Kurumsallaşmış dinlerin kutsal addettikleri yazılı metinleri bulunur. Genellikle sözlü geleneğe yaslanan bu kutsal metinler doğrudan veya dolaylı olarak tanrıyla ilişkilendirilmiştir. İbrahim aleyhisselamın ortak ata kabul edildiği Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam’da Zât-ı İlâhî’nin doğrudan ve elçileri vasıtasıyla insanlıkla konuştuğuna inanılmaktadır. Bu dinlerde Tanrı’nın insanlığa seslenişi olarak kabul gören ilâhî kelam/sözler zamanla yazıya geçirilerek kutsal kitap hüviyeti kazanmıştır.
Söz konusu kitapların muhteva bakımından nispet edildikleri elçilerle ilişkisi ve ilgili kutsal metinlerin otantiklik dereceleri makalemiz açısından bahs-i diğerdir. Zira bu hususta Kitâb-ı Mukaddes’in Kur’an’ı Kerim’le boy ölçüşemeyeceği konunun uzmanlarınca bilinen bir husustur.
Dinlerde kutsal metinlerin anlaşılıp yorumlanması genellikle uzmanlık isteyen ve belirli bir din adamı zümresinin ancak altından kalkabileceği incelikte bir uğraş olarak görülmüştür. Bu yüzden din adamı veya ilgili alanda uzmanlaşmamış birinin bireysel çabayla kutsal metni okuma, anlama ve yorumlama ameliyesine girişmesi makbul görülmemiştir. Bu durumun kültürel ve sosyo-ekonomik çok sayıda nedeni bulunur.
Son yüzyıllarda bu durumun kademeli olarak değişimine şahitlik edilmiştir. Eğitim özgürlüğü ve bireyselleşmenin artmasıyla sonuçlanan toplumsal değişimler, büyük oranda din adamlarının tekelinde bulunan kutsal kitapların okunup, yorumlanmasının halk tabanına yayılmasının önünü açmıştır. Bunun doğal sonucu olarak kutsal kitapların ana diline vâkıf olma imkânı bulamayan çeşitli milletlerden inanan için farklı dillerde Kitab-ı Mukaddes ve Kur’an çevirileri yapılmaktadır. Bu çevirilerde kullanılan üslup ve içerik çevirmen ya da çevirmenlerin kimliği, müktesebatı, dini inancı ve ilgili eseri kaleme almadaki maksadına göre değişiklik arz etmektedir.
Türkçede sayılı Kitab-ı Mukaddes çevirisi bulunmasına mukabil yüzlerce Kur’an meali ve tefsiri yayımlanmıştır. Bu makalemizde özetle tefsir geleneğimizden tevarüs edilen “İsrâiliyat” tanımı üzerinde durarak, Türkiye Hahambaşılığının takdimiyle Türkçe Çeviri ve Açıklamalarıyla Tora ve Aftara adıyla yayımlanan çalışmayı tanıtmayı amaçlıyoruz. Bunu yaparken detaya girmeden eserin ilk cildinde yer alan giriş ve önsöz bölümlerinden hareketle genel bilgiler vermekle yetineceğiz.
İsrâiliyat algımız ve Kitâb-ı Mukaddes Araştırmalarının Önemi
Tora çevirisi hakkında bilgi vermeden Müslüman toplumlarda “İsrâiliyat” kavramı üzerinden şekillenen Kitab-ı Mukaddes algısı üzerinde durmak istiyoruz. İsrâiliyat büyük oranda Yahudi, kısmen de Hristiyan kaynaklarından nakledilen “efsane, kıssa, olay veya bilgi” anlamındadır. Bazı Arapça eserlerde, Yahudi kaynaklı bilgiler için İsrâiliyat, Hristiyan kaynaklı olanlar için “mesîhiyyât” veya “nasrâniyyât” kelimeleri kullanılır. Bu kavram, -modern dönemde- muhâliflerinin İslam dinine ilave etmeye çalıştıkları asılsız ve uydurma haberler hakkında da kullanılmıştır.[1] İsrâiliyat kapsamına giren haberlerin kaynak değeri ve Kur’an yorumundaki yerine dair çok sayıda çalışma yapılmıştır.[2] Bazı araştırmalarda Kur’an yorumunda isrâiliyat ve Kitâb-ı Mukaddes’in kaynaklık değerinin birlikte ele alındığı da görülür.
