İnnalillâhi ve innâileyhi Raciûn
“Allah’tan Geldik ve ancak O’na dönüceğiz.”
Müslüman dünyanın önemli düşünürlerinden Hasan Hanefi’yi Rahmet-i Rahmân’a uğurladık. Mağfurdur inşallah. Kendisini için rahmet ve merhamet diliyor; geride bıraktığı eserlerin – inşallah – sadaka-ı cariye olduğuna tanıklık ediyoruz.
Nida Dergisi olarak 2011 yılında kendisiyle yapmış olduğumuz röportajı, vefâtı vesilesiyle sizlerin istifadesine sunuyoruz.
******************
Muhterem okurlarımız! Dergimiz, 2011 yılının ilk sayısında sizlere Çağdaş İslâm Düşüncesi’nin yaşayan düşünürlerinden Hasan Hanefi’yle yaptığı bir Röportajı sunuyor. Mısır Kahire Üniv.’de Felsefe / İslâm Felsefesi Kürsüsü’nde görevli olan Hanefi, özellikle ‘İslâmî Sol’ düşüncesiyle meşhur oldu. Ve bu konuda hatırı sayılır sayıda kitap yazdı ve bu çalışmaların hemen her biri eleştiri konusu oldu. Belki sizler de, okuma, düşünme veyahut vakıadan hareketle oluşan kanaatlerinizle çelişen düşünceler bulacaksınız Röportaj’da, zaman zaman bizde de olduğu gibi…
“ Bugün bizim ilmimiz, yenilenmesi ve geliştirilmesi adına eskinin tenkidine yönlendirilmeye muhtaçtır.”
Soruların cevaplarına geçmeden önce giriş mahiyetinde şunlara değinmek istiyorum. Modernizm, laiklik ve kapitalizm, temposuna uygun dans ettiğimiz Batı’nın nağme ve ritimleridir. Bizler bu ritme ayak uydurmaya alıştık. Meydan okumak ise, bizim kendi melodi ve ritmimizi kendimizin koyması ve kendi ritmimize uygun bir dans tutturmaktır. Mesela içtihad, yenilik ve çağ İslami kelimelerdir. Neden sosyalizm değil kapitalizm? Batı’nın soru sormasına ve bizim de cevap verir durumda olmamıza alıştık. Biz soralım Batı cevaplasın durumuna alışamadık henüz. İslam ümmeti Batı’yla olan mücadelesinde yenilmedi, ulusal kurtuluş hareketiyle sömürgeciliği yok etti ve bağımsızlığını kazandı. Bu ümmetin zayıf noktaları var ama her ümmette olduğu gibi güç noktaları da var. Mazoşistlik ve kendine işkence etmek ümitsizliğe sürükler ve değişimin önünü tıkayarak aynı hal üzere devam edilmesini normalleştirir. Bu nedenle kimlik; zayıflık, yitmişlik ve başkasını taklit hissine karşı başlangıç noktasıdır. Yani kimlik yasası “ben benim”dir, farklılık kanunu “ben öteki değilim”’den önce gelir. (H. Hanefi)
Kimi Müslüman düşünürlere göre İslam ümmetinin son dönemde karşı karşıya kaldığı en hayatî sorun İslam-modernlik, İslam-sekülerizm ve İslam-kapitalizm karşılaşmasıdır. Yine bu düşünürlere göre İslam ümmeti, genel anlamda Batı ile özelde ise sekülerizmle karşılaşmasında büyük bir yenilgi yaşadı ve kendilerine ait olmayan bir dünyaya savruldular. Siz bu kanaatlere katılıyor musunuz?
Mesele İslam’ın modernizm, laiklik ya da kapitalizmle mücadelede yenilmesi değildir. Bu bir önyargıdır, zayıflık hissine ve Batı karşısında aşağılık kompleksine kapılmaktır. Verilen bu yenilgi hükmüyle tarihi savaşların zafer ve yenilgi şeklinde halen devam ettiği unutulmaktadır. Endonezya, Malezya ve Türkiye kalkınma savaşında başarılı oldu. İslam dünyası kimliğine sahip çıkma savaşında galip geldi. Türkiye kendisini, tarihini, mirasını, kültürünü ve hatta Arap-İslam dünyası içindeki özellikle de Mısır, İran, Orta ve Güneydoğu Asya’daki çıkarlarını yeniden keşfetti. Ümmet bugün kendi kaderini tayin etme gücüne sahip olmasa bile beşeri ve maddi kaynakları, hammaddeleri, petrol gelirleri, pazarlar, istihdam, beyin gücü ve coğrafi konumuyla gelecekte kendi kaderini kendisi çizecektir. 90’ların başında sosyalist sistem çöktü. Kapitalist sistemde de mali krizler artıyor. İslam dünyası ise ortaya çıkıp Çin ve Hindistan’la birlikte dünya sahnesinde boy gösteriyor. İslam dünyası dünya nüfusunun beşte birlik kısmına tekabül ediyor ve İslam dini beş kıtada hatta Avrupa’nın göbeğinde yayılıyor.
Konuşmamızın bu noktasında modernizmin ne oluğunu ve İslam dünyasının modernleşme/ sekülerleşme sürecini konuşmak istiyoruz. Öncelikle modernizm/ sekülerizm nedir? İslam dünyasında sekülerleşme süreci nasıl işlemiştir?
