Hindistan Ulemasından Hamîduddîn el-Ferâhi’nin Kuran tefsirine dönük nev-i şahsına münhasır konumu kuran tefsiri ilgililerince malumdur. Tefsirinden sureler ve bölümler yayınladığımız Hamîduddîn el-Ferâhi’den bu kez, Kurban Bayramı’nın da yaklaşmasına binaen Kevser Sûresi tefsirinden kısaltarak yayınlıyoruz. Hem öğrencisi hem de aynı Kur’an ekolünden Emin el-Islahî’den tercümeler sunduğumuz müfessirler Türkiye okurlarınca pek tanınmamaktadır. Zira Hin Alt Kıtası, Türkçe okuyan-yazan coğrafya için hala bir sır-hazine olarak durmaktadır. Bundan istifadeye bir katkı sunabilirsek ne mutlu bize.
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla…
1. Şüphesiz biz sana Kevser’i verdik.
2. O hâlde, Rabbin için namaz kıl, kurban kes.
3. Doğrusu sana buğzeden, soyu kesik olanın ta kendisidir.
Surenin Öncesi ve Sonrası ile Olan Bağlantısı
Bir önceki surenin, Kâbe’nin velayeti noktasında büyük ihanetlerde bulunanlar hakkında nazil olduğu geçmişti. Çünkü onlar tevhid akidesinden uzaklaşarak, haccı ve menasikini, namazın ve kurbanın hakikatini bozmuşlardır. Böylece Allah’ın azabını ve lanetini hak etmişlerdi. Böylece Allah bu nimeti onlardan alıp hak edene vermiştir. Yüce Allah şöyle buyurur: “İşte sizler, Allah yolunda harcamaya çağrılıyorsunuz. Ama içinizden cimrilik yapanlar var. Kim cimrilik yaparsa ancak kendi zararına cimrilik yapmış olur. Allah, her bakımdan sınırsız zengindir, siz ise fakirsiniz. Eğer O’ndan yüz çevirecek olursanız, yerinize başka bir toplum getirir de onlar sizin gibi olmazlar.” Allah Teâlâ Kâbe’nin velayetini hainlerin elinden böylece alır. Yüce Allah, bu sure ile peygamberini ve ümmetini Kâbe’nin velayeti için seçtiğini müjdelemiştir. İşte bundan dolayı Allah Teâlâ bu evi “bereketli ve âlemlere hidayet” olarak adlandırmıştır.
Hiç şüphesiz ki bu nimet büyük kurtuluş ve çok (Kevser) iyiliktir. Bu, aynı zamanda Allah’ın ahirette vereceği Kevser havuzunun güvencesidir. Bu surenin bir öncekine göre konumu adeta felaketten sonra bir nimetin zikri, elden alındıktan sonra verme, helak olduktan sonra yerine bir şeylerin konulması gibidir. Bu söylediklerimiz Kur’an’da genel bir üsluptur.
Âlimlerin Kevser’in Anlamı ile İlgili Görüşleri
Kevser, kesir kelimesinin mübalağasıdır; hayır, bereket ve servet anlamına gelmektedir. İbn Cerir, Kevser Suresi’nin tevili ile ilgili 3 görüş zikreder:
1. Kevser, cennette bir nehirdir. Bunu Hz. Aişe, İbn Abbas, Ömer, Enes, Mücahid ve Ebu’l Aliye’den rivayet eder.
2. Kevser, çok hayır demektir. Bunu İbn Abbas, Sad bin Cubeyr, İkrime, Katade ve Mücahid den rivayet eder.
3. Kevser, cennette bir havuzdur. Bunu Ata’dan rivayet eder. Ben ise 1. ile 3. görüş arasında bir fark bulmuyorum. Kevser, mahşer meydanındaki havuzun ve cennetteki nehrin adıdır. İkrime’den, onun peygamberlik olduğu rivayet edilir. Diğer bir rivayette ise Kevser’in; Kur’an, Hikmet ve İslam olduğu geçer. İbn Cerir, Enes kanalıyla gelen tüm rivayetleri zikrettikten sonra onun cennete bir nehrin adı olduğunu tercih etmiştir.
Kevser’in Kâbe ve Etrafı Olduğunu Gösteren Deliller
1. Nefislerin yüce Allah’a bir iştiyakı vardır. O’ndan uzak kalmakla tatmin olmazlar. İşte bu fıtrat, insanlardaki din duygusunun kaynağıdır. Bu ruhani iştiyak ancak susuzluk ile ifade edilebilir. Buna benzer örnekler geçmiş kitaplarda fazlasıyla yer almaktadır. Muvahhidler, hac döneminde, şiddetli susuzluktan sonra bir havuzun başında toplananlara benzerler. Onlar için dünyada Kâbe, mahşerde etrafına toplanacakları Kevser havuzu gibidir.
2. Hz. Peygamber, mescitlerimizi nehirlere benzetmiştir. Buhari, Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğunu rivayet eder: “Sizden birisinin kapısı önünde bir nehir bulunsa ve o kişi bu nehirde günde beş defa yıkansa…” bu, başka bir yönden, su için bir temsildir. Su, susuzluğu giderdiği gibi temizleyicidir de. Hiç şüphesiz namazlarımızın merkezi Kâbe’dir. Böylece namaz kılanlar, dünyanın her yerinden manevi kanallarla Kâbe’ye bağlanır.
