200. Sayı Kitap Seçkisi

otorite kavramı
OTORİTE KAVRAMI-ALEXANDRE KOJEVE- ALFA YAYINLARI

“Politik iktidar, bu iktidarı temsil eden ya da cisimleştiren kişi veya kişiler aracılığıyla onu icra eden Devletin iktidarıdır. (Kelimenin geniş anlamıyla) Devlet olmaksızın, (kelimenin asıl anlamında) politik iktidar yoktur. İktidarın ‘kitle’ye aitmiş gibi göründüğü ‘demokratik’ adı verilen Devletlerde bile, iktidarı elinde tutup icra eden aslında Devlettir: Yalnız bu durumda, Devlet ‘yurttaşlar’ın bütününde cisimleşmiştir ya da bu bütün tarafından temsil edilmektedir ama burada bile, bireyler politik iktidarı, ‘özel kişiler’ olarak değil (örneğin, çocukların hiçbir politik iktidarı yoktur), ancak yurttaşlar oldukları, yani (kollektif olarak) Devleti temsil ettikleri ya da cisimleştirdikleri ölçüde elde tutarlar. Bu hususta, ‘demokratik’ bir Devletin yurttaşlarının iktidarı, bir oligarşinin ya da hatta ‘mutlak’ monarkın veya bir ‘tiran’ın, ‘diktatör’ün vs iktidarından öz itibariyle farklı değildir. Aslında, politik iktidar güce dayanabilir. Ama ilkede güçten vazgeçebilmelidir: Devletin varoluşu ancak bu durumda ‘ilineksel’ olmayacaktır, başka bir deyişle, Devlet sonsuza dek yaşayabilecektir.”

Nazi işgali altındaki Fransa’da 1940’lı yıllarda yazılan Otorite Kavramı’nda, Alexandre Kojeve bu kavramın muhtevasını, kurmuş olduğu diyalektik bağlam içerisinde tartışıyor. Kojeve, kitaba otorite problemi ve kavramının çok az incelenmiş olduğunu söyleyerek başlıyor. Bu kavramı tartışmak politik iktidar ve devlet problemi üzerine konuşmanın temelini oluşturuyor yazara göre. Otorite’yi fenemolojik, metafizik ve ontolojik analizlerle çözümlemeye çalışıp ardından birtakım çıkarımlarını paylaşıyor. Bu analizler neticesinde Skolastikler, Platon, Aristo ve Hegel’den alıntılayarak dört ana otorite tipinin olduğunu söylüyor: babanın otoritesi, yargıcın otoritesi, reisin otoritesi ve son olarak da efendinin otoritesi. Bu otorite figürleri ise kendi içlerinde birtakım varyasyonlarla çok çeşitli tiplemeler meydana getirir. Bunların aktarımı ise kendi içlerinde farklı şekillerde gerçekleşir. Yine yazara göre her Otorite zorunlu olarak tanınmış bir otoritedir; bir otoriteyi tanımamak, onu yadsımak, onu yok etmektir.

AĞUSTOS MELALİ- HÜSREV HATEMİ – DERGAH YAYINLARI
agustos-melali-husrev-hatemi-dergah-yayinlari-kc5434363-1-eb67730581f7426bb094b178bb560a0f

Sonumuzu unutmaya değil miydi?
Sonlu çizgilere o kadar bağlandığımız,
Bir güzel göz, gülünce çukurlaşan yanak
Ve bir ses şimdi süzülen anılardan
Sonumuzu unutmaya değil miydi?
Hep seni anmaya değil miydi,
Pişmanlık kanatlarını kuşandığımız?
Suçlar gururumuzu kırar, eksiltirdi
Sonra pişmanlık gelir, sana yükseltirdi…
Nedamet zevkine alıştıksa,
Hep seni anmaya değil miydi?
Ama günahla kuşanılan bu kanatlar,
Senden uzaklaştırırmış, düşünmedik.
Neyi değiştiriyor üzüntümüz?”

Hüsrev Hatemi hekim, şair, mütefekkir ve ilim adamı gibi birçok vasıfla bahsedilebilecek nevi şahsına münhasır bir yazardır. Kendisi için ‘Sınır bekçisi’ veya Türk şiirinin ve kültürünün ‘Tapu Sicil Muhafızı’ denir. Beşir Ayvazoğlu, Hüsrev Hatemi’yle ilgili şöyle der: ’Şairliğinin yanısıra seçkin bir entelektüel, unutulmuş değerleri tozlu kitaplar arasında bulup gün ışığına çıkaran bir edebiyat arkeoloğu ve bir “anılar kuyumcusu” olarak kültür dünyamızda ayrı bir yere sahip olan Hüsrev Hatemi’nin bir özelliği de, ölçüyü hiçbir zaman kaçırmadığıdır.’ Şiirlerinde toplumun geçirmiş olduğu sosyal ve toplumsal değişimin tarihi boyutlarına eğilir. Şiirlerinde çocukluğundan, gençliğine, kaybolan İstanbul’a değin birçok yönü bulunabilir.