Modernizm iki çeşittir: Maddi ve beşeri. Maddi modernizm bütün dünya halklarında geneldir ve medeniyet, altyapı, yol açma, köprü kurma, elektrik, su ve kanalizasyon şebekesi kurma, şehir planlaması, yeni kentsel konutlar inşa etme, evler yapma, okullar inşa etme, üniversiteler açma, kara ve hava ulaşım araçları temin etme ve telekomünikasyonu içermektedir. Beşeri modernizm ise zihni becerilerin, akli kapasitenin ve kültürel faaliyetlerin geliştirilmesidir. Bizim sorunumuz; çoğunluğun geçen asrın kültürü yani kadim İslam kültürüyle yani geçmiş asrı yaşamasıdır. Elit kesim de gelecek çağın kültürüyle yani Batı kültürüyle şimdiki zamanı yaşıyor. Ve bizler halen içinde bulunduğumuz çağı yaşamak için çağın kültürünü arıyoruz. Geçmiş ve gelecek bütün kültürler çökerler çünkü zaman dışıdırlar. Laiklik ise dışarıdan aşırılmış bir projedir, Batı kültüründen alınmıştır. İçeride halk kültürü aracılığıyla halen devam etmekte olan İslam kültüründen miras olarak alınan geleneksel modellerin geliştirilmesi değildir.
Sekülerizmin İslam toplumlarındaki rolü nedir? İslam Ümmeti’nin sekülerleşmesi ne anlam ifade ediyor? Acaba Müslümanların tam anlamıyla seküler olmaları, onlara dişe dokunur faydalar sağlayacak mıdır?
Çağdaş İslam düşüncesinde laiklik olumsuz bir kelimedir çünkü en iyi durumda din ile devletin birbirinden ayrılması anlamına gelmektedir en kötü durumda da din düşmanlığı ve dinin reddedilmesi anlamına gelebilir. Böyle olduğunda küfürle eş anlamlı olur. Gerçekte laiklik dini otoritenin siyasi otoriteden yani kilisenin devletten ayrılması anlamına gelir. İslam’ın dini bir otoritesi yoktur. Sivil otorite rahiplik değil şura ve biattır. Allah’ı değil insanları temsil eder. Laiklik İslam’ın ruhudur[1] çünkü Yahudi ve Hıristiyan öğretilerini yani Hz. Musa’nın şeriatını ve Hz. İsa’nın sevgisini değiştiren din adamlarına karşı gelmiştir. Laikliğin (savunduğu) akıl, bilim, insan hakları, özgürlük, eşitlik, toplumsal adalet ve aydınlanma değerleri aynı zamanda İslami değerlerdir. Şeriatın beş amacında bunlar ifade edilebilir: Açlık, hastalık ve kazalar gibi ölüme sebebiyet veren her türlü şeye karşı hayatı korumak. Cehalet, delilik, çıldırma, dolandırma ve sahtekârlığa karşı aklı korumak. Taassub, şüphe ve göreceliğe karşı herkesin önünde eşit olduğu dini ve gerçeği korumak… Namus, onur, izzet, şeref ve insan haklarını bu hakların çiğnenmesi ve ihlal edilmesine karşı korumak. Yağmalanması ve yitirilmesine karşı malı yani ulusal zenginliği korumak. Batı laikliği zayıflayınca Türkiye ve Tunus kültürleriyle iletişime geçerek ruhlarını geri kazandılar. Arap ülkelerinin tamamında ve İslam dünyasında bir tepki olarak İslami hareketler güç kazandı.
İslam toplumlarındaki sekülerleşme süreci ile Batı ülkelerindeki sekülerleşme süreci aynı şeyler midir? Bunların hareket noktaları, öngörüleri ve va’dettikleri nelerdir?
Batı’daki laikliğin özel şartları ve tecrübesi vardır. Bu laiklik geçmiş ile bugünün ilişkinin koparılması üzerine kurulmuştur. Geçmişin yani, kilise, Aristo, din adamları ve papaların kararlarının reforma tabi tutulması mümkün değildi. Böyle olunca Batı, akılla “ben düşünüyorum” dine karşı, insanla Allah’a, dünyayla ahirete, bilimle eski mirasa karşı yeniden başlamayı (sorgulamayı) yeğledi. Ve yeni sorular sordu: Ben kimim? Nereye gidiyorum? Ne biliyorum? Ne yapıyorum? Neyi ümit ediyorum? Bu sorular, verilen eski cevapların üzerine çizgi çekildikten sonra gerçek teorik örtüden mahrum kaldılar. (Bu sorulara karşı) İnsanın cüzî cevapları ve bakış açıları çeşitlenmeye ve çatışmaya başladı. Bunların birbirini tanımamasıyla Avrupa bilinci, yoklukla sonuçlanan ‘çoğulculuk’ adı altında şüphe ve görecelikle son buldu. Tepki olarak muhafazakâr eğilimler doğdu. Batı tecrübesini tamamıyla reddeden yeni bir sol ortaya çıktı. Bazıları alternatif olarak gördükleri İslam’a yöneldi. Ancak bizdeki laiklik koşulları farklıdır ve içtihad olarak adlandırılır. Bu aslında İslam’ın temellerinden biridir. Ya da yenilikçilerin dile getirdikleri “Allah her yüz senenin başında bir kimseyi müceddid gönderir” hadise göre yenilik. Yeni eskiden doğar. Aralarındaki sebep benzerliğinden ötürü teferruat temele göre kıyas edilir. Modernizm eskiyle irtibat kesilerek değil bağlantı kurularak gerçekleşir. Bu nedenle laiklik kavramının adı kötüye çıkmıştır, halklar onu reddetmekte ve İslami hareketler onu din karşıtlığı olarak görmektedir. Laiklik halkın değil elit kesimin seçimidir, İslam’ın değil Batı’nın eş anlamlısıdır.