3. Bu ümmetin bir yerde toplanması kadar çokluğunu gösteren başka bir şey yoktur. Çünkü insanlar bu topluluğun, ümmet denizinin bir katresi olduğunu bilirler. Bu ümmetin, kıyamet günü havuz başında toplanmaları, onların diğer ümmetlerden fazla olduğunu gösterdiği gibi hac mevsiminde Kâbe’nin etrafında onların bu çokluğunu görürsün.
4. Hz. Peygamber, havuz başında ümmetini abdest azaları ile tanıyacağını haber vermiştir. Burada Kâbe’ye kalpleri ile akın edenler, ahirette bu Kâbe’nin gerçeği olan havuza geleceklerdir.
5. Yüce Allah Kâbe’nin putlardan temizlenmesini çokluğun kaynağı kılmıştır. Böylece büyük hacdan sonra insanlar İslam’a akın akın girmişlerdir.
6. Yüce Allah, Mekke’deki mescidi ‘mübarek’ diye adlandırmıştır. O, Hz. İbrahim’e söz verdiği gibi Kâbe’yi, Araplara ve bütün dünyaya bereketli kılmıştır.
7. Bu sure; Allah’ın evine, hacca, namaza, kurbana, İslam’ın ortaya çıkmasına ve yayılmasına sebep olan fethin kapısını açan, Hudeybiye barışı günü inmiştir. Öyle ki Allah, bu barış anlaşmasını apaçık bir fetih olarak adlandırmıştır.
8. Hz. Peygamber, Buhari’nin rivayet ettiğine göre şöyle buyurmuş: “Benim evimle minberim arası cennet bahçelerinden bir bahçe ve minberim, havuzumun üzerindedir.” Bundan, hacıların gidip geldiği bu mübarek toprak, Hz. Peygamber’in haber verdiği Kevser havuzuna dönüşeceği ve kaynağının Kâbe olacağı çıkarılmaktadır.
9. Hz. Peygamber, bir gün evinden çıkıp bir cenaze namazı kıldırdı. Sonra minberine çıktı ve şöyle buyurdu: “Ben havuzun başında sizi bekleyeceğim ve sizin için ümmetim olduğunuz hakkında şahitlik edeceğim. Vallahi ben şu an havuzuma bakıyorum. Bana yeryüzü hazinelerinin anahtarları verilmiştir. Vallahi benden sonra sizin şirke düşmenizden korkmuyorum, fakat dünya için birbirinizle yarışacağınızdan endişe ediyorum.” Bu hadis ahirette gerçekleşecek olanı açıklamaktadır. Hz. Peygamber, burada havuzu gördüğünü ifade ederek minberinin, havuzun üzerinde olacağını açıklamaktadır. Yeryüzü anahtarlarının kendisine verilmesi ise Mekke’nin fethine işaret etmektedir. Çünkü Mekke’nin fethi, yeryüzünün ve onun hazinelerinin anahtarı mesabesindeydi.
10. Hz. Peygamber, havuzunun uzunluğunun Mekke ile Medine arası kadar olduğunu haber vermiştir. Böylece harem toprağı ile havuzu arasındaki uyuma işaret etmiştir. Eğer ‘Hz. Peygamber bunu neden apaçık söylememiştir?’ şeklinde bir itiraz yapılırsa şu şekilde cevap veririz; bu kelime birçok anlama geldiği için onu tercih etmiş ve insanları tefekküre sevk etmiştir. Bununla ümmetinin çokluğunu, Mekke’nin fethini, hacda ve mahşer meydanında havuzu üzerinde çokça bir araya gelineceğini ifade etmiştir.
Kevser Nehri, Kâbe ve Civarının Ruhaniyetinin Bir Fotoğrafıdır
Hz. Peygamber’in, miraca çıktığı vakit kendisine keşfolunan Kevser nehrinin nitelikleri, düşünenlere Kâbe ve civarı için ruhani bir örneklik gösterecektir. Çünkü değişik birçok rivayette Kevser’in; etrafında inci tepeleri bulunan, toprağı yakut, mercan, zümrüt olan bir nehir olduğu geçer. O nehirde, gök yıldızları gibi su kapları vardır. Suyu ise sütten daha beyaz, baldan daha tatlı, kardan daha soğuktur. Toprağı da miskten daha güzeldir. Bu suya boyunları deve boynu gibi kalın olan kuşlar konmaktadır. Bu nitelikleri konuyla ilgili gelen rivayetlerden elde ediyoruz. Buhari’de bu konu şöyle geçer: “Ben cennette dolaşırken etrafında inci tepeleri bulunan bir nehir gördüm. Cebrail’e bunun ne olduğunu sordum. Bunun, Rabbi’nin sana verdiği Kevser olduğunu söyledi. Melek, eliyle toprağına vurunca kokusunun misk olduğunu gördüm.”
Burada dur ve muvahhitlerin dünyanın değişik bölgelerinden gelip rablerine olan şevklerini tatmin ettikleri Kâbe ve civarını bir düşün! Onun vadisinin çakılları, muvahhit Müslümanların ruhani hislerinde, yakut ve zümrütten daha değerli değil mi? Toprağı (Kâbe) miskten, hacıların çadırları ise inciden daha güzel değil mi?