Ehl-i kitaba ait hukuk kuralları fıkıh usulünde, “şer‘u men kablenâ” başlığı altında kısmen işlenmiştir. Buna karşın, geçmiş dönem tefsirlerinde bilgiler -istisnalar hariç- genellikle Ehl-i kitabın kutsal addettiği yazılı kaynaklardan ziyade, mühtedi olan Ehl-i kitabın sözlü olarak aktardığı kıssa ve menkıbelerden (isrâiliyat) nakledilmiştir.[3] Ehl-i kitaptan alınan bilgiler hususunda temkinli davranılmasını öğütleyen hadis rivâyetleri ve Kur’an’da Yahudi ve Hristiyanların kitaplarındaki bazı hakikatleri gizlediklerine dair yapılan vurgu gibi saiklerle, Kitâb-ı Mukaddes’in Kur’an tefsiri kaynağı olarak kullanımı büyük ölçüde zayıf kalmıştır. Kur’an yorumunda Kitâb-ı Mukaddes’e başvuran geçmiş ve modern dönem müfessirlerine, İbrahim el-Bikâî (ö. 885/1480), Muhammed Abduh (ö. 1322/1905), Hamîduddîn el-Ferâhî (ö. 1349/1930), Tâhir b. Âşûr (ö. 1392/1973) ve Muhammed Esed (ö. 1412/1992) örnek verilebilir.
İsrâiliyat bilgileri gelenekte Kur’an ve sünnet tarafından onaylanan, Kur’an ve sünnetin yanlışladığı ve Kur’an ve sünnetin hakkında bilgi vermediği olmak üzere üçlü tasnife tâbi tutulmuştur.[4] Tefsirde isrâiliyat dendiğinde bunun Ehl-i kitaba ait tüm sözlü ve yazılı kaynakları mı yoksa sadece bunların bir kısmını mı kapsadığı hususunda fikir birliği yoktur. Geçmiş dönem tefsir kitaplarına yansıdığı hâliyle İsrâiliyat bilgileri bir senede dayansın veyahut senetten yoksun olsun daha çok kıssa, menkıbe niteliğinde aktarımlardır. Bu yüzden ilgili rivâyetlerde Yahudilik ve Hristiyanlık tarihiyle Kitâb-ı Mukaddes bölümlerinin izahına dair bilgilere rastlamak pek mümkün olmaz.
Geleneğimizde hâkim olan bu İsrâiliyat tanımı ve ilk rivâyet tefsiri örneklerinden başlamak üzere Ehl-i kitabın kutsal kabul ettiği aslî kaynaklar yerine halk efsanelerinden iktibaslar yapılması, Müslüman toplumlarda bu kaynaklara yönelik ortaya çıkan çekimser tavrın başlıca nedenlerindendir. Bunun diğer önemli bir nedeni Kur’an’da Ehl-i kitaba yöneltilen eleştirel ifadelerin tarih üstü bir anlam sahasına teşmil kılınmasıdır. Buna göre Kur’an’daki ilgili ifadelerin, nüzul döneminden başlamak üzere kıyamete değin kendisini Yahudi veya Hristiyan olarak tanımlayan tüm insanlardan bahsettiği varsayılabilmektedir. Bir tür anakronizme yol açan bu tutumun, tarihte ve günümüzde Müslüman toplumların Yahudi ve Hristiyan toplumlarla sağlıklı ilişkiler kurmasını engelleyen unsurlar arasındaki yeri azımsanmayacak derecede büyüktür.