Bu süreç kaçınılmaz bir süreç midir yoksa karşı konulabilir mi? Kaçınılmaz bir süreç ise nasıl atlatılmalıdır, karşı konulabilir ise ne ile karşı konulmalıdır? Bugün Müslümanlar sekülarizme karşı koyacak veya başarıyla atlatacak donanımı nasıl yakalamalıdırlar?
Batı’daki manasıyla laiklik; modernizm, yenilik ve bilim, medeniyet ve ilerleme gibi hedeflerin İslami yollarla gerçekleştirilmesi mümkün olduğunda zaruret olmaktan çıkar. Mirasın yenilenmesi ve çağın koşullarına göre yeniden okunması kışkırtmasına düşmeyebiliriz. Mirasımız bir çağda gelişti biz ise şuan başka bir çağda yaşıyoruz. İki dönem arasında yaklaşık bin yıllık bir süre var. Alternatifler arasında nasıl tekrar seçim yapacağız? Eskiler Eşariliği seçmiş biz Mutezililiği seçebiliriz. Şafiiliği seçmişler biz Malikiliği ya da Hanefiliği seçebiliriz. Gazali’yi İbn Rüşd’e üstün tutmuşlar biz İbn Rüşd’ü Gazali’ye üstün tutabiliriz. Bazısı metnin vakıaya önceliği üzerinden Ebu Bekr’in metodunu seçebilir biz ise vakıanın metne önceliğinde Ömer’in metodunu tercih edebiliriz. İslam karşı çıkmaz özümser, muhalefet etmez temsil eder, İslam laiklik değerlerini özümser onlarla savaşmaz. Hiç kimseyle savaşmaz aksine onu içine alır.[2] İslam en geniş bakış açısına, en bütüncül şeriata sahiptir. Laikliğin hedeflerini kendi özel araçlarıyla gerçekleştirir. Aklı kullanmak İslam’da vardır, (Akletmiyor musunuz?) bilim İslam’ın ruhudur, (Allah’tan korkanlar onun âlim kullarıdır.) insan İslam’ın kalbidir (Âdemoğlunu şerefli kıldık) ve eşitlik İslam’ın özüdür. (İnsanlar tarağın dişleri gibi eşittirler)
Sekülarizm ilk defa ‘İslam Âlemi / Doğu Toplumları’yla yüz yüze geldiğinde ne gibi sorunlarla karşılaşılmıştır? ‘İslam Dünyası’nın durumu neydi Avrupa menşeli ideoljilerle karşılaştığında? Müslüman toplumlardaki modernleşme veya sekülerleşme süreci Müslümanların hangi zaaflarından beslendi ve hali hazırda beslenmektedir?
İslam dünyasında laikliğin sorunları çok çeşitlidir. Bunlardan biri kendi özel araçlarımızla seçtiğimiz şeye düşman olmamıza sebep olmasıdır. Modernizmin değerlerinden olan akıl, bilim, ilerleme, eşitlik, adalet ve insan haklarının laik Batı’nın değerleri olduğu zannediliyor. Bunlar İbn Rüşd ve Mutezile’nin savunduğu değerlerdir. Değerlerdeki bu benzerlik ve bunların Batılı kaynaklara nisbet edilmesi nedeniyle İslami hareketler içinde bir tepki olarak muhafazakâr haraketler ortaya çıktı ve bu hareketler bu değerlerin zıddı olan iman, inanç, dereceler ve Allah’ın haklarını savundular. Hatta İslam adıyla laik değerleri savunan aydınlanmacı İslam tekfir edildi. Hiç kimse Batı ile bizim iki farklı tarihi aşamada olduğumuzu anlamadı. Batı modernizm dönemine, Ortaçağ’ın kapanması ile yedi yüz yıl önce girmiştir. 14. yüzyılda antik sanata dönüş, 15’te dini reform, 16’da hümanizm, 17’de akılcılık, 18’de aydınlanma, 19’da bilim ve 20. yüzyılda buhranlı varoluş dönemlerinden geçerek bugünlere gelmiştir. Biz İsa halen ortaçağımızı, 8. yüzyıldan bu güne kadar gelen açıklama ve özetler çağını sonlandırmaya çalışıyoruz. İbn Haldun bunu iki döneme ayırmıştır: İslam medeniyetini kurduğumuz ilk yedi yüzyıl ve II. tedvin hareketi vasıtasıyla bu medeniyeti korumaya çalıştığımız ikinci yedi yüzyıl. Batı, modernizm döneminin sonunda biz ise iki yüzyıllık bir reform ve rönesans döneminden sonra (20’lerde Türkiye, 50’lerde Arap dünyası ve 70’lerde İran’daki devrimlerden sonra) modernizmin başındayız. İdeolojiler Batı’dan, İslam şeriatını uygulamaktan başka bir şey bilmeyen İslam dünyasına geçti. İslam şeriatının alanı kişisel durumlarla sınırlı kalıp “Çözüm İslam’dır” sloganının yetersiz geldiği ortaya çıkınca elit kesim kapitalizm, liberalizm, sosyalizm, marksizim, milliyetçilik ya da ulus devlet gibi hazır siyasi ideolojileri İslam dünyasına nakletti ve Batı Mısır ve Türkiye’deki modernizm tecrübesinde bilimin kaynağı oldu. Modernleşme ve laiklik, din adamları ve geri kalmışlığa karşı verilen bir tepkiydi. Şimdi modernleşme ve laikliğin sonuçları eski mirasa dönüşte Batı modelinde ortaya çıkıyor. Eylemden tepkiye, tepkiden eyleme, geleneksel İslam’dan modern Batı’ya, modern Batı’dan geleneksel İslam’a doğru bir dönüş. Reform taraflardan birinin lehine geriledi. Modern İslam ise geleneksel İslam’la laik Batı arasındaki üçüncü bir yoldur. Şuan Türkiye ve Malezya’da olan budur.
