Hatice Acar Karadeniz-
“Evleri mevsimlere kapatmamakla başlar hikâyeler. Uçuşan bir çiçeğin rüzgârla rüzgârın çocuk kovalamacası ile doğrudan ilgisi vardır.”
Bir düzen ile doğarız. Yerli yerinde, sıralı ve rengârenk bir uyum, estetik ve letafet kuşatır bizi. Bakmakla hareketlenen hisler, duyma mesafesi bu dengenin bir parçası haline gelmemize olanak sağlar.
Kusursuz düzeni fark etmek; kendi sığ düzenini kurma savaşına düşmekten korumakla da kalmayıp gecenin ve gündüzün, ardı ardına gelen mevsimlerin sırrını, evrende durduğumuz yerin mahiyetini de öğretir bize.
İnsanoğlu düzene karşı gelmekle, görmesi gerektiği yerleri ıskalar, göremez. Kendi içinde başlattığı bu kavga evrene sıçrar. Hâlbuki bu ihtişamlı denge; işgal ettiğimiz konumdan sorumluluğunu taşıdığımız her şey ve herkese kadar bizden irade bekler. Karşımıza rastgele çıkmamış, bizatihi imtihan olarak yöneltilmiş sorular karşısında irade ve ilgimiz ile teslim olmayı makbul görür.
Bunun yanı sıra modern dünya kafası, hazır düşünce kalıplarını bize hayatın gerçeği gibi sunarak nasıl yaşanması gerektiğini dayatıp gözümüze kalın perdeler indirirken; uçuşan bir çiçeğin rüzgârla, rüzgârın çocuk kovalamacası ile olan ilgisini kesip attığından beri dünyayı güzelleştirmeye gücümüz kâfi gelmiyor. Tabiattan koparılmış bir eve mahkûm edildik çünkü. Uyuştuğumuz, adımıza eşyaların karar verdiği hiçbir hikâyenin oluşmadığı evlere…
Hâlbuki herkesin evvel zaman içinde ilk bağlarının bağlandığı, düğümlendiği ya da koptuğu serüveni çocukluk hikâyesi ile başladığından, renklerin, şekillerin, koku ve seslerin yerleştiği odalarla dolu bir zihin evinde büyür çocuk. Anne sesi ile kurulan, bağlı kaldıkça imanın gününün görüleceği, gün gün büyüyeceği ev; bir çocuğun ilk hikâyesidir ve ilk hikâyesinin kahramanı olabilen çocuk, ömrü boyunca tüm hikâyelerde var olacak demektir. Var olmanın, hikâyeye kurulmanın çocuk için elbette karşılığı sevinç olmalıdır. “En asil sanat ev kurmaktır.” sözü anne-baba-çocuk bütünü ortaya koyar çünkü. Hayatı bölümlemeden, anneyi, babayı ve çocuğu bütüne yerleştiren o güzel evi çıkarır. Aksi halde insan olarak henüz bir anlam kazanamamış çocuğumuzun görünür olmasını isteyerek hatta neredeyse tanımadığımız, bilmediğimiz o çocuğu bir başka çocukla kıyas ederek tüm hikâyelerden siler, en büyük fenalığı da aslında kendimize, çocuk bağımıza yapmış oluruz.
Hâlbuki Allah, kâinat ile bağları koparmamamızı öğretir, sıkı durmayı, bir söz ile dal ile taş ile… Bir göz bir bakış ile davranmayı, dayanmayı! Çakılıp kalmak yerine kök salmayı, meyvelenip doyurmayı öğütler. En doyurucu ve ilk öğüttür ev. İlk kelimesidir annenin. İlk resmi, belki de ilk şiiridir. Kendini tanıma hikâyesidir ev. Dışarıda yontucu bir macera başlamadan evvel hikâyenin güneşi olan anne, ağaçta parlar gibi köklü kelimelerle ısıtır önce. ‘Bir varmış bir yokmuş, evvel söz varmış. Ol demiş Allah! Ev ol! Yuva ol! Anne ol! Ama önce çocuk ol!’