Yaşadığımız coğrafyada Müslüman-Ehl-i kitab ilişkilerinin devletler seviyesinde olmasa da halk seviyesinde barışçıl düzeyde yürütüldüğü dönemlere tanıklık edilmiştir. Ancak özellikle 20. yüzyılda yaşanan bazı siyasi ve sosyal değişimler (1914-1920 Ermeni ve Süryani olayları, 1948 İsrail’in kuruluşu vd.) söz konusu dinî topluluklar arasındaki mesafenin açılmasını tetiklemiştir. Üç dinî toplum arasındaki sahici olmayan husûmetler büyük ölçüde inananlarının geçmişten tevarüs ettirdikleri önyargılar ve politik çekişmelerden beslenmektedir.
Müslüman toplumlarda Kitâb-ı Mukaddes araştırmalarına ilginin az olması, bu sayede ulaşılacak bilgilerin gerek Kur’an’da Ehl-i kitaba yöneltilen hitapların doğru yorumlanması gerekse Müslüman-Ehl-i kitab ilişkilerinin güçlenmesinde üstlenmesi muhtemel rolünü sekteye uğratmıştır. Bu açıdan ülkemizde Latince ve Klasik Yunancanın yanı sıra Sâmî dilleri ve kültürü üzerine yapılan araştırmaların artması büyük önem arz etmektedir.
Türkçe Yayımlanan İlk Tora Tefsiri
İsrâiliyat algımız bunun Müslüman-Ehl-i Kitab ilişkilerindeki rolü ve Kitâb-ı Mukaddes araştırmalarının önemine özetle değindikten sonra açıklamalı Tora çevirisinin tanıtımına geçebiliriz. Söz konusu eser Türkçe Çeviri ve Açıklamalarıyla Tora ve Aftara (Gözlem Yay., İstanbul, Elul-5762, Eylül-2002) adıyla beş cilt hâlinde yayımlanmıştır. Moşe Farsi’nin yönetiminde Diana Yanni, Selin Saylağ ve Baruh Beni Danon’dan oluşan dört kişilik bir ekip tarafından hazırlanmıştır. Türkiye Hahambaşılığının teşvik ve himâyesinde yazılan eserin ilk baskısı 2000’de yapılmıştır.
Çalışmanın birinci cildi eserin hazırlanmasına finansal destek sunanlara ait bir önsöz ve Hamambaşılığa ait bir takdimle başlar. Bunu müteâkiben Moşe Farsi’nin önsözü ve Tora hakkında bilgi verilen bir bölüm yer alır. Son olarak İbranca okuma rehberine yer verilmekte, Tora okumadan önce ve sonra yapılacak berahalara (dua) yer verilerek açıklamalı çeviri Bereşit (Yaratılış) kitabıyla başlamaktadır. Türkiye’deki ilk açıklamalı Tora çevirisi olma özelliği taşıyan çalışmanın editörlüğünü aralarında Türkiye Hahambaşısı Yitshak Haleva’nın bulunduğu Ravlar heyeti üstlenmiştir.
Çalışmada Tora bölümleri İbranca aslî metinleri ve Türkçe çevirileriyle sunulmakta yalnızca izah ve şerh gerektiren ifadeler dipnotlarda açıklanmaktadır. Bu yönüyle eser İbranca bilenler ve öğrenenler için çeviriyi aslî metinle karşılaştırma imkânı sunmaktadır. Eserin takdim ve önsözlerinde kullanılan üslup ve muhteva, Tora çevirisinin telif maksadı ve hitap ettiği kitleye dair fikir edinmemizin yanı sıra Türkiye’de yaşayan 15-20 bin civarında nüfusa sahip Musevi vatandaş hakkında da önemli bilgiler içermektedir.