Diğer sorulara geçmeden, konuştuklarımız çerçevesinde; genel olarak İslam düşüncesinin, özelde ise Müslümanların çağdaş sorunlarının neler olduğunu düşünüyorsunuz?
Bahsedilen tartışmalar laiklik ve modernleşme kavramları üzerinde dönüyor ve bunlar bizim özel terimlerimize -dünya ve yenilenme- karşılık gelen Batı terimleridir. Bununla birlikte bizim, düşünme ve yenilenmeye ihtiyaç duyan özel meselelerimiz var. Bunlar helal ve haram, cami ve minare yapmak, başörtü ve peçe takmak ve Peygamberle alay eden resimlere karşı harekete geçmek gibi meseleler değildir. Bizim meselelerimiz yedi tanedir: İlk sırada toprakların kurtarılması ve ulusal özgürlük hareketinin tamamlanması geliyor. Filistin halen işgal altında, Keşmir’in kaderi belli değil, Afganistan ve Irak yeniden işgal edildi, sömürgecilik yeniden hortladı, kutuplaşma döneminin sona ermesinden sonra tek kutuplu dünyada güce bel bağlandı. İkinci sırada vatandaşın her türlü zorbalık ve despotluk türünden kurtarılması yer alıyor. Vatandaşlar biatleri alınarak ya da şura yöntemiyle seçilmemiş zorba rejimlerde yaşıyor. Bunlar ya darbe üzerine kurulu askeri rejimler ya da miras üzerine kurulu krallık şeklinde oluyor. Bunların her ikisi de yasal olmayan rejimlerdir. Üçüncü sırada toplumsal adalet, gelirin yani beytu’l malın yeniden dağıtılması var. Dünya zenginlerinin en zengini Müslümanlardan fakirlerin en fakiri de Müslümanlardandır. Hammadde, petrol gelirleri ve tabi kaynaklara rağmen milyonlarca kişi açlık, kuraklık ve susuzluktan ölüyor. Halen gıdanın dörtte üçü dışarıdan ithal ediliyor. İthalat ihracatı, tüketim üretimi geçiyor. Dördüncü sırada birlik yer alıyor. İslam ümmeti tek bir ümmettir. Tevhit onun birliğine yansır. “İlahınız tek bir ilahtır.” “Sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir.” Bugün bu bütünlüğü Irak, Somali, Sudan ve Yemen’de gördüğümüz gibi etnik ve mezhebsel eğilimler ve sivil savaşlar tehdit ediyor. Körfez ülkeleri, Mağrip ve Mısır da tehlike altında bulunuyor. Beşinci sırada bağımsız kalkınma yer alıyor. Halen elimizde yeteri kadar su, uçsuz bucaksız çöl, artan bir istihdam, biriken bir sermaye var ve biz kendi kendimize yetemiyoruz. Altıncı sırada batılılaşma ve ötekine doğru kayma geliyor. Kültürel ve siyasi bağımlılık hatta resmi ittifaklar, askeri paktlara girme, İslam ülkelerine saldırmak için İslam topraklarında yabancı kuvvetlerin kullanılması, İslam safının yarılması ve İran’a karşı Amerika ve Batı’nın tarafının tutulması. Yedinci sırada ümmetin kendi kaderini eline alması için kitlelerin yönlendirilmesi var. Müslümanların sayısı bir milyar 250 milyonu buluyor ve bu sayı dünya nüfusunun beşte birine tekabül ediyor. Onların sayıca oluşturdukları bu ağırlık nitelik ağırlığına dönüşmüyor. Batıdan doğuya kadar dünyada ağırlık merkezi olarak Asya ve Afrika’da bulunuyorlar.
Batı’da ortaya çıkan fikrî ve felsefî hareketler din, dünya ilişkisini ne şekilde ele almaktadırlar? Allah’ın otoritesi, bu düşüncelerde ne ifade etmektedir?
