BİLGİ AHLAKTAN AYRILDIĞINDA- TAHA ABDURRAHMAN- PINAR YAYINLARI
“Kendi açımdan geleneğin bazı yönlerini araştırdığımda, onun özel niteliklere sahip olduğunu ve sıkı tutulması gereken kendine özgü ayrıcalıklı ilkeler üzerine bina edildiğini gördüm. Bunlardan birisi dolaşım (tedavül) ilkesi diye adlandırdığım ilkedir. Bu kavramla İslam geleneğinin veya İslam medeniyetinin başka kültür ve medeniyetlerden kendine gelen veya aktarılanları her zaman özümseyip kendi kapsamı içine almasını, bilinen kendine özgü değerlerine, dilsel kurallarına ve akide ilkelerine boyun eğdirmesini kastediyorum. Ancak İbn Rüşd’ ün çalışmaları, burada istisna teşkil etmektedir. Nitekim o ömrünün büyük bir kısmını bu İslami değerleri, aktarılan felsefi malzemeden ayıklayıp uzak tutmaya harcamıştı. Sanıldığı üzere İbn Rüşd İslam geleneğiyle Batı düşüncesinin uyanışı arasında bir bağ kurmamıştı. Tersine İslam geleneğinin Batı kültürüyle ilişkisini kesmiş, İslam’ ın onun üzerindeki izlerini tamamen silmişti. Batılı düşünürlerin bu konudaki çığırtkanlıkları, İslam etkisinden kurtulmadan duydukları sevinçten dolayıdır. Zira kendiliğinden sunulan bu ikramlar onlar için yeterli gelmişti.”
Taha Abdurrahman ile yapılan söyleşilerden oluşan bu kitap yazarın, şiir, siyaset, gelenek, modernlik, felsefe ve tercüme gibi birçok konuyla ilgili fikirlerini barındırıyor. Yapıcı- eleştirel bir üslupla yeniden düşüncenin inşasını vurguluyor yazar. Yararlı hedeflere yönelmek tek başına düşünmekle değil; bir düşünce iklimi sayesinde düşünmekle olmalıdır diye vurgulayan yazar açısından doğru- yararlı bir düşünce için diyalog önemli kanallardan biridir. Zira İslam medeniyetinin ayırıcı vasfı: ‘diyalogcu akılcılığı’ inşa etmiş olmasındadır. Yazarın ilgi çekici eleştirilerinden biride Batılı entellektüel geleneğin çağdaş İslam düşünürlerinin Kur’an okumalarını paradigmadik olarak belirlemiş olduğunu iddia etmesidir. Bunun yanında çağımızın en önemli Faslı düşünürlerinden biri kabul edilen yazarın bu söyleşi metni dışında türkçeye çevrilen kitabı henüz bulunmadığından fikirlerini derli toplu tetkik edebilmek maalesef şu an için mümkün görünmemektedir.
SANATTA RUHSALLIK ÜZERİNE- WASSİLY KANDİNSKY – KETEBE YAYINLARI
“Sienkiewicz romanında ruhsal yaşamı yüzme ile karşılaştırır. Her kim bıkıp usanmadan çalışmaz ve batmaya karşı savaşmazsa, dibi boylaması kaçınılmazdır. Bu durumda insanın yeteneği, sadece bu yeteneği taşıyan sanatçı için değil, bu zehirli gıdadan yiyen herkes için lanete dönüşür. Sanatçı bütün gücünü daha düşük seviyedeki gereksinimler için kullanır, sözde sanatsal bir formda saf olmayan içerikler üretir, zayıf unsurları öne çıkarıp onları kötüler ile harmanlar, insanları aldatır, ruhsal bir susuzluk yaşayanlara saf bir kaynaktan bu susuzluğu dindirebileceklerine dair onları ikna ederek aldatmalarına yardımcı olur. Bu tür eserler hareketin ileriye doğru olmasına yardımcı olmaz, ileriye gitmeye çalışanların önüne set çeker ve mikrobun etrafa yayılmasına yol açar. Sanatın yüce bir temsilcisinin olmadığı böyle dönemler ruhsal dünyanın gerileme dönemleridir. Ruh durmaksızın aşağı bölümlere düşer ve üçgenin tamamı sanki hiç hareket etmiyormuş, aşağıya ve geriye doğru hareket ediyormuş gibi görünür. İnsanlar görünür olan sonuçlara bakarak, yalnızca maddiyatı düşünerek bu kör ve sağır zamanlara özellikle büyük önem atfederler.’’
Rus sanatçı Wassily Kandinsky, Avrupa’da soyut sanatın öncüsü olarak adlandırılmaktadır. Farklı eğitimlere de sahip olan yazar daha çok resim üzerine yetkinleşmiştir. Bu kitap ise yazarın sanat kuramını tafsilatlı bir şekilde ortaya koyduğu eseridir. Sanatçı, resminde fiziksel nesneleri kullanmak yerine rengin müzikal imkanlarını keşfetmeye odaklanır. Yine sanatçı geçmişten bu yana süregelen form-içerik tartışmasında fikrini şu cümlelerle ortaya koyar:’ Şekil meselesi kendini şu soruda çözer: İçkin tecrübemin mecburi ifadesini elde edebilmek için hangi şekli kullanmalıyım?’ Eserinde ruh- madde arasındaki ilişkiyi derinlemesine tartışmaya açar ve der ki:’ İnsanın ruhsallığı sanatın kendisi için başat öğedir. Ruhsallık ise sanat için soyut olanla ifade edilir.’
