. Benzer şekilde, modernitede bir dünya görüşüdür ve modernite dünyayla ilişki kurmuş ve onu kendi kriterlerine göre şekillendirmiştir ve dolayısıyla modern bir dünyada yaşıyoruz. Postmodernizm de bir dünya görüşü olarak ortaya çıkmıştır. Ve yine temel varsayımları üzerinden dünyayı şekillendirmeye çalışmıştır. Böylece kendimizi kısmen modern, kısmen de postmodern bir dünyada yaşar buluyoruz. Demek istediğim, hatırlarsanız postmodernizmde, gerçek görecelidir ve şimdi tüm gerçeklerin göreceli olduğu varsayımının mantıksal doruğuna ulaştık, tüm gerçekler görecelidir ve sonuç olarak post-gerçek var ve sahte haberler ve alternatif veriler var ve bu, postmodernizmin dünya görüşünün bir ürünüdür. İslam’ı bir dünya görüşü olarak görüyoruz, ancak dünya ile ilişki kurmuyoruz. Dünya ile ritüalistik anlamda ilişki kurma eğilimindeyiz. Bir Müslüman cemaati bir araya gelince ilk yaptıkları şey ne oluyor, cami inşa ediyorlar. Ama öncelikle içinde yaşadığımız toplumun sorunlarının neler olduğunu ve bu sorunları nasıl çözebiliriz diye sormaları gerektiğini söyleyeceğim. Ancak ondan sonra ritüellere odaklanırsınız. Bu yüzden ilk ve her şeyden önce İslam’ı bir problem çözme metodolojisi olarak görmeliyiz. Şeriat’a bakarsanız veya İslam medeniyetinde mesela cebir ilmi gibi, bilim ve teknolojinin nasıl geliştiğine, klasik dönemde İslam’ın, Müslümanları,sorunlarını çözmek için nasıl motive ettiğini görebilirsiniz. Cebir, miras sorununun çözümüydü. İslam’da miras fikri, servetin dağıtılması sorununu çözmekti, bu nedenle servet tek elde ve tek ailede birikmemeli idi ve cebir, tüm miras ve serveti pay etme sorunlarına cevap olarak geliştirildi. Şeriat büyük ölçüde bir problem çözme kuruluşudur. İçtihat bir problem çözme kavramıdır. Değişime nasıl uyum sağlarsınız? İctihad yoluyla; İslam çerçevesinde, temel değişim kavramı. Ve bize, belli bir zamanda helal saydığımız şeylerin daha sonra haram olabileceğini öğretiyor. Helal ve haram kavramları sabit değildir, ancak ictihadı kullanırsanız bunların dinamik kavramlar olduğunu görebiliriz. Bir göl düşünelim, tatlı su gölü. Tatlı su gölü çok helal bir nesnedir. İnsanlar içme amacıyla ondan tatlı su alırlar, hayvanlar gelir ve ondan içerler. Şimdi o gölü 100 yıl süre ile terk edelim, geri geldiğimizde haram, çünkü artık tatlı su gölü değil. Durgun su, ondan içemezsiniz, hayvanlar ondan içmez, çünkü onun durgun, zehirsu olduğunun farkına varırlar. Yani belli bir süre sonra, bir şeyle meşgul olmazsan, başlangıçta helal olan o şey, belki de sen sabit bıraktığın için haram olur. Dolayısıyla sürekli olarak olaylarla ilgilenmeli ve İslami kavramlara dinamik bir bakış açısıyla bakmalıyız. Kur’an ebedidir diyorsak, kavramlarının anlamı zamanla kısıtlanamaz. Sürekli olarak yeniden yorumlanmasına ihtiyaç duyulur. Dolayısıyla esasen İslami kavramları sürekli olarak yeniden incelememiz ve değişime uyum sağlamamız gerekiyor. Tüm hayatımı değişimi araştırmaya adadım. Gelecekle ilgili çalışmalara olan ilgim de buradan geliyor. Çünkü değişim sizi geriye değil ileriye bakmaya zorlar. Ve bazı büyük entelektüel düşünürlerimiz de değişimle çok ilgiliydiler. İbn Haldun’a bakın, onun tarihteki döngüsel hareket teorisi, özünde bir değişim teorisidir. Dediği gibi, değişim dört nesilde gerçekleşir. İlk nesil fikir ve zenginlik üretir. İkinci nesil buna biraz katkıda bulunur, yaşamını sürdürür ve birinci neslin fikirlerinden gelişir. Üçüncü nesil hiçbir şey eklemez, ancak önceki neslin ürettiği tüm fikirleri ve zenginliği kullanır. Böylece dördüncü nesil geriler. Ve sonra döngü kendini tekrar eder. Bu, aynı zamanda gelecek nesli nasıl algılayabileceğinize dair bir teoridir. Hem geçmiş hem de gelecek Müslüman entelektüelleri suçlamak isteseydim, onların, içtihadın çok temel bir rol oynadığı İslam’ın dinamik yönlerini gözden kaçırdıklarını söylerdim. İctihad, sadece seyahat ederken, beş veya üç rekât namaz kılmanızla ilgili değildir. Günümüzde içtihad, biyomühendislik, iklim değişikliği ve yapay zekâ konularında ne yaptığınızla ilgili olmalıdır. İçtihad, ciddi iklim kriziyle karşı karşıya kalacak bir dünyada nasıl ilerleyeceğimizi belirlemektir. Su kıtlığının İslami çözümü nedir? İstanbul gibi bir şehrin bile 10-15-20 yıl içinde suyu tükenecektir. Pekçok şehrin suyu halihazırda tükeniyor. Hindistan’da Chennai. Capetown’da iki yıl önce su tükendi. Ve bazı yerlerde deniz seviyesinin yükselmesi büyük felaketlere neden oluyor. Endonezya’nın başkenti Jakarta batıyor. Beş ila on yıl içinde Jakarta Endonezya’nın başkenti olmayacak; Endonezya’nın başkenti, Borneo’daki Doğu Kalimantan’da yer alacak. O halde bu sorunlara bakmamız ve burada İslami -yani adil ve etik olan- çözüm nedir dememiz gerekiyor. Örneğin, su açısından tarihsel olarak Müslümanların su yönetimine büyük önem verdiklerini biliyoruz. Öyle ki 15. yüzyılda Osmanlılar, Boğaz’ın iki farklı yöne aktığını, üst katmanın bir yöne, alt katmanın başka yöne gittiğini biliyorlardı. Bu yüzden kanalizasyon sistemini kurarken, okyanusa gitmesini sağlamak için kanalizasyon sistemini en alta boşalttılar. Bugün su yönetimiyle hiç ilgilenmiyoruz. Kesinlikle ilgilenmiyoruz. Ve bu, günümüzün acil bir ihtiyacı. Bugünün sorununa İslami açıdan acilen eğilmemiz gerekiyor.

