KALEMİN DANSI GÖSTERGENİN OYUNU-ABDÜLVAHAB M. EL MESSİRİ - MAHYA YAYINLARI
“Özgürlük ve zorunluluk meselesi tüm insanlar için önemlidir ve herkesi ilgilendirir fakat ben (Müslüman Dünya da dâhil olmak üzere) Üçüncü Dünya için daha önemli ve ilgili olduğunu iddia ediyorum. Bizler (aşağı yukarı Chaucer ve eseri Frankleyn gibi) modernitenin eşiğinde beklediğimizden, onu belli tarafsızlıkla değerlendirebiliriz. Biz yalnızca sekülerleşmenin silsilesini değil aynı zamanda sonuçlarını da izliyoruz (yani yabancılaşmayı, emperyalizmi, ekonomik buhranı ve şeyleşmeyi). Bizler, seküler modernite projesine görkemli bir masumiyet ve soylu bir naiflikle girişen Rönesans’ın ve Aydınlanma’nın öncü sekülerleştiricileri gibi sevinçli olamayız. Onların zamanında araçsal rasyonalite veya yapısökümcülük yoktu, T.S Eliot’ın hayal kırıklıklarıyla dolu ‘Çorak Ülke’ şiirini ya da Beckett’in absürt komedisi Godot’yu Beklerken’i okumamışlardı; henüz Nietzsche bir daha hiç çıkmamak üzere nihilizmi hayatımıza sokmamıştı; Derrida’nın aslında hiçbir şeyi göstermeyen akışkan gösterenler dünyasını tanımamışlardı. Onlar dünyanın emperyalist yağmasını, Holokost’u ya da Çernobil’i tecrübe etmemişlerdi.”
Yönetim modeli olarak demokrasiyi, ekonomik model olarak laissez-faire’yi ve evrensel felsefe olarak akılcılık ve hümanizmi benimsemiş Avrupa, liberal, aydınlanmış ve insancıl medeniyet olma vasfıyla kendini ortaya koyuyor. Peki, emperyalizm bu tablonun neresinde duruyor? Emperyalizm, hesap edilmemiş olarak ortaya çıkan bir araz mıdır sadece? Messiri’ye göre bu felsefeler ile emperyalizm arasında çok sıkı bağlar vardır. Bunun farkına varmak için epistemolojik düzleme yoğunlaşılmalıdır. Yine Messiri’ye göre sekülerizm, öne sürülen şekliyle din ve devletin ayrımı olmayıp daha çok epistemolojik ve etik mutlak değerlerin yeryüzünden silinmesidir. Kitap dâhilinde yazar batılı emperyalist epistemolojik tasavvurun köklerini araştırıp tartışmaya çalışıyor. Şu ana kadar birkaç kitabı Türkçeye kazandırılmış olan yazar, özgün fikri çabasıyla göz önünde bulundurulması gereken önemli bir düşünür.
EĞİTİLMİŞ İNSANIN İMALİ- ADEM İNCE – İNSAN YAYINLARI
“Eğitimin bahsi edilen efsunlu karakterinin onun yapabildiklerini ve yapamadıklarını anlama noktasında da zihinlerimizde aşılması zor bariyerler inşa ettiği açıktır. Bu cümleden olmak üzere eğitimin, yeteneklerin keşfedilmesini sağlayan hususiyetlerinin yanında postmodernistlerin ifade ettiği üzere kabiliyetleri körelttiğini ve yaratıcılığı öldürdüğünü, sınıflar arası geçişi mümkün kılan hususiyetlerinin yanında Marksistlerin sözünü etmiş olduğu mevcut sınıfları yeniden üretip toplumdaki sınıfsal yapıyı meşrulaştırdığını, ferdi özgürleştiren hususiyetinin yanında onu aynı zamanda kolayca iktidarın bir sömürü nesnesi haline getirdiğini, bilgilendirici ve ufuk açıcı hususiyetinin yanında aynı zamanda endoktrinasyon yoluyla ideoloji empoze ettiğini görebilmek; kısacası olumlu yanları olduğu kadar olumsuz yanlarını da ıskalamamak için eğitimi sosyolojik zeminde tüm çıplaklığıyla ele almak icap etmektedir..’’
Eğitim, faaliyetlerden bir faaliyet olarak okul denen mekân içinde gerçekleşen bir eylem midir sadece? Şüphesiz bu kadar basite indirgeyerek geçilebilecek bir konu değildir. Özellikle postmodern düşünürlerin etkisiyle artan zorunlu eğitim eleştirileri hayli revaçta. Bu minvalde birazda postmodernlerden sıyrılmaya çalışarak yazar eğitim konusunu işliyor. Bu kitapta ise yazara göre insan, eğitim ile mevcut iktidar talepleri doğrultusunda imal edilir yani bir mamul gibi işlenerek isteğe uygun bir hale getirilir. Yazar kitapta eğitim araçlarıyla günümüz insanının mahiyetini ortaya koymaya çalışıyor. Bunu yaparken geniş bir okuma yaparak farklı argümanlarla günümüz insanın mahiyetinin çerçevesini genişletiyor. Din, felsefe, edebiyat ve sinema gibi birçok alandan farklı yaklaşımlarla tartışmayı genişletiyor yazar. Her ne kadar yazar yazı usulünü bilinçli olarak tercih ettiğini söylese de, bazen aynı sayfa içinde bile birkaç farklı alıntı ile oluşturduğu geniş yelpaze kanaatimizce okurken dağınıklığa sebep olabiliyor.