Batı’nın, din ve dünyanın birbiriyle çeliştiği yönünde geçirdiği tecrübe. Batı’da dinle ilgilenmek uzleti ve ruhbanlığı getiriyor. Dünyayla ilgilenmek dinsizliği getiriyor. Dünya gerçek ahiret ise bir kuruntudur. Dünya bir realite ahiret ise sırf bir telafidir. İslam’da ise dünya realite ahiret ise hakikattir. Ahirete giden yol dünyada çalışmaktan geçer. “Kim bir zerre miktarı iyilik yaparsa onu görecek. Kim de zerre miktarı kötülük yaparsa onu görecek.” Çalışmak ibadettir, Müslümanların çıkarı ve görevidir. Toprağı ekmek, üretim tesisi kurmak, ülkeyi savunmak, hastaları tedavi etmek ve muhtaçlara yardım etmek… Bütün bunlar kişinin yapınca sevap kazanacağı ibadetlerdendir. Batı’daki otorite ilahi değil sivildir, dini değil dünyevidir ve insanlar arasındaki toplumsal sözleşmeden doğar. İslam’da da otorite sivildir, ilahi değildir. Allah bizzat kendisi hüküm verir, yeryüzünde temsilcileri yoktur. İlahi olduğu söylenen her otorite üstü kapalı insani bir otoritedir. Allah insanların özgür bir seçimle seçtiği yürütme gücü aracılığıyla şeriatını uygular. Otoritenin el değiştirmesi ise imamın genel çıkarları gerçekleştirmeye ve boşlukları doldurmaya bağlılığına göre yapılır. Otorite miras yoluyla gelen, kabilevi, aşiret, soy ve etnik kökenli bir güç değildir. Otorite görevini yerine getirmezse iyiliği emredip kötülükten alıkoyarak ve nasihatle sona erdirilebilir. İş yargıya aktarılabilir. Kadı tayin edilir ama azledilemez. Kadı, şeriata karşı çıktığı, düşmanlarla ittifak kurduğu ve ümmete ihanet ettiği takdirde imamı azledebilir.
Müslümanlar nezdinde din, dünya ilişkisi sizce nasıl olmalıdır? Allah’ın otoritesi ve vahyin evrenselliği ve kuşatıcılığı meselesine nasıl bakıyorsunuz?
Dinin ikame edilmesi insanların çıkarlarının gerçekleştirilmesidir. Din, sadece ibadetler bütünü değildir içinde muamelat da vardır. İbadetlerin hedefi ise muamelata hazırlanmaktır. Şehadet, hakkın dille, duyularla, gözle, kulakla ve gönülle ikrar edilmesidir. “La ilahe” ifadesi bütün çağlardaki sahte bütün ilahların inkâr edilmesi ve vicdanın servet, makam, şöhret, güç ve kadının esaretinden kurtarılmasıdır. “İllallah” ise önünde herkesin eşit olduğu tek bir ilkenin ispatıdır. Namaz vaktin muhafazasıdır. Her vaktin fiili vardır ve oruç, hac ve zekât gibi eda edilmeli kazaya bırakılmamalıdır. Oruç, fakirleri ve açlığı hissetmek, zekât malda ortak olmak ve mal yığmamak, hac ise ümmetin halini görüşmek, dostla düşmanı belirlemek, insanlığın ihram elbisesini giyerek eşit olduklarını ilan etmek ve herkesin tek bir hedefe ve amaca yönelmesi için Müslümanların yıllık olarak toplanmasıdır. Vahiy evrenseldir, insan aklıyla ve insanların çıkarlarıyla uyum sağlar. Herhangi bir ümmete veya kavme has değildir. Herhangi bir kişi, grup, mezhep ya da ırkın özel çıkarını savunmaz. İnsanoğlunun peygamberlerin uzun tecrübelerinden sonra kazandıkları hikmettir. İslam dinlerin sonuncusudur. İslami vahiy insanoğlunun aradığı bilgi ve mutluluğun “Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’dan razı oldum.” tamamlanmasıdır. Bütün kültürler buna aydınlanma yani aydınlanmış zihin ve ilim yani vakıaya karşılık gelen bilgi adını veriyorlar.
Müslüman düşünürlerle laik düşünürler arasındaki çatışma nedir? Siz bu çatışmada nerede duruyorsunuz?