2019 da yayınlanan İslamilik endeksi isminde bir rapor var.

İslamilik endeksi…

Listenin başlında Yeni Zelanda geliyor. Ve bu endekste ülkeler;ekonomiye, uluslararası ilişkilere, yönetimine göre değerlendiriliyor ve bunlar,İslamilik skalası olarak sunuluyor. Yani burada değerlendirilen birçok şey var. Şunu sormak istiyorum, bu kriterler ülkelerin ‘İslamilik’lerini ortaya koymak için yeterli midir? Müslüman ülke demek için kriterler yeterli mi? Hristiyan bir ülkenin Müslüman bir ülke olması mümkün mü?

İslamilik endeksinin hem iyi hem de kötü yanı var. İyi yanı, İslami bakış açısının da bir parçası olan refah, eğitim, çevre, sosyal refah gibi belirli kriterleri alıp çeşitli endekslere bakarsanız, hangi ülkelerin bu kriterleri karşılayıp hangilerinin karşılamadığını görebilirsiniz. Ve tabiî ki, batı ülkeleri üstlerde yer alıyor. On dokuzuncu yüzyılın başlarında Fransa’yı ziyaret eden Al-Tahtawi’nin Paris’te Bir İmam adlı ünlü kitabını hatırlatıyor. Fransa’dan çok etkilenen ve Fransa’nın Mısır’dan daha fazla İslam olduğunu düşünen Mısırlı bir alimdir. Her şey ne görmek istediğinize ve neyi ölçtüğünüze bağlıdır.
İslami açıdan affetmeyi ölçen bir endeksiniz varsa, zirveye çıkacak ülke Güney Afrika olacaktır, çünkü ciddi tarihi mağduriyetleri olan farklı toplulukları bir araya getiren Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu kurdular. Ya da hayırseverliği ölçen bir endeksiniz varsa, sanırım birkaç Müslüman ülke zirveye çıkacaktır. İngiltere’de hayırsever bağışlar ölçüldüğünde, İngiltere’deki Müslüman topluluğun her zaman en başta geldiğini biliyorum. İslamilik endeksinin gerçekte ölçtüğü şey, modernitenin kurumlarıdır. Bu yüzden Yeni Zelanda veya İrlanda her zaman önde gelir. Ama eğer İslamilik endeksi ırkçılığı da ölçseydi, İrlanda çok ırkçı bir toplum olduğu için, en altta veya altlarda bir yerde olacaktı. Ve Amerika, biliyoruz, hiçbir şekilde yukarılarda bir yerde olmayacak. Irkçılığın Amerikan toplumunda derinden kök saldığını biliyoruz. Veya İslamilik endeksi faşizmin yükselişini de ölçseydi, sıralama tamamen farklı olacaktı. Fransa’da seçmenlerin 1/3’ünün faşist bir parti olan Ulusal Cephe’yi desteklediğini biliyoruz, açların aşırı sağ bir parti tarafından yönlendirildiğini biliyoruz, İtalya’da, Almanya’da, İspanya’da faşizmin yükselişte olduğunu biliyoruz. Yani faşizmi kriter alırsak Müslüman ülkenin çoğu üst sıralarda yer alacak, çünkü Müslüman ülkelerde diktatörler var ama faşistler yok. Faşizm hiçbir zaman Müslüman toplumların bir parçası olmadı. Her ne kadar bizim çok kötü diktatörlerimiz oldu -ve halen de var-ise de onların milliyetçi, ırkçı bir ideolojileri olmadı, onlar sadece güce aç,kötü adamlar. Dolayısıyla İslamilik endeksinin faydalı bir araç olduğunu düşünüyorum ama aslında bize pek bir şey söylemiyor. İnsani Gelişme Endeksi’nden üniversiteler arası sıralamalara kadar tüm sıralamaların belirli bir tarafgirlik taşıdığını ve sıralamanın büyük ölçüde modernite kavramlarını esas aldığı için tarafgirliğin esasen batıya doğru olduğunu bilmemiz gerekiyor.