YER DEĞİLLER - MARC AUGE - İNSAN YAYINLARI
“Bir yer eğer kimliksel, ilişkisel ve tarihi olarak tanımlanabiliyorsa, (o halde) ne kimliksel olarak ne ilişkisel olarak ne de tarihi olarak tanımlanamayacak bir mekân yer-değili tanımlayacaktır. Burada savunulan varsayım, üstmodernitenin yer-değillerin, yani kendileri antropolojik yerler olmayan ve Baudelaireci modernitenin aksine eski yerlerle bütünleşmeyen mekanların üreticisi olduğudur: Maddeleştirilmiş, sınıflandırılmış ve ‘hafıza yerlerine’ terfi ettirilmiş olarak bunlar orada çevrelenmiş ve özgül bir konumu işgal etmektedir. Klinikte doğulan ve hastanede ölünen, transit noktalarının ve geçici yer işgallerinin (otel zincirleri ve yasadışı mesken tutulan binalar, tatil kulüpleri, mülteci kampları, yıkılmaya veya çürük kalmaya vaat edilmiş gecekondu bölgeleri) lüks veya gayriinsanî kipliklerde çoğaldığı, aynı zamanda (hareketli) meskun mekanlar olan sıkı bir ulaşım araçları ağının geliştiği, hipermarketlerin, bankamatiklerin ve kredi kartlarının müdaviminin alışverişin ‘dili tutulmuş’ el kol hareketlerine bağlandığı bir dünya…”
Fransız Antropolog Marc Auge, Yer-değiller isimli bu eserinde modernliğin aşırı hali olarak adlandırdığı üst-moderniteyi, antropolojik olmayan mekânlar yani yer-değiller üzerinden işlemektedir. Günümüz dünyasında yerler ve yer-değiller birbirine karışıyor ve ayrımları zorlaşıyor. Zaman diliminde her şeyin aşırılığı yaşanıyor; mekânların, eylemlerin, zamanın aşırılığı yaşanıyor. Bu nedenle üstmodernitenin asli sıfatı aşırılıktır: hadiselerin aşırı bolluğu, mekânsal aşırı bolluk ve atıfların bireyselleşmesi şeklinde üç ana kategoride toplamak mümkündür. Yazara göre bir ‘yer’i tanımlayabilmek için kimliksel, ilişkisel ve tarihi olarak tanımlamak gerekir yine ‘yer-değil’i de bunun tersi olacak şekilde ne kimliksel ne ilişkisel ne de tarihi olarak tanımlanamayacaktır. Havalimanları, otobüs garları, devasa AVM’ler yer-değilleri temsil etmektedir. Yine denebilir ki yer-değilller artan yoğunluğuyla her yeri kuşatmaktadır.
NEDEN İSLAM’IN ORTA ÇAĞI YOKTU - THOMAS BAUER- RUNİK KİTAP
“Orta Çağ ‘geçmişte hiçbir zaman kesin olarak sınırları çizilmiş ve etrafı çevrilmiş bir yer’ değildi. Aksine, ‘karşıtlıklar yaratabileceğiniz, eski argümanlardan yeni argümanlar oluşturabileceğiniz, varsayılan devamlılıkları yeniden bir araya getirebileceğiniz ve onları parçalara ayırıp yeniden birleştirebileceğiniz bir alet kutusu ya da araç gereçlerin ve malzemelerin bulunduğu bir oyuncak kutusudur.’ Bu yüzden Orta Çağ, uygar Avrupa’nın arkasında bıraktığı, ancak diğerlerinin hala içinde bulunduğu o ilkel, karanlık dönem olarak, Petrarca’nın ve hümanistlerden öğrendiğimiz kadarıyla her zaman ötekileştirme için başvurduğumuz bir kavram olarak kalmaya devam ediyor.”
Tarih genel kanaatte okumaya tabi tutulurken, bir takım zaman dilimlerine bölünerek okuma tercih ediliyor. Bunlar daha çok bir ön ek alarak ‘çağ’ diye isimlendiriliyor. Bunlardan belki de en çok kullanılan, dile pelesenk olmuş olan ‘Ortaçağ’ kavramıdır. Ortaçağ, yazarın da deyimiyle Avrupa düşüncesi için adeta işlevsel bir alet kutusudur. Bugünün bütün muteberliği Ortaçağ’a olan ötekiliği oranında anlam bulur. Ortaçağ, sökülür takılır ve tekrar tekrar inşa edilir. Peki, bunun Avrupa için doğru olduğu varsayılsa(!) bile diğer toplumlar için kullanmak ne denli doğrudur? Aynı zaman dilimi içinde yaşıyor olmak aynı çağ adlandırması için yeterli bir sebep midir? Şüphesiz bunun tartışılmadan geçildiği en bilindik örnek ‘İslam-Ortaçağ’ yakıştırmasıdır. Yazar bu tanımlamaya karşı çıkıyor ve Avrupa için Ortaçağ olarak bahsedilen zaman diliminde ilim, şehir ve edebiyat gibi birçok alanda İslam toplumlarının yüksek düzeyde bir kültür yaşadığını ortaya koyuyor. Bu kavramı İslam toplumları için kullanmak büyük bir haksızlık olacaktır yazara göre. Kitap özelinde, yazarın fikir dünyası açısından eleştiri niteliğinde şu soruyu sormanın da önemli olduğu kanaatindeyiz: İslam toplumlarının kültürel ve ilmi açıdan tüm önemi Yunan mirasını taşıyıp Avrupa’ya devretmesinde midir?