İslamcılarla laikler arasındaki kavga sadece fikri bir anlaşmazlık değil toplum içindeki otoritenin kavgasıdır. Her bir grup kendisinin diğer gruba nazaran yönetime geçmeye daha layık olduğunu zannediyor. İslamcılar şeriat yönetimi istiyor, laikler halk, anayasa ve kanun önünde eşitlikle yönetilmek istiyor. Gerçekte ise iki yönetimde birbiriyle çelişmiyor. Nakil akla, nas da menfaate ters düşmez. İçtihad ikisini birbirine bağlar. Araçlarla amaçlar arasında çatışma yoktur. Laiklik amaç değil araçtır, makasidu’ş-şeria araç değil amaçtır. Her toplumda iki akım bulunur: Liberalistler ve muhafazakârlar, yenilikçiler ve selefiler ya da siyasi ifadeyle sağcılar ve solcular. Bu iki akımdan düşmanlık ya da çatışma değil diyalog doğar. En azından genel menfaatleri yani ulusal cephe olarak adlandırılan şeyi gerçekleştirme konusunda uzlaşırlar, insanların seçimine göre hükümet ve muhalefet, azınlık ve çoğunluk olarak beraber hüküm verirler. İki ekol arasındaki kavga çok büyük zararlara belki de kan dökülmesine neden olur. İslamcılar laikleri tekfir ediyorlar. Laikler de İslamcıları hainlikle suçluyor. Eski ile yeni, çağdaş ile köklü, geçmiş ile gelecek, kimlik ve farklılaşma arasında çatışma yoktur. İki ekol de toplumun bir yönü ve tek bir ümmetin iki gücüdür. Tekfir ve hainlikle suçlama olmaksızın ikisi arasında yapılacak verimli diyalogla, eski çoğulculuğun canlandırılması ve doğrunun çeşitliliğiyle İbn Hazm ve İz Bin Abdusselam’ın sıhhatinde şüpheye düştükleri “kurtulan fırka” hadisine karşı “Hata yapana bir, isabet edene iki ecir vardır” hadisiyle hareketlilik oluşur ve bundan yaratıcılık doğar.
İslam Âlemi’nin batı karşısındaki zafiyetini, bir anlamda yenilmişliğini fark eden ve buna karşın ‘bir şeyler yapılması lazım’ diyerek köklü bir hesaplaşma süreci başlatan ‘ıslahçılar’dan bahsetmek istiyorum. Islahçılar, ‘İslam Ümmetini’ yeniden canlandırmanın yollarını aradı. Batı ve batıyla şöhret bulan ideolojileri karşısında buldu. Islahiyyun’un yapmak istediği özetle neydi?
Bazıları Batı karşısında zayıflık hissine ve aşağılık kompleksine kapılıyor. Batı’da ise, aralarında Müslümanların da olduğu diğerlerine karşı büyüklük hezeyanı gelişiyor. Bu, bir tarafın normal olmayan bir şekilde aşağılık hissine kapılmasına diğer tarafında gururlanmasına ve büyüklenmesine sebep oluyor. Oysaki ulusal özgürlük hareketleri ve sömürgeciliğe karşı yapılan cihad sayesinde Filistin ve Keşmir hariç İslam dünyasının büyük çoğunluğu özgürlüğüne kavuştu. 1947’de aynı anda, BM’nin Keşmir’in kaderini tayin etme hakkı ve 1948’de Filistin’e ait taksim kararıyla iki mesele ortaya çıktı. Şu ana kadar bu kararlar tatbik edilmedi. Bunlar sahne dışında cereyan edenler. Sahnenin içinde ise Müslümanları liberalizm, sosyalizm, ulusçuluk gibi Batı ideolojileriyle mücadelede hoşnut edecek İslami bir ideoloji olarak şeriatın yenilenmemesi vardı. Reform da bu hedefi gerçekleştirmedi ve kapitalizm değil de sosyalizm, ulusculuk değil beynelmilelcilik gibi seçimlerle yetinildi. Siyasi elit, farklı çeşitleriyle Batı ideolojilerini seçti ve bunları halkın gündemine sokmadı. Halk da gelenekselleşti ve sadece şeriatın uygulanmasına bağlı kaldı. İnsanların öfkesine ve zayıflığına yatırım yapan çağdaş İslami hareketler için verimli bir alan oluştu. Siyasi laik elitin görevi, liberalizm ve sosyalizmin eski mirasta kökleşmesini sağlamak, konuşmalarda kalan reform seçeneklerini ve iyi niyetleri sağlam siyasi ideolojilere dönüştürmektir. Halkın görevi de menfaatini ve laik elitin ya da İslami cemaatlerin siyasi tekelinden uzakta yeni siyasi bir yaratıcılık için düşünür ve liderlerini ortaya çıkaracak siyasi ideolojiler formüle etmektir.
Gelinen noktada İslam Ümmetinin herhangi bir coğrafyasında yer alan ‘ıslahçılar’ın yüklenmesi gereken görev nedir sizce?
Islahçıların mesajı siyasi fikri geliştirmek ve farklı çeşitleriyle, İslami ya da laik, liberalist ya da sosyalist, ulusalcı ya da milliyetçi siyasi güçleri ve akımları bir araya getirmektir. Her bir İslam toprağının, Endonezya, Türkiye, İran, Mısır, Sudan, Yemen, Körfez ülkeleri, Mağrip ya da Müslüman Afrika ülkeleri gibi kendine has coğrafi, tarihi ve kültürel özellikleri vardır. Bunlara ek olarak, İslam ülkeleriyle şeriatın maksadını ve ümmetin hedefini aynı anda gerçekleştirecek genel İslami bir ideoloji formüle etme ihtiyacı ve büyük güçlerle kutupların bloklaştığı bir dünyada İslam dünyasındaki siyasi güçlerin aralarında yardımlaşması gibi ortak unsurlar da vardır. Karşılaşılan zorluk kadim İslami rejimlerin halen zihinlerde ve anılarda var oluşudur. Bu da geçmişe ve aynı zamanda Osmanlı ve Raşid halifeler döneminden bu yana eski ve yeni pek çok sorunla karşılaşılmasına rağmen ümmeti bir arada tutan halifelik sistemi gibi sistemlere özlem duyulmasına sebep oluyor. En büyük zorluk, üniter ve kültürel bir mirasta -İslam ümmeti- ve bölgesel dernekler, birimler ve gruplarda ulusal devleti aşan bloklaşmalar dünyasında ulusal devletin nasıl kurulacağıdır? Aynı zamanda hem birlik hem de çeşitlilik nasıl korunacaktır? Hilafet rejiminin federal ve konfederal sistemlerle alakası nedir? Rekabet üzerine kurulu bir dünyada ve ağırlık merkezinin batıdan doğuya doğru kaydığı ve bunların arasında da İslam dünyasının olduğu tarihi seyirde bu ümmeti ve onun ilerleyişi nasıl korunabilir?