Peki, bu noktadan hareketle, çoğunluğu Müslüman olan ülkelerde yaşanan sorunları nasıl değerlendiriyorsunuz? Yani Adalet, ekonomik hayat, temel insan hakları gibi?

Bence temelde toplumumuzun sorunu siyaset ve yönetim ile başlıyor. Hesap verebilir bir şekilde yönetmeyi öğrenemedik.

En büyük problem ne?

Hesap verebilirlik en büyük sorundur. İktidarın hesap verebilirliğini sağlayamazsanız, iktidara nasıl gelirsiniz? Burada uzun bir geçmişimiz var. Mesela Abbasilere baktığımızda İslam’ın sözde Altın Çağı, Abbasilerin oldukça diktatörce davrandıklarını ve iktidara gelmek için birbirlerini öldürmekten mutlu olduklarını görüyorsunuz. Ve tabiî ondan önce Emeviler ve sonra da Osmanlılar… Hulefâ-i Raşidîn’den sonra hesap verebilir ve katılımcı bir yönetim fikrine sahip olamadık. Buna rağmen icma ve şura kavramları İslam’ın merkezinde yer almaya devam ediyor. Peki, Peygamber icmayı nasıl uyguladı? Herkesi camiye çağırır, istişare eder ve ortak bir karara varılırdı. Ancak bunu, toplulukta sadece birkaç bin Müslüman olduğu için yapabildi. Cuma namazındaki ikinci hutbe de siyasi bir söylem işlevi gördü. Peygamber işte bu şekilde icma yapmıştır. Şimdi 2,5 milyar insanız. Bu yüzden icmayı gerçekleştirip uygulamaya koymak için farklı bir mekanizma bulmalıyız. Şimdi, uzlaşmanın uymacılık olmadığını anlamamız gerekiyor. İcmayı eleştirenlerin çoğu, herkesin aynı şey üzerinde uzlaştığının pek de özgün bir düşünce içermediğini düşünür. Ancak icma, muhalif ve farklı görüşleri barındıran bir oy birliği oluşturma kavramıdır; pek çok tartışma ve müzakereden sonra topluca en iyi sonuca varmak; en iyi ilerleme usulü. Yani toplumda bir ahenk var, farklılıklara saygı duyuyorsunuz ama ortak kararvar. Bu toplu karara nasıl ulaşırız? Bu, günümüzün önemli bir sorunudur. Bence çoğu Müslüman ülke için sorun aslında siyasetle başlıyor. Siyaset yapmayı bilmiyoruz ve siyasetin sadece güçle ilgili olduğunu düşünüyoruz ama aynı zamanda gücü de anlamıyoruz. Gücün sadece siyasi güçten, ordudan ve bunun gibi şeylerden geldiğini düşünüyoruz.
Ancak güç, aynı zamanda bir dizi başka şeylerden de gelir. Güç teknolojiden gelir. Güç ekonomiden gelir. Ama güç aynı zamanda temsilden gelir. Nasıl temsil ediliyorsunuz? Kendinizi temsil edebiliyor musunuz? Oryantalizmin gücü, Oryantalizmin Müslümanları belirli bir algı ile temsil etmesi ve Müslümanların kendilerini temsil etmesine izin vermemesiydi. Dolayısıyla temsil bir güç kaynağıdır. Kültür bir güç kaynağıdır. Neden hepimiz Shakespeare ve Jane Austin gibi dünyadaki her üniversitede okutulan yazarları okuyoruz? Bu, Batı’nın kültürel gücü. Bu, Shakespeare veya Austin’i okumamamız gerektiği anlamına gelmiyor. Ancak kendi