Sonra hacıların ve kurbanlık develerin gelişlerini, kuşların suya varışları şeklinde bir düşün. Bu, o develer için en mutlu oldukları durumdur. Çünkü onlar insanlar yerine Rablerine kurban edilmekteler. Böylece sanki onlar da insandan bir parçadır. Sonra onların etlerinden yiyenleri, Allah’ın ikram gören misafirleri olarak düşün. Tüm bunlar selim aklı bu çıkarımlara yönlendirmek içindir.
اِنَّٓا اَعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرَؕ ayetinin tevili
Kevser kelimesinin ne manaya geldiğini anladıktan sonra, ilk ayetin anlamı, izaha kavuşmuş oldu. O da Allah Teâlâ’nın, Hz. Peygamber’e verdiği bereket ve ümmetinin çokluğudur. Yüce Allah, Hz. Peygamberin dünyadan ayrılış zamanına yakın bunu haber vermiş ki; İslam’ın ortaya çıkışı ve dünyaya yayılışı ve Mekke’nin fethi ile Hz. Peygamber’i ve Müslümanları müjdelesin. Yani yüce Allah sana, infak eden, namaz kılan, hac yapan büyük bir ümmet vermiştir. Yüce Allah şöyle buyurur: “Hani biz İbrahim’e, Kâbe’nin yerini, “Bana hiçbir şeyi ortak koşma; evimi, tavaf edenler, namaz kılanlar, rükû ve secde edenler için temizle” diye belirlemiştik. İnsanlar arasında haccı ilan et ki, gerek yaya olarak, gerek uzak yollardan gelen yorgun develer üzerinde sana gelsinler. Gelsinler ki, kendilerine ait birtakım menfaatlere şahit olsunlar ve Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği (kurbanlık) hayvanlar üzerine belli günlerde (onları kurban ederken) Allah’ın adını ansınlar. Artık onlardan siz de yiyin, yoksula fakire de yedirin.” Oraya gelenler birçok faydalar elde etmekteler. Birbirlerine güven içinde karışırlar, kalplerini ıslah eder, sıla-i rahimde bulunurlar. Arafat’ta konuşma yapan hatip, onları barışa ve akrabalık bağlarına dikkat etmeye teşvik ederdi. Bundan dolayı Mekke’ye, salah ve akrabalığın ana merkezi adları verilmiştir. Müşrik olmalarına rağmen Rablerini terk etmemişler fakat ona aracılar edinmişlerdir. Böylece Kâbe’nin tevhid, namaz, fakirleri gözetme merkezi kılındığı ortaya çıkmış oldu. Hz. İbrahim bu büyük millet için bir peygamberin gönderilmesini Allah’tan istemişti ve yüce Allah, onun duasını kabul etmişti. Yüce Allah ona, özellikle Hz. İsmail’den gelen soyunun -tevratta geçtiği gibi- artacağı sözünü vermişti.
Yüce Allah bu nimeti peygamberimizin, peygamber olarak gönderildiği ilk yıllarda zikretmiş ve Duha Suresi’nde şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz, Rabbin sana verecek ve sen de hoşnut olacaksın.” Meydana gelmesi yakın olan bu vaadi اِنَّٓا اَعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرَؕ ile nihayetlendirmiş, razı olacaksın sözünü ‘Kevser’ kelimesi ile açıklamıştır. Hz. Peygamber çok merhametli ve hidayete çok azimli olduğundan, dünyada birçok şeyin kendisine verilip de sonrada ahirette onların kendisinden alınmasına ve havuzu üzerinde insanların az olmasına razı olmaz. Yüce Allah “razı olacaksın” sözü ile tüm bu şüpheleri gidermiştir. Bu ilk ayet birçok yönden büyük bir müjdedir. Fethin yakın olduğu, birçok insanın ümmetine gireceği -ümmetinden çoğunun küfre gireceğini söyleyenlere rağmen- büyük bir topluluğun hak din üzerine kalacağı müjdelerini vermektedir…
فَصَلِّ لِرَبِّكَ وَانْحَرْؕ ayetinin tevili ve önceki ayet ile bağlantısı
Bu ayet 4 şeye delalet eder.
1. Namaz ve kurban, Allah’ın verdiği Kevser nimeti ile irtibatlıdır ve ayetin başındaki ‘fa’ harfi buna delalet etmektedir.
2. Ayeti kerimede bir emir ve cevabı vardır.
3. Namaz ile kurban arasında özel bir bağlantı vardır.
4. Bu nimet bize özeldir. Namaz ve kurban emri beraberdir. Bu da müşriklerin, Yahudi ve Hıristiyanların değil, bizlerin, Hz. İbrahim’in sünneti üzerine olduğumuzu göstermektedir. Çünkü müşriklerin namaz ve kurbanları sadece Rableri için değildi. Yahudilerin ise kurbandan başka bir şeyleri yoktu ve kurbanları da ‘nahr’ diye adlandırılmazdı. Çünkü ‘nahr’ deveye mahsustur ve deve de Yahudilere haramdır. Hıristiyanların ise hiç kurbanı yoktu ve onlara göre namaz da kendilerine farz değildi.