İşin aslına bakarsak ‘yenilemek’ ve ‘eleştirmek’ arasında sıkışıyoruz. İslam kültürünü batı karşısında sürekli ‘yenilemek’ ve batıyı sürekli ‘eleştirmek’… Bu iki yöneliş de edilgen bir konumun ifade biçimi. Bu konuda sizin düşünceleriniz nelerdir?
Yenilenme, modernleşme, değiştirme, geliştirme ve ilerleme sadece Batı’nın tekelinde olan bir şey değil bütün kültürlerde yaygın ve her milletin alışık olduğu bir şeydir. Geliştirme hayatın sünneti ve beşerin doğasıdır. İsimler değişir müsemmalar kalır. İslam’da yenilenme yenilikçilerin hadisinde açıkça anlatılmıştır. İçtihad yenilenmenin dayanağı, nesh etmek yani hükümlerin zamanla değişmesi “Biz bir ayeti nesh eder ya da unutturursak ondan daha iyisini ya da benzerini getiririz” ise bunun delilidir. Peygamberimizin ifadesi de buna delalet etmektedir: “İşimde ilerlemek isteseydim geriye dönmezdim.” Tarihçiler, muhaddisler, kelamcılar, filozoflar, fakihler, tefsirciler, raviler arasında ilerici olanlar olduğu gibi gerici olanlar da vardır. İslam Yahudilik ve Hıristiyanlığı yenilemek için gelmiştir Hıristiyanlığın Yahudiliği yenilemek için geldiği gibi. Tenkit sadece Batı’ya has bir şey değildir. Tenkit her kültürde farklı şekillerde mevcuttur. Müslümanlar Batı’dan önce hadis ilminde rivayeti tenkit ettiler ve sözlü ve yazılı olarak tarihi bir yöntemin kurallarını hazırladılar. Ve bu Batı’da 16. yüzyılda Richard Simon döneminde ortaya çıkan mukaddes kitapların tenkit edilmesinin kaynaklarından biridir. Bu durum 17. yüzyılda da Spinoza ile devam etmiş zirvesine de 19. yüzyılda iç ve dış kaynakların tarihi tenkidiyle ulaşmıştır. Renan ise “İsa’nın Hayatı” adlı eserin girişinde tarihi tenkidi Müslümanların hadis ilminden -yani senedin, metnin, kaynağın ve nassın tenkid edildiği- öğrendiğini itiraf ediyor.
İslâm’ı terör ve şiddetle özdeşleştiren Batı, İslâm’ı ‘yeni düşman’ ilan etmiştir. Ve bugün Batı ve Emperyalist ülkelerin İslâm ve İslâm toplumları üzerinde bir hedefinden bahsediliyor. O hedef ise şöyle açıklanıyor; İslam’ı toplumsal, siyasal, sosyal hayattan ve bireysel bilinçten tecrit etme… İslâm’ı kültürel bir zenginlik ve folklorik bir algı biçimi olarak anlama… Sömürüye, siyasal ve sosyal süreçlerle ilgili bir iddiası olmayan ruhbani bir din telakkisi olarak anlaşılması çalışmaları… Siz batının İslâm toplumları için sürdürdüğü bu hedefleriyle alakalı neler söylersiniz?