edebiyatımızın batı üniversitelerinde incelenmediği gibi kendi üniversitelerimizde de neredeyse hiç okutulmadığını belirtmek içindir. Dünyada kaç üniversitede -Türkiye dışında- Yunus Emre dersi var, cevap; sıfır. Neden, çünkü kültür gücü çok önemli. Benim için çok önemli şairler olan Galib ve İkbal’i ele alalım. Onları evrensel şairler olarak görüyorum ama onlar sadece Pakistan’da okutuluyor. Batı’da okutulmuyorlar, Batı’da, onları öğrencilerin dikkatlerine getirmek için değerlendirmiyorlar. Ama kültürel güçte bir kayma var. Ekonomik ve teknolojik gücün Amerika Birleşik Devletleri’nden Çin, Hindistan, Türkiye ve Brezilya’ya vb. ülkelere kaymasından bahsediyoruz. Ama kültürel güçte de bir kayma var. Bir örnek, film ve televizyon. Yaklaşık 20 yıl önce Bollywood, Müslüman toplumlar üzerinde büyük bir etkiye sahipti. Her yerde Bollywood filmleri vardı. Bugün Türk televizyon dizisinin Müslüman Toplumlarda Bollywood’dan daha fazla etkisi var. Mesela Diriliş Ertuğrul. 2 milyardan fazla kişi tarafından izlendi. Örneğin Pakistan’da bu dizideki karakterlerin heykelleri var, sokaklara ve restoranlara Ertuğrul’un adı veriliyor. Malezya’dan Amerika Birleşik Devletleri’ndeki, İngiltere’deki ve Avrupa’daki Müslüman topluluklara kadar insanlar onu izliyor. Yani bu kültür gücü son 20 yılda meydana gelen bir değişim. Türk sineması Müslüman Toplumlardaki kültürel gücü Bollywood’dan uzaklaştırdı. Bu nasıl ve neden olduğunun cevabı çok basit. İslami temalar ön plana alındığı için İslami temalarla özdeşleşen Müslüman izleyicilere hitap ediyor. Örneğin Yunus Emre ile ilgili bir dizi ya da Sultan Abdülhamid ile ilgili bir dizi izlediğinde, dünyadaki Müslümanların çoğu, olayları ve İslami içeriği hemen tanıyacaktır. Ekranda kendi tarihlerini görmeye açlar, karakterlerin mücadeleleriyle özdeşleşiyorlar ve onu hemen kucaklıyorlar. Ve iyi yapılırsa -Diriliş Ertuğrul gibi-buda katkı oluyor. Bence kültür gücünün artık kaymakta olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Kültürel gücün büyük bir kısmı aslında Müslümanların da ellerine geçiyor. İçeriğimizi üretmek için başkalarına bağımlı olmak yerine kendi içeriğimizi üretiyoruz. Türk dizileri çok popüler olduğu gibi Pakistan dizileri de çok popüler. Hindistan’da insanlar, Bollywood filmlerinden ziyade Pakistan dizilerini izliyorlar.

Kültür emperyalizminden bahsediyorsunuz, sadece TV ve kitaplarla, normal kurguyla alakalı değil.

Demek istediğim, çok şey değişiyor artık…

Kültür emperyalizminin sorunlarını nasıl durdurabilir veya önleyebiliriz diye sormak istiyoruz. Yani bugün Batı kültür emperyalizminin tüm Müslüman toplumunda çok belirgin olduğunu görüyoruz. Peki nasıl durdurabiliriz?

