”Kimlik deyince ‘kimsin?’ Biz eskiden hüviyet derdik. Hüviyet yani o’luk, hüve yani… Benim kimliğim neyi gösteriyor? Bu adam ve bu adamın mensup olduğu millet, dünyada Allah’ın șânını yüceltmekten daha makbûl amel bilmeyen millet… Kimlik bu…
Benim kimliğim ne? Benim kimliğim, Allah’ın șânını yüceltme vazifesini, makbûl, güzel, iftihâr edilir bir vazife olarak sayan bir kimlik… Benim bașka bir kimliğim olamaz. Her șeyim bununla alâkalı… Biz Kur’ân’dan bunu öğreniyoruz: ‘Her șeyim, hayatım, ölümüm Allah içindir.’ Bunu söylemeyen adama ben Müslüman demem. Yani ‘benim hayatım da, ölümüm de Allah içindir.’ demeyen adamıben Müslüman saymam. Kendisi isterse hâfız olsun. Kimlik, bundan ibârettir.” (İsmet Özel)
Kimlik bir meseledir ama sorun değildir. Kundera’nın ifadesiyle kimlik ‘…kişinin varoluşu nereden yaralanıyorsa orada teşekkül eder.’ Yok sayıldığınız, ötelendiğiniz, paranteze alındığınız yerden itibaren oluşmaya, kemikleşmeye başlar.
Unuttuklarını, kaybettiklerini hatırlatır ve daha bir güçlü sarılmaya sevkeder sahibini.
En kısa tanımıyla bir şeyin ne olduğudur. Aynı zamanda ne olmadığıdır.
Bir şey daha ekleyecek olursak ‘kimlik’: ne yapılması, nasıl davranılması, ne yöne yürünmesi gerektiğine dair bir seslenmedir, nöbet mahalline çağırmadır. Çevrelendiğin parantezleri kaldırıp varolduğun şekliyle kabul görene dek sürecek bir nöbet!
Çağırma… ‘Öznenin söylem tarafından çağrılması’…
Bazen bir etnik aidiyet, bazen dünya görüşü/dinî mensubiyet, bazen bir renk, bazen de mezheb… Adı ve şekli her ne olursa olsun, birileri veya bir otorite tarafından yok sayıldığında veya yok sayıldığını düşündüren şeyler olduğunda ortaya çıkan bir şey. Kişinin kendine özgü yapısının eritilmek istendiğini hissettiğinde aktif hale gelen bir yanımız…
Burada önemli soru şu olmalı: Ortaya çıkan kimlik doğal mı, yapay ve güdümlü mü?
Doğal olmayan kimlik nasıl olur diye düşünebilirsiniz! Şu söz üzerinde düşünün deriz o halde: “İtalya’yı yarattık, şimdi sıra İtalyanları yaratmakta.” (Massimo d’Azeglio). Dikkatle incelendiğinde, ulus kimliklerin ‘imal edilmiş’ kimlikler olduğu görülecektir. İnsan doğduğu kavim ve türle övünmez zira kendisi tercih etmemiştir. Ama yaratılışta hiçbir dahlinizin olmadığı kavmin, ulusun ‘en üstün olduğunu’ söyler bir gün. Düşmanlar yaratır, sadece o kavim içinde yaratıldığınız için sizi üstün olduğunuza inandıran şiirler yazar ve tarih kitapları verir ellerinize… Bir epopeye boyun eğer veya eğdirilirsiniz. ‘Yapay döllenemiş bir kimlik’tir varolan. Ama yapay yani sentetik.
Tâ ki temiz kalmış bir yanınızın sizi sorgulatmaya başlatacağı ana kadar sürer hikâye! Sormaya başlar ve bir gün, sizi erdemlere taşıyacak soruların peşine takılırsınız. Ve görürsünüz ki size kötü gösterilen o kadar kötülenmiştir ki gözünüz yanı başınızdaki kötüyü görmez, kendi ‘iyiniz’ de o kadar parlatılmıştır ki karşınızdaki varolan iyilik ve güzel likleri göremez olursunuz. Bu sizin hikâyeniz. Peki, ya kendi kavmî taassubunuzun karşısında, size düşman olarak gösterilenin de tersten bir kimlik oluşturacağını hiç düşündünüz mü? O da size karşı bilenir ve o da ‘kimlik’ inşa etmeye başlar. Onun açısından da süreç sizinkinin aynısı, bu sefer de tersten işler… Ve hikâye yeryüzünün fesadıyla son bulur. Sentetik düşmanlıkların büyüttüğü öfke ve kin. Doğal kimlik, şahsiyettir. Kişinin, kendisini varedenin kim olduğu ve ona karşı ödevleridir. Asıl üstünlükleri, asıl düşmanlıkları… Düşmanları demedim zira bizde ‘kötülük’tür düşman. Asıl yandaşlıkları bulmaktır. Ve bu sorgulamadan ‘inanç’ çıkar, ‘erdem’ çıkar…
‘Sentetik kimlik’ yaratıcılarıysa kendilerine kalacaklarını zannettikleri dünyayı fesada boğar, hem dünyalarını hem de ukbalarını rezil ederler.
Kimliğimiz şahsiyetimizden, benliğimiz karakterimizden bağımsız değildir.