Batı’nın İslam’a olan düşmanlığı doğduğu andan itibaren sürmektedir. Haçlı seferleri de bu düşmanlığı artırmış ve Müslümanlar kâfir ve Hıristiyan sapıklar olarak tanımlanmıştır. Bu durum modern çağlarda da, Osmanlı devletiyle savaşma, O’nu tutuculuk, gericilik ve İslam’ı kılıçla yaymakla suçlama, ulusal kurtuluş hareketlerini cihad hareketi olmakla suçlamanın -Hıristiyan Batı’ya karşı dini savaşlar- meşru yolunu bulmak için devam etti. Bütün bunlar Eylül 1991 yılında daha da arttı, İslam terörizm, radikallik ve şiddetle ilişkilendirildi ve sonunda İslam fobisi oluştu. Batı parçanın cevabını bütüne verdi. Endülüs’te zirvesine ulaşan İslam medeniyet tarihini Müslümanların genel olarak Batı emperyalizmine özellikle de Amerika’nın düşmanlığına ve İsrail’e verdiği mutlak desteğe karşı duyduğu öfkeyi ifade eden bir olaya indirgedi. Ve bu 91 olayını İslam ülkelerine yapacağı saldırıya bahane bulmak için kullandı. Bu durum Batı’nın ırkçı ve haçlı yönünü ortaya çıkarıyor. Sorulacak soru şudur: Kim kimi korkutuyor? Kim kime saldırıyor? Modern sömürgecilik İslam ülkelerine saldırdı. Ortaçağda Haçlı seferlerinden başlayarak, modern çağda Osmanlı hilafetinin düşüşü ve Osmanlı’nın yapay sınırlardan oluşan parçalara bölünmesine kadar geçen sürede bu ülkeleri işgal etti. Tek bir milleti, tek bir coğrafyayı, dili ve doğal tek bir kültürü yapay, sivil savaşlar ve parçalanmayla tehdit edilen yapılara dönüştürdü. İslami cemaatlerin şiddeti ise içerde hareketinin engellenmesine ve halklarla liderlerin dış saldırılara karşı ümmetin haklarını savunmaktan aciz oluşuna verilen bir tepkidir. Batı, İslam’ı; canlılığından, medeniyeti, bilimi ve sanatından soyutlamaya çalışıyor. O’nu; iptidai, gerici ve modern medeniyete ayak uyduramayacak, halkı geri kalmış, zihniyetleri vahşi bir dine dönüştürmeye çalışıyor. Buna mukabil de Batı’yı halkı medenileşmiş, zihniyeti mantıki ve bilimsel olarak gösteriyor. Medeniyetin bozulması da saldırıya davetiye çıkarıyor.
Tüm ideoloji sahipleri ‘Ne yapmalı’ sorusuna yanıt aramıştır, bazen bir kitap bazen bir makale bazen de bir konuşmayla. Bu manada biz de size sormak istiyoruz? Bugün İslâm toplumları hangi şartlarda, nasıl bir bilinçle kendi kaderleri üzerinde belirleyici olabilirler? Bu ‘kaderini belirleme’ aşamasındaki Müslümanların kendi dinamikleri nelerdir? ‘Sadece Kendimiz olan’ bir kimlik nasıl sağlanmalıdır?
Her medeniyette bilgi kaynağı farklıdır. Yazılı ve sözlü olabilir bu kaynaklar. Bu bilginin ifade edildiği araçlar da farklıdır. Bilgi makaleyle, kitapla, ses, görüntü, işaret ya da dans ve şarkıyla ifade edilir. Önemli olan toplu deneyim, halkların deneyimi, ataların mirası ve atasözlerinde olduğu gibi tarihin deneyimidir. İslam mirası başlangıç olarak sözlü bir mirastır. Tedvin döneminden önce her şey sözlüdür. Kuran 1. asırda, hadisler 3. asırda yazıya geçirilmiştir. Kuran’ın ezberlenmesi ve sözlü olarak aktarılması halen uygulanmaktadır. Şiir de sözlü aktarılmıştır. İslam kültürü yazma değil okuma kültürüdür. Bunun işareti de ilk inen suredeki “İkra” emridir. Bugün modern iletişim sistemi aracılığıyla öğrenme araçları çoğaldı. Bu ise düşünme ve bilgi üretmeye, bilgi ve belleği depolamaya daha yakındır. Bugün bilgi eskilerden ya da yenilerden aktarılan bilgiler değildir. Bu, okullar ve üniversitelerdeki eğitim metotlarına hâkim olmuştur. Bu, satırlar arasından öğrenilebilecek yeni bir ilimdir. Nakilden sonra da buluş gelmektedir. Bilgi tarihten bağımsız değildir. Her bir tarihi aşamanın kendine has bilgisi vardır. Bugün Batı bilgisini akıl ve doğaya, tümevarım ve hüküm çıkarmaya dayandırmaktadır. Bu ise bizim fıkıh usulünde kullandığımız eski bir metottur yani cüzlerden bütüne varmak ve bütündeki illetten (sebep) sonuç çıkarmak. Bugün bizim ilmimiz, yenilenmesi ve geliştirilmesi adına eskinin tenkidine yönlendirilmeye muhtaçtır. Aynı zamanda sınırlarının, çapının ve yerinin belirlenmesi için Batı’dan nakledilen yeninin tenkidine de muhtaçtır. Önemli olan Müslümanların tarihin hangi aşamasında yaşadıklarını ve tekrar ona dönmek için kendilerine ve tarihlerine güvenip güvenmediklerini bilmeleridir?
[1] Sayın Hasan Hanefi’nin tarihi saptamalardan hareketle ‘Laiklik’le ilgili yaptığı bu tespite dergi olarak katılamıyoruz. Laikliğe atıfla savunulan tüm İnsanî değerleri ‘Laiklik’ ideolojisinden önce de ‘adaleti ayakta tutmak azminde’ olan Müslümanlarca uygulana gelen değerler olduğu bilinmektedir. Laiklik ideolojisinin omurgasını din’in toplum, siyaset ve devletin sahasından uzaklaştırılması yatmaktadır. Ve bu anlayış ‘din adamı’ sınıfını ortaya çıkartmıştır. Çünkü din, insanın hayatı ve bu hayatı çevreleyen sosyal yaşama dair tüm alanlara dair ‘ahlakî’ sınırlar getirir. Allah’a karşı sorumluluk ve korkusu üzerine kurulur. Tüm bu kural ve kaidelerin bir şari-î vardır.