Bence takdir etmeliyiz. Daha önce üzerinde vurgu yaptığım bir şey var, günümüzde olanların çok hızlı gelişmesi… Hız, kapsam, ölçek ve eşzamanlılık. Yani kültür gücü çok hızlı bir şekilde değişebilir. Ve yine Türk dizileri örneğinde, bunun ne kadar hızlı değiştiğinin iyi bir örneği olduğunu düşünüyorum. Bollywood’un 1950’lerden yaklaşık 2010’a kadar Müslüman toplumlara hâkim olduğunu unutmayın, ancak o zaman gerileme başladı, özellikle YouTube’a erişim ve Netflix ve benzerinin ortaya çıkmasıyla. Dolayısıyla her şey çok hızlı değişebiliyor ve her zaman hem uyanık hem de değişime hazır olmak zorundayız. Ancak şimdiki soru, kültürel olarak daha alakalı içeriği nasıl üreteceğimizdir. Örneğin müziğin haram olduğunu düşünürsek, yani Allah kulaklarımızı boşuna yaratmıştır ve Kur’an’ı dinlemenin bir işlevi yoktur çünkü Kur’an da çok ritmik bir sesdir. Bizim danslarımız haram mı? Veya tiyatro? Böyle düşünürsek elbette kültür üretemeyiz ve kültür emperyalizminden hep zarar görürüz. Allah, bize, estetiği görmemiz ve takdir etmemiz için gözler vermiştir. Allah, bize, sesi ve müziği takdir etmemiz için kulaklar vermiştir. Dans, insan vücudu için çok önemlidir. O halde sanatın, estetiğin ve kültürün bizim için ne anlama geldiğini yeniden düşünmemiz ve kültürel eserleri teşvik etmemiz gerekiyor. Ancak Müslüman toplumlarda kültürel faaliyetlerde bir yükselme var. Sanat, Türkiye, Pakistan, Malezya, Endonezya, Fas’ta gelişiyor. Yerel müziklerde… Mesela Fas müziğinin son 10 ve 15 yılda Fransız müziğine etkisi inanılmaz, mağribî müziği artık Fransız müzik kültürünün ayrılmaz bir parçası. Yani kültürel kaymalar oluyor, ekonomik güç kaymaları oluyor ama Müslüman dünyasına fiziksel ve ekonomik güç ve siyasi güçte pek kayma olmuyor. Ve bunun bir sebebi, hesap verebilirlik ve uygun yönetişim eksikliğimiz ve bölünmüşlüğümüzdür.

Şimdi şunu sormak istiyoruz. Türkiye’nin özellikle Osmanlı Devleti nedeniyle görüldüğünü biliyoruz, lider bir ülke ve önde gelen ülke gibi görünüyor. Osmanlı’nın Müslüman dünyasını temsil ettiği ve Osmanlı’nın uzun bir süre Müslüman dünyasına öncülük etmesi nedeniyle. Müslüman dünyası için Türkiye, özellikle Müslüman ülkeler için dünyanın önde gelen ülkesidir. Bunun için olumsuz ve olumlu yorumlarınız nelerdir?

Osmanlı imparatorluğu mu?

Türkiye için demek istedik.

