Sunuş (201)

Dil deyip geçmemek gerek, tüm değerleri sırtlanır. Öyle bir sırtlanır ki dil sahibinin hangi düzey, seviye ve kültür ikliminden tutun da, hangi değerleri yüklendiğine, derdine-tasasına kadar hemen her şeyi taşır da çoğu kez farkına varılmaz.

Bazen kelam olur, bazen bir yazı, bazen de bir şiir olur ‘dil’. Her ne olursa olsun, bagajı, kavmiyle, kültür ve medeniyeti, dünya görgüsü ve nezaketiyle yüklü olarak dolaşır.

Kültür ve inanç iklimi güçlendikçe ‘dil’deki seviye yükselir, rakik bir hal alır ve muhteva kazanır.  

Kabile toplumunun dili kabileyle sınırlı olduğundan, kabiledeki biri onun sınırlarını ve çeperini aşıp konuşamaz. En ulvî meseleleri bile kendi dar çerçevesine döker, kalıbını genişletme imkânlarını pek gözetmez.

Bir şeye dikkat çekmektedir vahiy ve öyle bir dil üzerine inşa etmiştir ki kendini, çeperi, kabile yapısı ve dilinin -tanımlamak şöyle dursun- anlayamayacağı kadar geniştir. Kabile dili derken kabile zihniyetini kastediyoruz aslında. Kabile sorunlarına gömülü ve sorunları kangrenleştiren, kangrenleştiği için de çözümü konusunda karamsar olunan bir noktadan değil; daha üst bir dil inşa olunmuştu.

‘Ey Kureyş’ değil, ‘Ey insanlar’… Tarihini, Mekke değil, koskoca bir İbrahimî dinler geleneği üzerine kuran bir dil. Kudretli bir dil, köklü sorunlara kudretli ilaçlar sunabilirdi.

Lakin vahyin bu dili, yine bir başka kabilenin diliyle sınırlandırıldı. Hatta vahyin dili dendiğinden ‘Arapça ve Arap harfler’ akla gelir oldu. Bu düşünce biçiminin Araplaşmayı Müslümanlaşma olarak algılaması kadar doğal ne olabilirdi ki?

Çağa damgasını vuran dil, bugün, seküler dildir. Yukarıda ‘dil’i zihniyete bağlamıştık; seküler dilin de ötesinde seküler zihniyettir. Seküler zihniyet ve seküler dilin baskısı, vahyin dilini ‘kabile anlayışı ve kabile diline’ itmiş oldu. Zihniyet devrimi yapma yatkınlığını köreltmiş olan Müslüman idrak, içe kapandı ve dil, ashâb-ı kehf’teki (geçmeyen bir para) akıbete duçar oldu.

Köksüzlük devasa bir gövdeyi kaldıracak kudrette olamadığı için, devasa bir “Müslüman Düşünce ve Dili” gövdesi bir yere yaslanmadan ayakta duramaz hale gelmişti.

Hâl böyle olunca da, ataları İbrahim’den gelen dilin yerine Aristo’ya (eski Yunan’a) dayandırılan gayet kökü-dışarıda bir dil oluşum sürecine girmişti.

Atalarımız İbrahim’in dini ve dili üzereyiz. İbranca ve Aramiceden veya Arapçadan değil; yaşadığımız çağın vicdan ve aklına hitâb edecek inancın dili üzereyiz. Bu dil bir kültür iklimine işaret ediyor, bir inanca, bir köke…

Bu dille insanı, aileyi, toplumu, siyaseti, ekonomiyi konuşacağız.

Bu dil, vahyin dili, girdiği odayı kendince bir düzen ve temizliğe sokan kişi gibi, insana ve insana dair tüm alanlarda yeniden inşaya girişecek. Tabir yerindeyse, girdiği yerin tozunu alacak, aileyi kuracak, tedbîru’l-medine, şehrin düzenine dair bir şeyler diyecek. Tek tek değil, bir bütünlüğün içerisinde tutarlılığı görülecek ve zamanla takdir edilecek.

Dergimizin bu sayısında ele almaya çalıştığımız ‘dil’ konusu, sunuşta ele aldığımız konuyla sınırlıdır demiyoruz. Ama hepten bağımsız da değil. Fakat konulara çok yönlü bakmak ve konuları çok yönlü görmeye çalışmak gerektiğini biliyor ve bu sayıya katkı sunan tüm yazarlarımıza teşekkürlerimizi sunuyoruz.

TAZİYE

Dergimiz editör ve emektarlarından Sercan Ünğan kardeşimizin muhterem babası Süleyman Ünğan vefat etmiştir. Rahmet-i Rahman hayat emanetini kendisinden almıştır. Kendisi için yüce yaratıcımızdan mağfiret diliyor, başta ailesi ve tüm sevenlerine sabr-ı cemil temenni ediyoruz.