Tora çevirisi on bir Musevi ailenin desteğiyle hayat bulmuş bir projedir. Birinci cilt, projenin başlaması ve yürütülmesine katkıda bulunanların önsözüyle başlar. Bu yazıda Şimon Atsedik’in bir sözüne atıfla dünyanın üç şey üzerinde durduğu ifade edilir. Bunlar, Tora öğrenmek, Avoda (Tanrıya hizmet=Dua) ve Gemilut Hasadim (İyilik yapmak)’dir. Avoda’nın Sinagoglarda, Gemilut Hasadim’in ise çeşitli kurumlarda gönüllüler eliyle yerine getirildiği belirtilir. Hahamlara nispet edilen “Tora öğrenmek için zaman ayır ve bunun için kendine bir öğretmen seç” sözüyle de Tora öğreniminin ehemmiyetine değinilerek uzun yıllardır Ravların yönetiminde haftalık Tora sohbetlerinin icra edildiği vurgulanmaktadır. Bu bölümde Tora okumanın önemine dair aktarılan bir söz şöyledir: “İki kişi bir araya geldiğinde ve Tora konuşulduğunda Tanrı aralarında yer alır ve ortam kutsiyet kazanır.”
Bu önsözde Tora çevirisi projesinin maksadı şu sözlerle dile getirilmiştir: “Tora’yı da hayatımız boyunca küçük yaştan itibaren okumak, dinlemek, öğrenmek, üzerinde durup düşünmek, yorumlamak, uygulayıp gelecek kuşaklara devretmek gerekir. Tora’sız hayat; çiçek açmayan bir ağaca, susuz, aç bir bedene benzer. Bu yüzden görevimiz gelecek nesillerin sağlam köklere, her türlü fırtına ve rüzgâra karşı dayanıklı dallara sahip ağaçlar gibi olmasını sağlamaktır.” Kitabın Musevi toplumunun yaşamına ışık ve tüm insanlığa barış getirmesi temenni edilmekte ve önsöz şu duayla nihâyete ermektedir: “Bizi yaşatan, ayakta tutan ve bu günlere eriştiren Tanrımız Mübarektir.”
Türkiye Hahambaşılığının kaleme aldığı önsöze geçecek olursak burada ilk işaret edilen konu, Türkçede ilk kez bu içerik ve kapsamda bir Tora çevirisi ve yorumunun yayımlanmış olmasıdır. Bu, İngilizce ve Fransızca dillerindeki benzer çalışmalara nispetle gecikmiş bir proje olarak görülmektedir. Burada ayrıca Hahambaşılığının “Haftanın Peraşası” adıyla haftalık Tora dersleri içeren broşürler yayımladığı ifade edilmektedir.
Museviliğin insanlık tarihinin bilinen ilk din disiplini olduğu, Tora’nın da bu dinin tanrısal kaynaklı metni olduğunun vurgulandığı önsöz, Rav Yitshak Haleva tarafından kaleme alınmıştır. Bu kitabın İsrailoğulları aracılığıyla tüm insanlığa hediye edildiği andan itibaren yeryüzü yaşamını derinden etkilediğini belirten Haleva, Tora’nın insanlığı iyiliğe, güzelliğe yönlendiren bu etkisini sonsuza kadar sürdüreceğinden kuşku duyulmamasını salık vererek, Tora hakkında şunları söyler:
“Tora’nın ezeli ve edebi niteliğinin temel nedeni, O’nun doğrudan Tanrısal kaynaklı oluşu konusunda hiçbir kuşkuya yer olmayışı ve bu niteliğinin Tanrısal teminat altında bulunmasıdır. Tora’yı insanlığa hediye edildiği aynılıkta koruyup O’nu geleceğe aktarma konusunda gösteregeldiğimiz özen, buyruklarını tümüyle yerine getirmede sergileyegeldiğimiz duyarlılık ve kutsal metne getiregeldiğimiz açıklama ve yorumlar, Tora’nın; bizlere tebliğinden bu yana yaklaşık 34 asır geçmiş olmasına karşın O’nun yalnız güncelliğini korumasına değil, insanlığın geleceğine de yönelik olarak en hakiki yol gösterici olmasının ana nedenleri olmuştur.”