Öncelikle Osmanlı’nın dirilişi hakkında bir yorum yapayım. Bence Türkiye’de Osmanlı dirilişinin yarattığı tehlike, nostaljiye dönüşmesi. Hatırlarsanız, her şeye eleştirel bir gözle bakmamız gerektiğinden bahsetmiştim. O halde Osmanlı tarihine de çok eleştirel bir gözle bakmamız gerekiyor, iyi ve kötü yanlarını,böylece iyi yanlarını geliştirip yüceltelim. Sadece nostalji olarak kalırsa, bazı insanlar bunu propaganda olarak görecektir. O halde yapmanız gereken, Osmanlı’nın yeniden canlanmasını eleştirel bir bakış açısıyla temsil ederek ve onu nostaljiden ziyade yaşayan bir gelenek haline getirmektir. O halde Osmanlı sanat ve zanaatları, mimari ve teknolojisi, ilim ve Osmanlı kültürü gibi iyi yanların yeniden canlandırılma gereği vardır. Yaşayan bir kültür olması için müzelerde kalamaz. Ama şunu da kabul etmeliyiz ki Osmanlı İmparatorluğu’nda her şey iyi değildi ve aslında eleştirel olup dürüst olup Osmanlı’da nelerin zararlı olduğunu göstermek gerekir. Ve temelde iyi olanı teşvik etmek… Ayrıca Osmanlı kültür ve medeniyetini bir insan kültürü ve medeniyeti olarak görmemiz ve bütün insan topluluklarında olduğu gibi sağdan ve soldan, iyi ve kötü insanlar olduğunu, bizim de hesap verebilirlik ve otoriterlik vb. sorunlarınolduğunu kabul etmemiz gerekecek. Osmanlı toplumu da aynıydı. Ve yapmamız gereken şey, iyi olanı geliştirmek ve kötü olanı işaret etmek. Benim asıl endişem, Osmanlı dirilişi, insanlar tarafından propaganda olarak görülüyor, çünkü eleştirel bir şekilde değil, nostaljik olarak yansıtılıyor. İkincisi, Türkiye’nin Müslüman dünyasının lideri olabilecek bir konumda olduğunu düşünüyorum. Bazı göstergeler var, örneğin, bilimsel makalelere ve sıralamaya bakarsanız, Türkiye’nin diğerlerine göre daha fazla patent, hakemli dergilerde daha fazla bilimsel ve daha fazla teknik makale ürettiği için sıralamada Müslüman ülkeler arasında birinci sırada olduğunu göreceksiniz. Ayrıca, tarımsal ve bazı imalat sanayi ürünlerinin ihracatına bakarsanız, yine Türkiye en önde gelen Müslüman ülkelerden biri olarak çıkıyor. Son 20 yıldır çoğu Müslüman ülkenin yaşamadığı bir siyasi istikrar var. Yani, kesinlikle avantajlar var, ancak liderliğin çalışılarak kazanılması gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’ye kendiliğinden gelecek bir şey değil. Ve bu liderliği kazanmak için Türkiye’nin şu anda sorgulanan yönetimdeki hesap verebilirlik gibi belirli şeyleri göstermesi gerekiyor. Şu anda Suudi Arabistan’da diktatörlük ve mutlak monarşi var, hesap verme sorumluluğu yok diyoruz, o zaman Türkiye’nin zirveye çıkması için iyi yönetişim ve hesap verebilirlik göstermesi gerekiyor. Sadece hesap verilebilir olduğunuzu söylemek yeterli değil, aslında fiiliyatta tüm Müslüman dünyasındaki insanlara hesap verebilir olduğunuzu göstermeniz gerekir. Ardından Türkiye’nin, kültür gücünü daha etkin kullanması gerekiyor. Yani iki milyar kişinin izlediği Diriliş Ertuğrul’u yaptık demek yetmez. Sürekli olarak yüksek kalitede kültürel ürünler üretmeniz gerekiyor. Yani kültürel gücü etkin bir şekilde kullanmanız gerekiyor. Ve lider üstlenecek Müslüman ülkeleri bir araya getirmemiz gerekiyor. Şimdi elimizde, Müslüman toplumların tüm eksikliklerini yansıttığı için temelde Müslüman dünya kadar kötü olan İslam Konferans Teşkilatıvar. O halde Türkiye’nin, insanları, toplulukları ve ülkeleri bir araya getirmede liderlik rolü üstlenmesi gerekiyor. Bir zamanlar Türkiye, İran ve Pakistan’ı bir araya getiren Kalkınma İçin Bölgesel İşbirliği (RCD) programı vardı. Avrupa’da o günlerde gazeteciydim ve o zamanlar gündeme geldiğini hatırlıyorum. Pek çok insan bu ülkeler arasında bir birlik olduğu için heyecanlanır; belki genişleyerek, Avrupa Birliği gibi bir şeye benzeyecek diye düşünürdü. Ve Avrupa Birliği ile ilgili ilginç olan şey, farklı dilleri, farklı tarihleri ​​var, hepsi birlikte mücadele ediyor, bir Avrupa Birliği olarak bir araya gelebiliyorlar. En azından Arap dünyasındaki Müslümanlar aynı dili ve ortak tarihi paylaşırlar. Böylece birleşmeleri kolay olabilirdi. Ama asla olmadı. RCD uzun sürmedi. Bu yüzden günümüzde RCD gibi işbirlikçi bağlantıları geliştiren şeylere ihtiyacımız var. Birbirine bağlı olan bir dünya için temel bir gereklilik. Hiçbir ülke tüm sorunlarımızı çözmek için tüm kaynaklara sahip değil. Ve her ülke bazı sorunlarını çözmek için diğer ülkelerden girdilere ihtiyaç duyar. Bir araya gelirseniz, daha çok RCD tipi işbirlikleriniz varsa, serbest ticaret ve insan hareketi, bilim ve teknolojide işbirliği olursa, o zaman bütün ümmet faydalanır.

Burada sormak istiyoruz, özellikle Avrupa’da öyle diyorlar. Çatışma oldu. Yani 16, 17 hatta 18. yüzyılda Avrupa Birliği’nde çatışma ve mezhep çatışması vardı, kavga. Bunca yaşanandan sonra laikliğe odaklandılar. Böylece Papa’yı ve dini, siyasetin dışında tuttular, Avrupa’nın gerçek başarısının bunun için geldiğini söylüyorlar.

Laiklik?