KİŞİ VE KUTSAL- SIMONE WEIL- VAKIFBANK KÜLTÜR YAYINLARI
“Eğer bir insanın gözlerini çıkarmaya ehliyetim varsa ve bunu yapmak hoşuma da gidiyorsa o insanın gözlerini çıkarmama mâni olan tam olarak nedir? Benim için bütünüyle (onun tamamı) kutsal olsa da, her bakımdan ve her açıdan kutsal değildir. Kollarının uzun, gözlerinin mavi, düşüncelerinin belki de sıradan olması itibariyle kutsal değildir benim için. Ya da sözgelimi dük ise, dük olduğu için değildir kutsallığı. Çöpçüyse, çöpçülüğünden dolayı da değildir. Kendimi tutmama sebep bunların hiçbiri değildir. Elime koluma hâkim olmamın sebebi, eğer biri onun gözlerini çıkarsaydı, kendilerine zarar verildiği/kötülük yapıldığı düşüncesiyle ruhunun yaralanacağını bilmektir. Bebeklikten mezara kadar, her insan evladının yüreğinin derinliklerinde, işlenen, maruz kalınan ve tanık olunan onca cürümün deneyimine rağmen, ona kötülük değil de iyilik yapılacağına dair yenilemez bir beklenti vardır. Her insanda kutsal olan, her şeyden önce işte budur.”
Kişi ve Kutsal, Simone Weil’ın ülkesi Fransa Nazi işgali altındayken açlık grevi sırasında kaleme aldığı eseridir. Weil kitaba, ‘ne alıkoyuyor bizi karşımızdakinin gözünü çıkarmaktan’ sorusuyla başlıyor. Yazara göre hak kavramı Yunan düşüncesinin yabancı olduğu bir kavram olup bu kavramı icad eden Roma’dır. Ve bu kavram her şeyden önce kuvvete bağlı bir muhtevaya sahiptir. Yazar hak kavramının yetersizliğini ısrarla vurgularken bunun yerine sorumluluk kavramını inşa etmeye çalışır. Bu noktada yazarın hak kavramı için bütünüyle yetersiz ve sonradan oluşturulmuş iddiası ciddi manada tartışmaya muhtaçtır. Hak yerine inşa etmeye çalıştığı ve aslında hak kavramının da diğer bir yüzü olan sorumluk kavramını kullanıyor olması bir çeşit çelişki barındırıyor içinde kanaatimizce. Bir diğer husus ise yazarın söylemlerini genelde pratik üzerinden inşa ederken kendi teorik zeminini gözden kaçırıyor gibidir. Kitap tartışmaya açtığı hususlar sebebiyle göz önünde bulundurulması gereken bir çalışma.
HİLAFETİ HATIRLAMAK- SALMAN SAYYID- VADİ YAYINLARI
“İslamılığa sözde özcülüğü üzerinden yapılan türlü çeşitli saldırılar, ancak Batılı projenin özcü bir anlayışını yardıma çağırarak mümkün olabilir –ki ancak bu şekilde, en kararlı şekilde batı-karşıtı olan söylemlerde bile Batılı özü açığa çıkarmak mümkün olabilir. Aydınlanma fundamentalistlerinin birçoğu, Batı’nın evrensel ve Batı-dışı’nın tikel olduğu fikrinin kibriyle heyecanlanır. Evrensel, artık ne Batılı projenin bir örtmecesi olabilir; ne de tikel sadece Batı’nın çeperi olarak kabul edilebilir. Muhtelif İslamcı grupların devam eden varlığı, Batı’nın artık dünyaya şekil vermekte kullanacağımız tartışılmaz bir şablon olmadığına işaret eder. İslamcılığın yıkıcı bir güç olarak görülüyor olmasının nedenlerinden biri de, onun Batı’nın bu hakimlik rolünü kabul etmemesidir. İslamcılığı eleştirenlerin çoğu, sıklıkla Batı’nın -özellikle sömürgeci taciz ve şiddet teçhizatıyla silahlanmış olarak gelen- yargıçlık işlevlerini varsaymayan farklı dil oyunları geliştirmeye ihtiyaç olduğunu kabul etmek yerine, evrensellik kisvesi altında Batı’nın fiili hegemonyasını yeniden tescillemeye çalışmaktan memnundurlar.”
Halifeliğin ilgası, İslam dünyası toplumları için kritik bir noktaydı. Halifeliğin ilgasının peşisıra Müslümanların siyasal temsilleri oldukça zorlaştı. Bu durum İslam dünyası toplumları açısından bu boşluğun nasıl temsil edilebileceğine dair tartışmaların başlamasına sebep oldu. İşte bu noktada Sayyıd’e göre İslamcılık anlam kazanmaktadır ve kamusal alanda siyasalın temsiline dair modernliğin alternatif versiyonları olabilecektir. Peki Sayyıd’in talep ettiği halifelik bir kişiye olan talep midir sadece? Sayyıd’ın bundan kastı bir kişi olmayıp bütünü temsil edebilecek bir oluşumdur. Kitap Salman Sayyıd’ın modernizasyon süreciyle beraber İslam dünyası toplumlarında gerçekleşen siyasal oluşumları detaylı bir şekilde analiz etmesiyle, bu açmaza bir cevap arama niteliği taşıyor. Siyasalın temsilinin tekrardan düşünülmesi çabalarına bir katkı olması açısından değerli bir çalışma kanaatimizce.