Şimdi de bunları açıklamaya geçelim:
Yüce Allah, Hz. Peygamber’i ve Müslümanları bu nimetlerle müjdeledikten sonra namaz ve kurbanı emretti. Bu takip nimet ve emir arasında bir bağın olduğuna delalet eder. İyice düşündüğümüzde birkaç yönden bağlantısının olduğunun farkına varıyoruz.
Bu emir, nimetlerin gayesini içine almaktadır. Çünkü bu nimetler büyük bir gaye içindir. Yüce Allah şöyle buyurur: “Onlar öyle kimselerdir ki şâyet kendilerine yeryüzünde imkân ve iktidar versek, namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, iyiliği emreder ve kötülüğü yasaklarlar. Bütün işlerin âkıbeti Allah’a aittir.” “Rabbimiz! Ben çocuklarımdan bazısını, senin kutsal evinin (Kâbe’nin) yanında ekin bitmez bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için (böyle yaptım). Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir, onları ürünlerden rızıklandır, umulur ki şükrederler.” Bundan anlıyoruz ki Hz. İbrahim’in hicretinin ve kurak bir vadide yerleşmesinin amacı, sadece Allah’a ibadet için bir merkezin kurulmasıydı. İnsanlar o merkeze doğru yönelecek, uzak yerlerden gelecek, tavaf ve ‘say’da bulunacak, ona hediyeler sunacaklardır. Bir kul gibi onları çağıran rablerine koşacaklardır. Koşarken de lebbeyk sözlerini söyleyecekler, önderlerinin dilinden Rablerinin emir ve yasaklarını dinleyeceklerdir. İşte bundan dolayı yüce Allah: “İnsanlar arasında haccı ilan et ki, gerek yaya olarak, gerek uzak yollardan gelen yorgun develer üzerinde sana gelsinler.” Yani insanlar hikmeti dinlemek için sana geleceklerdir. Çünkü yüce Allah, o şehri bereket ve hidayet merkezi yaptığı gibi Hz. İbrahim’i de insanlara önder kılmıştır. Hz. İbrahim onları ağırlıyor ve onlara hitap ediyordu. İşte bunun gibi Hz. Peygamber’de kendi kavmini davet ediyor ve onları rablerinin emirlerine uymaya çağırıyordu. Haccın diğer sünnetleri gibi Hz. İbrahim’in hutbe irad etme sünneti de devam etmiştir. Bundan anlaşılmış oldu ki bu ev yüce gayeler için kurulmuş bu gayelerden dolayı da onları bu topraklarda yerleştirmiştir. Bu yüce gayelerin önde geleni de namaz ve kurbandır. Bu nimetlerin bir gayesinin ve amacının olduğunu belirtmek için verdiği nimetleri zikrettikten sonra onları beyan etmiştir, böylece hakkını verecek ve veriliş gayesini yerine getirecekler. Bu durum hakların yerine getirilmesinin vücubuna mebnidir. Çünkü her nimetin, yerine getirilmesi gereken bir hakkı vardır.
Yüce Allah nimetleri zikrettikten sonra nimetin devamını sağlayacak hususları da ardı sıra getirmiştir. Genel olarak namazı ve kurbanı emretmiştir. Çünkü bu nimetler Hz. Peygamber ve ümmetini kapsamaktadırlar. Zira Hz. Peygamber ümmetinin vekilidir. Ona verilen ümmetine de verilmiş demektir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Ben havuzumun başında size su vermek için bekler olacağım.” yüce Allah’ın İbadeti nimete bağlamasından, bu emri yerine getirmenin nimetin kalmasına garanti olacağını öğrendik. Bize emrolunan, hacc ve menasikidir. Sanki yüce Allah şöyle der: “Allah sana Kevser’i vermiş. Onun hakkını ver ki bu nimet senin için kalıcı olsun.” Namaz ve kurban ister birlikte ister tek başına alınsın onlardan kasıt haccdır. Hadiste geçtiği ve hacc amellerinin bildirdiği üzere ‘hacc namazdandır.’ Daha önce biz Kâbe’den kastın namaz olduğunu ve bunun için yapıldığını zikretmiştik. İmkânı olduğu halde hacc yapmayan, maksadı tamamlamamıştır. Kurban da bunun gibidir. Kim hacc dışında kurban keserse, kurbanın büyüğünü yapmamış ancak ona benzer bir kurban kesmiştir. O, sanki gerçek bir kurbanın provasını yapmakta ve bir gün haccda kesmeyi umut etmektedir. Hangi yönden alırsak bu ayet, hacc yapmanın ümmet için gerekli olduğunu belirtmektedir. Hacc geçersizdir diyen kendini bu ümmetten çıkarmıştır. Kur’an bunu apaçık zikretmiştir. Bu ayet haccı gereksiz görenin kâfir olduğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Bu ayet Müslümanları ve Hz. Peygamber’i teselli etmektedir. Sanki Hz. Peygamber’e şöyle dinilmektedir: “Onlar seni Mekke’den çıkarmışlar ve orada namaz kılmana ve kurban kesmene engel olmuşlardır. Şimdi Allah sana Kevser’i verdikten sonra seni engelleyen hiçbir şey yoktur. Namazı ve kurbanı gönül rahatlığı ile Kevser’in anlamı gerçekleşsin diye çok miktarda ve büyük bir topluluk ile yap.” Hz. Peygamber’in ve Müslümanların hacca, namaza ve ibadetlere olan düşkünlüklerini biliyoruz.