Farkında bile değiliz, çocuk olmamız engelleniyor, evimizden yıldızlar görünmüyor, komşu evden gelen sesler tanıdık değil. Dünyaya yeni ve taze bir haber olarak gelen çocuk, beton yığını olan bu evleri, ışığı sönmüş bu kentleri süsleyemiyor. Mevsimleri, uçuşan çiçekleri, dışlayan soğuk duvarlı yüksek binalar ruhumuzu hapsettiğinden, evimizin ölçüsü hatta bereketi, huzur ve neşesi günden güne kesiliyor. Ve bunu farkedip en çok etkilenenler ise yine çocuklar oluyor. Oysa ölçüsü sadelik ve vakar olan bir ev, çocuğun ikinci cennet yurdu, bu evde yetişen çocuk ise göz aydınlığı gibidir. Dünya o çocuklar sayesinde güzelleşebilir.
“Benim şiirlerime vuran ışık, tanıdığım, yaşadığım evlerden gelir.” derken Necatigil, çocukların saf duyularla yola çıktığını vurgular.
Bakıp görebilsek, bir çiçeğin tozlarına dahi kıyamayan çocuklar var çiçeklerle zihnini büyüten… Göremediğimiz için engel oluyoruz, kâinata dokunmalarına, duymalarına ve büyümelerine. Kalbimizi mevsimlere çevirip çocukları koşturamıyoruz. Küçük bir kap su içimiz, hemen bulanıyor. Okyanusa çevrilebilir oysa çocukluk etsek, her şeyi temizleyip paklayabilecek koca bir okyanusa. Maalesef ki o küçük bir kap su olan içimiz daracık; çocuğun kirpiği düşse içine bulandı diye feryat ediyoruz. Bir küçük evi temizlemeye doyamıyor, başka evlerin temizliği ile yakından ilgileniyoruz, oysa içimiz faydasız küçük bir kap su! Çocuğun boğazından geçmiyor, yüzünü aydınlatmıyor, çocuk bir yaprak düşürse içine kirleniveriyor, bir taş eline alsa çocuk kıyamet kopuyor. Ninni dinlemeden “çocuklar bile birden büyüyebiliyor.”
Eşyayı kutsamayı, para kazanmayı, zengin ve kusursuz görünmeyi hatta dengini aramayı öğretiyoruz. İncinmiş bir hakikati kurtarmaktan bahsetmeyi, sonuca kilitlenmek yerine emeğe eğilmeyi, ekmeği öpüp alnımıza koymayı, sırf mü’min olduğu için kendimize tercih etmeyi, hiç mevsim görmemiş, gülün rengine meftun olmamış hangi çocuğa anlatabiliriz ki?
Dış tehlikelere karşı bizi koruması gereken evde reklamların zehirlemesine razı olduğumuz çocuğumuzdan hak mı iddia edebileceğiz?
Her gece masallara daldırmak yerine, öldürerek puan kazandıkları oyunları satın alıp zamanlarını öldürme puanına tav olduğumuz çocukları dağınık ve saygısız olmakla mı suçlayacağız sürekli? Elini tutup bir mescide adım artıramayıp her defasında AVMlerde maymun iştahlı olmakla itham ettiğimiz çocuklara secde etmenin mantığını mı anlatacağız?
‘Anne!’ diye seslendiğinde çocuk, peygamber dönüşü ile; gövdesi, gölgesi, mütebessim çehresi ile yani dönse anne… Kâbe’ye benzer… Gösterişsiz ama ihtişamlı… Sade ve hayran bırakan… Döndükçe omuzları dik olur çocuğun… Her sesi duyar, her yüzü görür ama Hacer’ül-Esved’de durur. O’na selam verir… O’nda büyülenir… Kalbinde saf tutar… Kalp evi kurulur, merhamet ve inanç düzülür… Kalbi kendine ihanet etmemiş çocuk, insanlık büyütür.