Evet. Ortadoğu’da bunun tam tersi olduğunu da söylüyorlar. Tamam, Türkiye laik bir ülke ama İslam’ın güçlü kökleri de var ve kültürel düzeyde de olsa İslam’dan kopmak gibi bir istek söz konusu değil. İran, Suudi Arabistan için de söz konusu gibi. Mevcut yönetimlerin uygulamalarından rahatsızlık söz konusu ama bu İslam’dan uzaklaşmaya dönük bir talep değil. Ortadoğu’da geri planında ekonomik ve jeopolitik birçok sebebin olduğu bitmeyen savaşlar silsilesiyle karşı karşıyayız. Avrupa’da da savaşlar, mezhep savaşları vardı. Savaşlar durdu. Avrupa yönünü sömürge ülkelerine çevirerek iç savaşlarının yönünü değiştirmiş de oldu. Daha sonra karşılıklı bağımlılık ve işbirliğine sahip olmanın en iyi şey olduğunu düşündüler. Mezhep farklılıkları bitmese de sorunlar deep freeze’e atılmış oldu. Halklarının çoğunluğu müslüman olan coğrafyalar için de bir birlikteliğinin mümkün olduğunu düşünüyor musunuz?

Elbette laikliği düşünmek gerekiyor. Eğer laiklik basitçe insanların bir araya gelmesi ve dinleri ne olursa olsun tüm insanlara iyi hizmet veren hükümeti seçmesi anlamına geliyorsa.. Ama laiklik bir ideolojiyse, o zaman bir sorunumuz var demektir. Çünkü o zaman laiklik; esasen dinin kamusal alanda yeri olmadığını söylüyor ki bu, temelde kötü. Dine aykırıdır. Çünkü neden toplumunun bir şeye inanan kesimini kamusal alandan tamamen dışlıyorsun. Kamusal alanın bir parçası olmaya inanmayanlar kadar onların da hakları vardır. Ve daha sonra, din genellikle ahlâki ve etik soruların görüşüldüğü tek yerdir. Dolayısıyla, eğer dinin kamusal alana girmesine izin vermezseniz, o zaman önemli ahlâki ve etik konuların çoğu toplumun dışında bırakılır. Ki bu tür konuların nadiren gündeme taşındığı ve siyasetin etikten tamamen soyutlandığı Batı toplumlarında olan budur. Şu anda, mesleğini yalana dayanarak oluşturmuş, müzmin yalancı olarak bilinen bir başbakanımız var. Ama toplumda kimsenin umurunda değil, onu tekrar tekrar seçecekler çünkü ahlâk ve etik kavramları yok. Bir ideoloji olarak laiklik işte sonunda bunu sağlar. Dolayısıyla ideoloji olarak laiklik bir sorundur, ancak yönetişim için pratik bir düzenleme olarak laiklik bizim için bir sorun değil, aslında Türkiye’nin sahip olduğu şey bu. Türkiye şu anda her ikisine de sahip: Dinin toplumun iyileştirilmesine yönelik politikalar, zemin oluşturarak hizmet edebileceği bir yönetişim düzenlemesi olarak laiklik…
Ancak Avrupa’nın laiklik sayesinde ayakta kaldığını ve geliştiğini söylemek bir hayaldir. Hayır, Avrupa; emperyalizm ve sömürgecilik sayesinde ayakta kalıyor ve gelişiyor, bugün hâlâ sömürgeciliğin meyvelerini devşiriyorlar. Londra’yı gezerseniz sömürgeciliğin tüm ürünlerinin gözlerinizin önünde sergilendiğini göreceksiniz. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, emperyal güçler dünyayı kendi çıkarları için yeniden yapılandırdılar. Batı tüm bunlardan yararlandı. Ve dinin, laik Batı’nın siyasetinde hiçbir rol oynamadığını söylemek komiktir. Amerika Birleşik Devletleri çok dindar bir devlet. Birkaç on yıl öncesine kadar, Katoliklerin orada başkan olmalarına bile izin verilmiyordu. Zannediyorum Kennedy ilk Katolik başkandır. Britanya’da da en azından Katolikler ve Protestanlar arasındaki anlaşmazlık, onun yönetim biçimini şekillendirmede çok önemli bir rol oynadı. Trump yönetiminde ABD, etkili bir şekilde bir Hıristiyan evanjelik devletiydi. Önemli olan, toplumun tüm kesimlerine -farklı türlerdeki dini aidiyetlere, katı laik ideologlara ve aradaki diğer tüm inançlara- kamusal alanda eşit bir alan vermemizdir. Hepsinin siyasi sürece ve bir ülkenin yönetimine katılma konusunda eşit hakları vardır.

Her iki yorum arasında, her birini üstün olduğunu iddia ederek suçlayan bir çatışma vardır. Onlar diğerlerinden daha iyidir.