Bu, bizim Allah’a olan ahdimizin bir beyanıdır. Namaz ve kurbanı, emir verdiği nimetlere bağlamıştır. Nimeti kabul ettiğimizde emrolunanı da kendimize gerekli kılmışızdır. Onun emrine itaat ettiğimiz sürece de verilen nimetler bize kalacaktır. Nimetleri almak Allah ile sözleşme yapmaktır. Nasıl ki yüce Allah, Âdem ve Havva’ya cennette yaşama hakkı vermiş ve bunun karşılığında kendilerine tarif ettiği belli bir ağaca yaklaşmamayı istemiştir. Onlar da bu nimet karşılığında Allah’ın ahdine bağlı kalacaklarının sözünü vermişlerdi. Yüce Allah şöyle buyurur: “Andolsun, bundan önce biz Âdem’e (cennetteki ağacın meyvesinden yeme, diye) emrettik. O ise bunu unutuverdi. Biz onda bir kararlılık bulmadık.” Onlar sözlerinde durduğu sürece nimet de devam etmişti. Aynı durumu İbrahim kıssasında da görmekteyiz. İbrahim rabbinin emirlerine uyunca Allah ona bir söz verdi ve bu söz, onlar emre uydukları sürece zürriyeti için de geçerlidir. Fakat zalimler bundan mahrum olacaklardır.
Bu ayet tevhid muahedesini açıklamaktadır. Kur’an bu ahdi ve delillerini çokça zikreder. Onun özeti Allah’ın nimet veren rab olmasıdır. Biz bu nimetleri genel olarak düzgün bir şekilde yaratılış ve rızık ile almışızdır. Burada büyük ve özel olan bir nimet vardır. Bu nimeti elde etmek için buna uygun olan özel bir tevhid akidesine sahip olmak gerekir. Çünkü Allah bu Kâbe’yi bize verendir. Dolayısıyla namaz ve kurban onun için olmalıdır. Burada aynı zamanda zalim ve hainlere bir tariz söz konusudur. Bu ‘إِنَّ’ ve ‘لِرَبِّكَ’ kelimesine bakmakla ortaya çıkar. Yani ben size nimet veriyorum dolayısıyla müşriklerin yaptığının aksine ihlâslı bir şekilde bana namaz kılmanız ve kurban kesmeniz gerekir. Birçok defa bu anlam Hacc Suresi’nde ifade edilmiştir. Muhammed Bin Kaab el-Kurazi, ayeti buna uygun olarak şu şekilde tefsir etmiştir: “Bazı insanlar Allah’tan başkasına namaz kılar ve kurban keserler. Ey Muhammed mademki biz sana Kevser’i verdik namazın ve kurbanın yalnızca benim için olsun.”
Namaz ve Kurban Arasındaki Münasebet
1. Namaz ile kurban arasındaki münasebet; iman ile İslam arasındaki münasebete benzer. Din, doğru bilgi ve doğru amel üzerine bina olunmuştur. Bilgi, Rabbimizi tanıma ve bizim ona olan nispetimizi bilmedir. Doğru bilgiden sevgi ve şükür meydana gelir ve bu da amellere doğru gider. Dolayısıyla amel ilimle bitişiktir. İlim, imandan; amel ise İslam’dandır. Namaz söz ve ikrardan ibarettir. Kıyam, rükû, sücud, elleri ve parmakları kaldırma, azaların sözleridir. İmandan sonra ilk adımdır. Onunla amel kapısı açılmaktadır. Bundan dolayı bütün şerî hususların önünde gelmektedir. Buna birçok ayet delalet etmekte: “Onlar gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiğimizden de Allah yolunda harcarlar.” Yüce Allah bunu, İbrahim Suresi’nde de beyan etmiştir. İbrahim rabbini tevhid ile tanıyınca şöyle demişti: Ben hanif olarak yüzümü, gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah’a çevirdim ve ben müşriklerden değilim. Namaz bu yönelişin gerçekleşmesidir. Bundan dolayı namaza bu söz ile başlanılmaktadır. Yine Allah, Musa’ya (as) tevhid bilgisini verdikten sonra bir takım emirlerde bulunmuştur: ”Ateşin yanına varınca, ona şöyle seslenildi: ‘Ey Mûsâ! Şüphe yok ki, ben senin Rabbinim. Hemen ayakkabılarını çıkar. Çünkü sen mukaddes vadi Tuvâ’dasın. Ben seni (peygamber olarak) seçtim. Şimdi vahyolunacak şeyleri dinle. Şüphe yok ki ben Allah’ım. Benden başka hiçbir ilâh yoktur. O hâlde bana ibadet et ve beni anmak için namaz kıl.” Buna benzer, şirki yok ettikten sonra Allah şöyle buyurmuştur: “Hakka yönelen bir kimse olarak yüzünü dine çevir. Allah’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata sımsıkı