Musevi din disiplininin, “Tora” içinde açıkça belirtilen ilâhî maksatlarla çelişmemek üzere, tüm kutsal metinlerin açıklanması ve yorumlanmasını teşvik ettiğine işaret eden Yitshak Haleva, bunun her Musevi inançlısı için kutsal bir ödev olduğunun altını çizer. Önsözde Museviliğin niceliksel ve niteliksel bakımdan çok çeşitliliği ve çok renkliliğinin Musevi inançlılarınca bu alanda yapılan fikrî çalışmaların zenginliğine işaret ettiği vurgulanmakta, Tora çevirisi projesinin Musevi kültürünü çok iyi anlamış bir grup genç tarafından hayata geçirildiğine dikkat çekilmektedir.
Rav Yitshak Haleva çalışma hakkındaki temennilerini şu ifadelerle dile getirir: “Tora’mızı özgün metninden okuyamayan dindaşlarımız için çok mükemmel bir rehber olacağı gibi, Musevilik konusunda daha fazla bilgi edinmek isteyen araştırmacılar için de birinci elden yetkin ve güvenilir bir kaynak oluşturacaktır.”
Haleva’nın ifadelerinden anlaşıldığı kadarıyla hâlihazırda tedavülde olan Tora metninin tanrısal kaynaklı oluşu dolayısıyla otantikliği hususunda hiçbir kuşkuya yer olmadığına inanılmaktadır. Tora’nın bu niteliğinin ilâhî koruma altında olduğu vurgulanmakta ve 34 asır önce indirilmiş olmasına rağmen güncelliğini koruduğu ve insanlığın geleceğine yönelik en hakiki yol gösterici olduğunun altı çizilmektedir.
Moşe Farsi tarafından kaleme alınan önsöze, 15. yüzyılın sonunda çoğunluğu İspanya ve çevresinden göç etmiş Türkiye Yahudilerinden çok azının Tora’yla tanışma imkânı bulabildiğine işaret edilmekle başlanır. Bunun en önemli nedeni olarak Yahudi nüfus içerisinde İbranca konusundaki bilgi eksikliği gösterilir. Rabi Yaakov Huli’nin halkın dinî kaynakları anlamasına yardımcı olmak için Tora’yı en baştan ele alan, Talmud, Alaha ve Midraş kaynaklı bilgilerden oluşan antolojilerin de yer aldığı Ladino dilinde Meam Loez adlı bir eser yazdığını söyleyen Farsi, bunun Yahudi halkın mirasına aşinalık kazanmasında büyük rol oynadığını ifade eder.
Farsi, Ladino dilinin Türkiye’de unutulmaya yüz tutması, halkın İbrancaya aşina olmaması nedeniyle Tora’nın onlar için bir bilinmez hâline gelmeye başlaması ve Yahudilerin Yahudiliği dış kaynaklardan öğrenmesini, çalışmanın hayata geçmesini tetikleyen en önemli nedenler arasında sayar. Zira dış kaynaklardan alınan dinî bilginin halkı çoğu kez hatalı, yanlış ya da sorunlu bilgi ve felsefelere maruz bıraktığını ifade eden Moşe Farsi, bunun üzerine Tora’yı, 3300 yılı aşkın bir süredir “Yahudiler tarafından anlaşıldığı ve uygulandığı şekliyle”, açıklamalarla zenginleştirerek Türkçeye kazandırma kararı aldıklarını belirtir.