 

 

gürültü çağında sessizlik
GÜRÜLTÜ ÇAĞINDA SESSİZLİK- ERLİNG KAGGE- ALFA YAYINLARI

“Gürültü, zihni çelen dikkat dağıtıcı sesler ve resimler ve firardaki düşüncelerimiz şeklinde gelir. Bu süre zarfında kendimizden bir şeyler yitiririz. Burada, kendimizi çok sayıda izlenimle ilişkilendirmenin yorucu olduğunu düşünmüyorum yalnızca. Bu da buna dahil olsa da kabın içinde daha fazlası var. Ekran ve klavyelerden beklentiler şeklindeki bir gürültü bağımlılık yaratır, işte bu nedenle sessizliğe ihtiyacımız vardır. Ne kadar çok rahatsız edilirsek dikkatimizin dağıtılmasını da o kadar çok dileriz. Halbuki bunun aksi söz konusu olmalıydı, ama bu çoğunlukla böyle değildir. Bir dopamin döngüsüne girer insan. Dopamin, bir beyin hücresinden diğerine sinyaller ileten kimyasal bir maddedir. Kısaca dopamin, insanın istek, arzu ve arayış içinde olmasını sağlar. Bir e-posta, mesaj veya başka bir şey gelip gelmediğini bilmeyiz ve bu nedenle neredeyse kendisini memnun etme çabası içindeki tek kollu bir haydut gibi, telefonu kontrol eder dururuz. Ama dopamin, doyuma ulaşma duygusunu vermek için programlanmamıştır, aradığın ve arzu ettiğin şeye ulaşmış olsan da yine memnun olmazsın.”

Çağa dair adlandırmaların çok çeşitli olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Bunlardan biride Kagge’nin deyimiyle ‘gürültü çağı’. Şehrin gürültüsünden, kalabalıklardan, teknolojiyle çevrilmiş hayatlarımızdan oluşan bir çağ. Bu gürültü bombardımanın içinde insanın bir an sıyrılıp nasıl sessizliğe sığınabileceğinden bahsetmeye çalışıyor yazar. Sessizlik ne demektir, nerede bulunur ve neden önemlidir sorularının cevaplarını bulmaya çalışıyor. İnsan sessizliği kendi içinde bulabilecektir, etrafından çok sayıda ses olduğu zamanlarda dahi. Bu insan için zenginleştirici bir deneyimdir ve ona yeni ufuklar açmaya yarar. Ekran klavyelerinin, e-posta veya mesaj bildirimlerinin, sosyal(!) mecraların hayatlarımızı kuşattığı bir vasatta sessizliğin büyük bir değer olduğu bir gerçek. İşte bu noktada yazar kendi deneyimleri, gözlemleri ve analizlerinden yola çıkarak ilginç çıkarımlarda bulunuyor ve okuyucuya da yol göstermeye çalışıyor.

 

 

YAŞAYAN ÖLÜMÜN MEKANLARI- LASZLO F. FÖLDENYI-VAKIFBANK YAYINLARI
YAŞAYAN ÖLÜMÜN MEKANLARI- LASZLO F. FÖLDENYI-VAKIFBANK YAYINLARI

“Nesneleri ve yaşam koşullarını olsun, soyut düşünceleri olsun, tüm yönleriyle incelemeye gayret eden biri hakkında olaya ‘etraflıca’ baktığı söylenir. Bunu yapmayan, ‘tünel görüşlü’ insan olarak nitelendirilir. Tıbbi olarak bu, görüş alanın daralması anlamına gelmektedir. Fakat görüş alanı aynı zamanda düşüncenin mekanıdır. İnsan adeta görme yoluyla dünyayı anlamlandırır. Çağdaş görme biçimi bu anlamda tünel görüşüne benzer. Modern insan kendi bütünsel görüşünü bilinçli biçimde köreltmiş, kendini gönüllü olarak budatmıştır; görüşünü, hislerini ve düşüncelerini mümkün olduğunca dar bir akarsu yatağına yönlendirmeyi denemektedir. Bu sırada dijital kültür de, ona şimdiye kadar hiç görülmemiş bir ölçekte yardımcı olmaktadır. Daha önce asla görülmemiş bir şeyin cazibesine kapılarak bir şeylerden vazgeçmiştir. Bozulup parçalanmış olan yaşam uğruna tüm yaşamdan feragat etmiştir.”

Batının ideal şehir hayali nedir? Bu soruya Agamben, Batının siyasal modeli Şehir değil Toplama Kampı’dır, Atina değil Auschwitz’dir diyor. Bu kökten bir eleştiri olsa da bu soru hala tartışılıyor. Földenyi’de kitabında bu sorunun izini sürüyor. Rönesans resimlerinden, Nazi Almanya’sının şehir planlarına, Chirico’nun gerçeküstü resimlerinden Kafka’nın bürokrasi mekanlarına uzanan bir yolculukla bu izi takip etmeye çalışıyor. Yazara göre Tanrı şehrinin karşısından şeytan şehri değil, insan şehri bulunur. Otuzlu yıllarda tıpkı Stalin’in plancılarının yaptığı gibi Albert Speer’in Nazi Almanya’sında ki yapıları da ebediyeti kuşatarak ‘Tanrı şehri’ ni insan dünyasına kuruyordu diyor yazar. Batının ideal şehir anlatılarından, uygulanmış pratik modellerine kadar birçok örneği tartışan yazara göre bu ideal şehirlerin elde kalan resimlerinde organik yaşama dair bir izin asla görülmemesi bir tesadüf değildir. Zira bunlarda amaç, yaşamın düzenlenmesi, hesaplanmayan tüm unsurların ortadan kaldırılması ve aynı zamanda da kontroldür. Sanki insan yaşamla savaşıyor gibidir.

Bunları da sevebilirsiniz