tutun. Allah’ın yaratmasında hiçbir değiştirme yoktur. İşte bu dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler. Allah’a yönelmiş kimseler olarak yüzünüzü hak dine çevirin, O’na karşı gelmekten sakının, namazı dosdoğru kılın ve müşriklerden; dinlerini darmadağınık edip grup grup olan kimselerden olmayın.” Namaz bütün mahlûkatın fıtratıdır. Bundan dolayı Allah: “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tespih ederler. Her şey O’nu hamd ile tespih eder. Ancak, siz onların tespihlerini anlamazsınız. O, halîm’dir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır. ”Bütün ameller arsında namaz imana daha bağlıdır ve imandan kaynaklanan ilk feyizdir. Namaz tevhidin, Allah’a yönelişin, şükrün ve tevekkülün özetidir. Kurban ise İslam’ın özetidir. Çünkü İslam itaattir. Nefsin Rabbe boyun eğmesidir. Kurban, namaz gibi kulların fıtratıdır. Çünkü mahlûkatlar, Rablerinin emrine boyun eğmek için yaratılmıştır. ‘Kun’ ile Allah emir buyurmuş, onlar da oluvermiştir. Yaratılışın başında Rablerinin davetine icabet etmişlerdir. Sonrasında isyan ederlerse fıtratlarını bozmuş olacaklardır. İslam bu yönüyle bütün mahlûkatı kuşatır. Yüce Allah şöyle buyurur: “Göklerdeki ve yerdeki herkes ister istemez O’na boyun eğmişken ve O’na döndürülüp götürülecekken onlar Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar?” Yani ilk yaratılışınızda ona icabet ettiniz, ahirette de icabet edecek ve orada haşrolunacaksınız. Allah’a teslimiyet, tesbih, secde, namaz tümüyle fıtrattır. Yüce Allah, İbrahim’i (as) bize imam, inşa ettiği mescidi bize kıble, onun hidayetini bize yol kılınca, onun kıssasıyla namazın hakikatini öğrettiği gibi kurbanın hakikatini de bize öğretmiştir. Yüce Allah şöyle buyurur: “Ben Rabbime hicret edeceğim. O, bana doğru yolu gösterecektir. Ey rabbim! Bana, Salih bir zürriyet nasip eyle. Ki onlarla beraber insanlara doğru yolu gösterelim. Bizde onu halim selim bir çocukla müjdeledik. O da İsmail’di.” İsmail’in anlamı Allah işitti demektir. Çünkü o, İbrahim’in duasının cevabıydı. “Onunla yürüyecek bir yaşa gelince, İbrahim: Ey oğulcağızım, ben rüyamda seni Allah için boğazlayacağımı gördüm. Bir bak sen ne düşünürsün.” Bunu ona sormasındaki amaç, Allah’a itaatte onunla birlikte olması içindi. Çünkü İbrahim’in amacı bir yol ve yöntem tespit etmektir. Duasının kabul olmasıyla onun akıllı biri olacağı ve muhalefet göstermeyeceğini biliyordu. O da “Ey babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. İnşallah beni sabredenlerden bulursun.” İsmail babasının sözlerinden, onu ancak bir emir üzerine boğazlayacağını anlamıştı ve tevekkül edenlerin cevabı gibi bir cevap vermişti. “Ne zaman ki ikisi Allah’ın emrine uydu ve onu alnı üzerine yatırdı.” Böylece onların teslimiyeti mükemmel bir şekilde ortaya çıktı. Çünkü baba kendi nefsinden daha sevimli olanı teslim etmiş, çocuk da nefsini teslim etmiş ve ondan başka bir şeyi de yoktu. “Biz ona nidada bulunduk. Ey İbrahim! Rüyanın gereğini yerine getirdin. Biz işte iyilik yapanları böyle mükâfatlandırırız. Bu büyük bir imtihandır.” Bununla onlar ihsan derecesine ulaştılar. İhsan da, İslam’ın kemalidir. Bu imtihan ile önder oldular. “Ve onu yerine büyük bir kurban verdik.” Sözü edilen bu büyük kurban, kurban sünneti ve kurban kesenlerin mağfiretidir. Yüce Allah bu kıssayla bizlere, İslam’ın temelinin itaat ve en sevdiği şeyi Mevlaya teslim etme olduğunu beyan etmiştir. Bu ise ancak tam bir iman ve ihlas ile mümkündür. İman ve ihlasın tam olması ise ihsandır. İhsan da Allah’ı görürcesine ibadet etmektir. Bu hususlardan; kurban ile namazın İslam ile iman arasındaki bağ gibi olduğu ve ihsanın onları bir araya getirdiği ortaya çıktı.