Hâlihazırda Tora’yı da kapsayan Tanah’ın, Kitab-ı Mukkades Şirketi tarafından yayımlanan[5] iki çevirisi bulunduğu ancak bunların metinsel anlamda oldukça titiz çalışmalar olmalarına rağmen Yahudileri ve Yahudilik hakkında “gerçek” bilgi almak isteyenleri tatmin edecek nitelikte olmadığını belirten Farsi, odaklanılması gereken noktanın Tora metninin salt çevirisi değil, bu metnin ve ardındaki köklü kanunî ve felsefî geleneğin eşliğinde “Yahudilerce anlaşılma ve uygulanma” şekli olması gerektiğini vurgular. Zira ona göre Tora’nın herhangi bir çevirisi, metinsel ve filolojik bakımdan ne kadar doğru görünürse görünsün, geleneksel bazı açıklamaların refakati olmadığı sürece, yanıltıcı –hatta özellikle Yahudi kanunu söz konusu olduğunda “yanlış”- olmaktan kurtulamaz.
Farsi sonrasında Tora çevirisinde takip edilen yöntemler, karşılaşılan zorluklar ve İbranca ifadelerin anlamlarını Türkçeye doğru aktaramama yönündeki endişelerine dair değerlendirmelerini paylaşır. Yahudiliğin en kutsal kitabı ve dünya medeniyetinin temeli olarak nitelediği Tora’nın elimizdeki çevirisinin aslî metnin “sonsuzda biri” olmaktan öteye geçemeyeceğini ifade eden yazar, bunun yalnızca dilden kaynaklanan kayıplar olmadığını belirterek, şu tespiti yapar:
“Tora’daki birçok kural, sözcüklerin cümle içindeki dizilişlerine, hangi sözcüğün cümlenin neresinde ve hangi sözcüğe yakın kullanıldığına, aynı sözcüğün Tora’nın bambaşka yerinde hangi cümlede ne pozisyonda yer aldığına ve bunun gibi birçok geleneksel yönteme bakılarak türer. Özellikle de İbranice ve Türkçe’nin, cümleiçi sözcük sıralaması açısından neredeyse tamamen zıt oldukları düşünüldüğünde, tam bir analizin çeviri metni üzerinde yapılabilmesinin mümkün olmadığı anlaşılacaktır.”
Tora çevirisinde hassas olunması gereken konular arasında deyimsel ifadeler ve kanunî bölümlerin nasıl aktarılacağı meselesi de yer alır. Farsi, Tora’nın deyimlerle bezenmiş dilini nasıl anlamak gerektiğini bilmenin, sözlü Tora’nın gelenekleri arasında önemli bir yere sahip olduğunu ifade eder. Yazara göre örneğin, olduğu gibi çevrildiğinde “gözlerin arasında” (Şemot 13:9) anlamına gelen sözlerin, aslında, saçın başlama çizgisinin hemen üstünde merkezî bir yeri belirttiğini Sözlü Tora’dan öğrenmekteyiz. Bu, Devarim 14:1’den de dolaylı olarak anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bu ifadeyi olduğu gibi çevirmek sadece geleneksel bilgilere aykırı olmakla kalmayacak, aynı zamanda “yanlış” olacaktır.
Yazar, akabinde Talmud’un çeviri konusundaki bir öğretisini nakleder: “Bir pasuğu (cümleyi) tam anlamıyla çeviren, metni yanlış sunmuş olur. Diğer yandan kendisinden ekleme yapan kişi ise, Tora’ya küfür etmektedir.” (Talmud-Kiduşin 49a; Tosefta-Megila 3:21). Buna göre Talmud, çevirmenin ne zaman doğrudan, ne zaman deyimsel anlama göre hareket etmesi gerektiğini bilmesinin çok önemli olduğunu belirtmektedir. Diğer yandan kimse, kafasından ekleme yapamaz. Ne zaman ne yapılacağı konusundaki karar, tamamen kabul edilmiş gelenekleri bilmek ve ona uygun davranmakla birebir bağlantılıdır.”