İşte sorun bu. Bizim yorumumuz sizinkinden üstün diyorsanız. Ama bizim yorumumuzun sizinki ve de diğerleri gibi bir yorum olduğunu söylüyorsanız, sorun değil. Bu şekilde ilerlememiz gerekiyor. Bu da İslam’ın oluşum aşamasına kadar gider. Şiiler ve Sünnilerin 1400 yıldır birbirlerinin yorumlarını kabul etmemiş olmaları bir utanç kaynağıdır. İslam’ın iki büyük yorumunun bir araya gelip birbirini tanımaması ve saygı duymaması büyük bir ayıptır. Her biri hakimiyet için savaşıyor. Ki bu da yine oldukça saçma. Farklılıklarımızı aşmamız gerekiyor, Şii-Sünni farklılıklarının aşılması gerekiyor çünkü bunlar çelişkili. Ve çelişkiler çözülemez ve onları çözmek için zaman harcamamalıyız. Ancak bir araya gelerek ve farklılıklarımızı tanıyarak ve saygı duyarak onları aşmalıyız. Tasavvuf hakkında da söyleyebiliriz. Pek çok modernist Müslüman tasavvufu rahatsız edici buluyor ve bundan sıkıntı duyuyor. Ama Sufizm’in Sünni İslam veya Şii’den daha az İslamî bir yorum olduğunu söyleyemezsiniz. Farklı bir yorumdur. Ve onun farklılığını kucaklamalıyız.

Serdar bey çok teşekkür ederiz. Sorularımız bu kadar ve çok memnunuz. Fütürizm çalışmalarınızdan ve özellikle fütürizmdeki eksikliklerden ve Türkiye için Müslümanlara yönelik gelecek projenizden bahsederseniz seviniriz. Fütürizm çalışmalarınız nasıl? Çalışmalarınızı ve özellikle Türkiye ve Müslümanlar için gelecekteki çalışmaları anlatabilir ve bilgi verebilirsek çok iyi olur.

Her şeyden önce fütürizm terimini kullanmamalıyız. Çünkü fütürizm, sanatta faşizmle ilişkilendirilen bir hareketti. Yani, fütürizm demeyelim. Gelecekle ilgili çalışmalar hakkında konuşuyoruz, bir değil birçok gelecek ve gelecek çalışması var ve çalışmalar tek bir disiplin değil disiplinlerarası ve disiplinlerüstü bir alan oluşturuyor. Geleceği incelemenin tüm Müslüman topluluklar için bir zorunluluk olduğunu düşünüyorum. Bu, herbir Müslüman topluluğundan bazı fertlerin edinmesi gereken bir bilgidir, aksi takdirde topluluk zarar görür. Nasıl ki bir toplumun doktoru olmazsa bütün toplum zarar görür. Ya da mühendisleriniz yoksa, tüm topluluk zarar görür. Bu anlamda gelecek çalışmaları farz-ı kifâyedir. Topluluklarımızın bazı fertleri, milletlerimizin bazı fertleri geleceği araştırmalıdır. Bu yüzden hâlâ zamanımın çoğunu, hayatımın geri kalanından da çoğu zamanımı, Müslüman toplumlarda okur yazarlığı ve gelecekle bilinçlenmesi için fiilen artırmaya adayacağım. Esas amacım bu. Uluslararası İslam Düşüncesi Enstitüsü (IIIT) için genç Müslüman alimler için gelecek çalıştayı düzenlemeye yardım ediyorum. IIIT, gelecek bilincinin, geleceğin okur yazarlığının Müslüman toplumlar için çok ama çok önemli olduğunun farkında olan ender organizasyonlardan biridir. Müslüman toplumlar tarihe ve geleneğe büyük saygı duyarlar. Ancak ileriye bakmak yerine geriye bakmayı sürdürdüğümüz için çoğu zaman tarihe aşırı değer veririz. Yani bu bir denge sorunu. Tarihin kıymetini bilmemiz gerekiyor, ama aynı zamanda gözümüzü geleceğe de dikmemiz gerekiyor. Bu yüzden zamanımın çoğunu gelecekle ilgili çalışmaları teşvik etmeye adadım, çünkü bence her Müslüman toplumdaki, her toplumdaki, her ulustaki bazı insanların geleceği keşfetmek için biraz zaman ayırması şart. Türkiye için de geçerli. Bence Türkiye’nin gerçekten gelecek için bir bakanı olmalı. Zamanın bu kavşağında Türkiye, iddia ettiğim gibi eşsiz bir konumda. Türkiye’nin bilim, teknoloji ve kültür üretiminde lider olduğunu gösteren yönleri var.
Ama aynı zamanda bir nevi gelecekle ilgili çalışmalara açılmalı ve gelecek araştırmalarına öncülük etmelidir.

Değerli yorumlarınız için teşekkür ederiz.Vakit ayırdığınız ve bizimle paylaştığınız önemli konular için çok teşekkür ederiz.

Zevkle, zevkle. İstanbul’da görüşmek dileğiyle. Sizinle konuştuğumuz ve tanıştığımız için çok memnunum. Çok teşekkürler.

Bunları da sevebilirsiniz