2. Namaz ile kurban arasındaki bağ hayat ile ölüm arasındaki bağ gibidir. Namazın sırrı Allah’ı zikretmektir: Rabbinin adını anıp O’na kulluk eden. Bundan kasıt zikre devam edilmesidir: Ey inananlar! Allah’ı çokça zikredin Ve O’nu sabah-akşam tesbih edin. Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için üzerinize rahmetini gönderen O’dur. Melekleri de size istiğfar eder. Allah, müminlere karşı çok merhametlidir. Sizler nasıl ki Allah’ı zikredip onu tespih ediyorsanız, Allah size rahmet etmekte ve melekleri de sizin için istiğfar etmektedirler. Bu sırdan dolayı günümüz namaz ile dolmuş, hiçbir durumda kılmamanın ruhsatı olmamıştır. Bundan da namazın nefes gibi zarureti otaya çıkmaktadır. Allah’ın kullarına yönelmesi, şefkat ile onlara nazar etmesi ancak onların, ona yönelmesi ile olacaktır. Şükür ile ve verdiğini kullanmak ile nimetler artacaktır. O’na yönelmek, O’nun adını anmakla olmaktadır. İnsanlar bu yolla ona yaklaşacaktır. O’na yakın olmanın anlamı, onu zikretmekten başka bir şey değildir. Ondan uzaklaşmak ise onu anmaktan geri durmakla olur. İnsanlar rablerini anınca ona yakın olurlar. O zaman, rahmet nazarı onlara yönelecek ve nuru onlar üzerinde parlayacaktır. Ruh ancak zikr ve fikr ile doymaktadır. Zikre dalarak hayata ve güce sahip olabilmektedir. İşte Buhari’nin rivayet ettiği hadiste Hz. Peygamber bu durumu bizlere haber verir: “Kul nafile ibadetlerle bana yaklaşmaya devam eder ta ki ben onu severim. Ben onu sevdiğimde işiten kulağı, gören gözü, tutan eli olurum.” Bu durum, gerçek ve yüce olan ruhani hayatın açıklamasıdır. Bundan; namazın, hayatın kendisi ve sufli hayattan kurtuluşun merdiveni olduğunu anlıyoruz. Kurbanın hakikati ise İbrahim ve İsmail’in kıssasının bildirdiği gibi nefsi rabbine teslim etmektir. Kurban bu kıssanın ve büyük imtihanın bir hatırası kılınmıştır. Mü’minler bu teslimiyeti Allah yolunda kurban kesmekle gerçekleştirmekteler. Nasıl ki namaz rabbimize yaklaşmaksa kurban da onun için ölmemizdir. Yüce Allah şöyle buyurur: “De ki: “Şüphesiz Rabbim beni doğru bir yola, dosdoğru bir dine, Hakk’a yönelen İbrahim’in dinine iletti. O, Allah’a ortak koşanlardan değildi.” Ey Muhammed! De ki: “Şüphesiz benim namazım da, diğer ibadetlerim de, yaşamam da, ölümüm de âlemlerin Rabbi Allah içindir.” Buradaki nüsuk, hac ve umrede kurban kesmektir. Namaz, Müslüman’ın dirilişi; nüsuk ise Allah yolunda ölümüdür.
3. Namaz ile kurban gerçek kurbanın iki yönünü teşkil etmektedirler. Yüce Allah insanı akıllı ve irade sahibi olarak yaratınca ona en yüksek dereceyi vermiştir. Bununla beraber o, devamlı bir çukurun kenarındadır: “Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra onu, aşağıların aşağısına indirdik. Ancak, iman edip salih ameller işleyenler başka. Onlar için devamlı bir mükâfat vardır.” Çünkü kul kendisine nimet verene aldırış etmez ve Rabbine ihtiyacı olmadığına inanırsa, onun nurundan geri kalacaktır. Süslü batıl onu kuşatacak, nefsinin ve hevasının ardına düşecektir. Yani hevası, ilahı olacaktır. İnsanın heva ve heves putunu kırması lazım. Nefsin iki yönü vardır; Yırtıcılık ve hayvanilik. Bu ikisinin de bir hayvan gibi boğazlanması gerekiyor. Birincisi Allah’tan korkmak ve boyun eğmek ile gerçekleşir ki bunun özeti namazdır. Çünkü namaz ile kibrin başı eğilir. Yüce Allah şöyle buyurur: “Mü’minler, gerçekten kurtuluşa ermişlerdir. Onlar ki, namazlarında derin saygı içindedirler.” Bu ayetlerde tevazu, namazdan önce zikredilmiştir. Namaz, nefsi kibrinden arındırır. Rabbini devamlı zikredeni, tevazu ve rahmet kuşatır. İkincisinin giderilmesi, hoşlandığı dünyevi hayatta sevdiği şeylerden nefsi yoksun bırakmakla olur. Bu da nefsi Allah yoluna adamak, Allah’a itaatteki zorluklara tahammül etmek ve lezzetlerin anahtarı olan malı infakla olur.
4. Namaz ve kurban birbirlerini kapsar. Namaz bir yönden kurban, kurban ise bir yönden namazdır. Namazın kurban olmasının nedeni ise, nefsin hayvani yönünün yok olmasına vesile olmasıdır. Kurbanın namaz olması ise nefsi, Allah yoluna adamaktan kaynaklanmaktadır. Bu da bir nevi namazdır.
5. Namaz ve kurbanın ikisi de Allah’ı anmaktır.
6. Namaz ve kurbanın ikisi de şükürdür. Namazın şükrüne delil Bakara Suresi 157. ayet, kurbanınkine delil ise Enam Suresi 14. ayettir.
7. İkisi de takvadan ileri gelmekteler. Yüce Allah: “Bir de, bize, “Namazı dosdoğru kılın ve Allah’a karşı gelmekten sakının” diye emrolundu. O, huzurunda toplanacağınız Allah’tır” buyurmuştur.
8. İkisi de ahiretteki mertebelerdir. Çünkü namaz, Allaha dönüş ve mahşer gününde onun huzurunda duruşun bir şeklidir. Kurban da Allah’a geri dönüştür.
9. İkisi de sabrın kapılarıdır. Ayrıca Kurban ise Hz. İbrahim’den ortaya çıkan büyük sabrın eğitimidir.
10. Malın ve nimetin, Allah’a ait olduğunun ikrarıdır. Bu, namazda apaçık ortadadır. Çünkü namaz, Allah’a şükür ve onun Rab olduğunun ikrarı üzerine kurulmuştur. Kurban ise bunu lisanı hal ile ikrar etme anlamına gelmektedir. Kurban kesen kişi sanki şöyle der: “Mülk ve nimet Allah’ındır. Nefislerimizin ve mallarımızın tümü Allah’a aittir.”
11. Kul, hem namaz hem de kurban ile rabbine yaklaşmaktadır.
12. Kurban ve namaz en büyük, en köklü ibadet çeşitlerindendir. Her millette Allah’a secde edilmesi ve ona adakta bulunulması vardır.
اِنَّ شَانِئَكَ هُوَ الْاَبْتَرُ sözünün tevili
Bu ayet, Hz. Peygamber’e ‘ebter’ diyenlere cevap ve reddiyedir. Hz. Peygamber Medine’ye hicret ettikten sonra Kureyş, onun akrabalarını ve Kâbe’yi terk ettiğini ve böylece Kâbe’nin etrafında bulunma şerefinden mahrum kaldığını, dolayısıyla onun, kökünden kesilmiş bir ağaca dönüştüğünü iddia ettiler. Bundan dolayı da davası, az bir zaman sonra kaybolup gidecektir. Yüce Allah da, peygambere bereket, çokluk, fetih ve nusret vereceğini müjdeledi. Ve onların söyleyeceğinin batıl olduğunu bildirdi. Bilakis düşmanlarının bereketsiz ve rezil olacağını ifade etti. Sanki yüce Allah bu ayetin ardından Mekke’de kalma şerefini Hz. Peygamber’in düşmanlarından alacağına işaret etmektedir. Bu bir bakıma Mekke’nin fethini haber vermektedir. Bazı rivayetlere göre Kureyşliler Hz. Peygamber’e soyunun kesik olduğunu söylediler. Sure bunun üzerine nazil oldu.
Bu sure Mekke’nin fethini müjdelemektedir
Kur’an-ı Kerim’de birçok ayette yüce Allah peygamberine sabrı ve beklemeyi emretmekte ve ona zafer nasip edeceğini bildirmektedir. Bu ayetlerde biraz müphemliktir vardır. Hz. Peygamber’in durumunun ne olacağı tam olarak belirtilmemektedir. Dolayısıyla o, acaba ‘Hz. İsa gibi başaramadan dünyadan ayrılacak mı?’ ya da ‘Hz. Nuh’un gösterdiği gibi bir başarıyı gösterecek mi?’ veya ‘İbrahim ve Musa’ya verdiği gibi başarının bir bölümünü mü verecek?’ diye endişeleniyordu. Mü’minler ve Hz. Peygamber, Allah’tan bir beklenti içindelerdi. Bu sure inince onlar için sabah aydınlığı ortaya çıktı ve fethin müjdesi gelmiş oldu. Bizler bu surenin Mekke’nin fethinden hemen önce nazil olduğunu biliyor ve anlıyoruz. Bunu değişik yollardan gelen birçok rivayet de desteklemektedir.
Sureye Genel Bir Bakış
Bu surenin geneline baktığımızda ve ayetleri dikkatlice tahlil ettiğimizde aşağıdaki sonuçları elde ederiz:
1. Yüce Allah; Hz. Peygamber’e, İbrahim’in (as) mirasını vermiş ve onu göndererek İbrahim’in duasına icabet etmiştir.
2. Yüce Allah, bu nimetleri hain ve nankör olan kişilerden almıştır.
3. Hz. Peygambere düşmanlık yapmanın, bereketin kesileceğine sebep olacağını ifade etmiştir.
4. Yüce Allah bu nimetlerden düşmanlarının mahrum olacağını bildirince, bu nimetleri elde edenlerin, onu sevenler olduğu ortaya çıkmıştır.
5. Nasıl ki namaz ve kurban, Hz. Peygamber’i sevenlerin şiarı ise onları terk etmekte düşmanlarının şiarıdır.
Bu sure, iki kefesi ve bir dili olan teraziye benzer. Bir kefede büyük bir hayr, diğerinde ise büyük bir mahrumiyet vardır. Hayr ağır gelmekte ve mahrumiyet hafif gelmektedir. Nasıl ki terazinin dili ağır olan kefeye doğru gidiyorsa bu surede ortanca ayet birinci ayete doğru yönelmektedir. Bundan dolayı ikinci ayeti, birinci ayete ‘fa’ harfi ile bağlamıştır. Üçüncü ayet ise müstakil kalmıştır. Böylece dil üslubu bakımından sure, Hz. Peygamber’in düşmanlarının birinci ayette geçen ve dostlarına özel olan Kevser nimetinden mahrum olduklarını ifade etmektedir.