Farsi, benzer durumun kanunî bölümlerin çevirisinde de geçerli olduğunu vurgular. Zira Tora’nın kendine özgü dili, çeşitli sebeplerden dolayı şifrelidir ve bazı durumlarda bir kanunun uygulamasıyla ilgili metin okunduğunda varılan sonuç, o kanunun pratikteki uygulamasıyla farklılık gösterebilir. Bu konuda herhangi bir yorum yapmadan önce, her türlü detay ve dilsel kullanımı analiz etmiş olan Talmud konusunda uzman olmak gerekir.
Yahudi geleneği konusunda yeterli bilgiye sahip olmadan Tora’yı anlama ve yorumlama imkânı bulunmadığını ifade eden Moşe Farsi, şu uyarıda bulunur: “Tora’nın birçok kanunla ilgili stili, herhangi bir durumdaki ‘en uç’ örneği vermektir. Bunun altındaki durumlar ya zaten açıktır, ya da bu ‘uç durum’dan türetilerek öğrenilir. Böyle örnekler, Tora hakkındaki bilgisi sadece düz (ve çeviri) metin okumakla sınırlı kişilerin, okudukları hakkında yersiz ve yanlış yorumlar yapmasına; hatta bazı ifadelerin Yahudi aleyhtarlığına alet edilmesine kadar gidebilmiştir. Bu durumun, binlerce yıllık köklü gelenekten haberdar olunmamasından kaynaklandığı açıktır. Dolayısıyla, Tora’nın bu köklü geleneğin rehberliği olmaksızın yorumlanmasının son derece yersiz ve hatalı kaçacağı akılda tutulmalıdır.”
Çalışmada çeviri özgün İbranca metinden yapılmıştır. Bununla birlikte Farsi, Yahudilerce yapılmış iki farklı İngilizce çevirinin sürekli olarak göz önünde bulundurulduğunu belirtir. Bunlar Rabi Arye Kaplan’ın The Living Torah ve Rabi Natan Scherman’ın The Artscroll Chumash adlı eserleridir. Bu iki eser, açıklamalı Tora çevirisinin temel başvuru kaynaklarıdır.
Bunlardan The Living Torah’ın özellikle, dinî ve dindışı birçok kaynak üzerinde yapmış olduğu araştırmalarla öne çıkan bir kitap olduğu ifade edilir. Yazara göre Raşi, İbn Ezra, Ramban gibi klasik otoritelerin yanında, birçok antik kaynak ve çeşitli çevirilerden yararlanması da esere değer katan diğer özelliklerdir. Diğer çeviri eser The Artscroll Chumash’ın mümeyyiz vasfı ise klasik otoriteler arasında görüş ayrılığı söz konusu olduğunda, en klasik ve kabul edilen otorite olan Raşi’nin görüşünü takip etmeyi tercih etmesidir. Açıklamalı Tora çevirisinde bu iki esere ek olarak, klasik otoriteler ve Targum gibi klasik çevirilerden yararlanılmıştır.
Farsi, Tora çevirisinde tercih edilecek yorumların seçiminde tek bir otoriteyi takip etmediklerini hatırlatarak, muhtemel yanlış anlamaları önlemek için şunları söyler: “Herhangi bir yerde bir otoriteyi tercih ettiğimizde, onun ‘en doğru’, diğerlerinin ise ‘pek akla yatkın değil’ olduğunu düşündüğümüz sonucu çıkarılmamalıdır. Bu tip bir yargıda bulunmak bizim haddimize değildir. Tercih konusundaki tek kriter, çevirinin anlaşılırlığı konusunda en basit ve açık açıklama olmasıdır ve bu da çevirmenin subjektif olduğunu itiraf ettiği bir seçimdir.”
Farsi’ye göre bu konudaki istisna, Tora kanununun söz konusu olduğu yerlerdedir. Buralardaki çeviriyi yaparken, pasuğun tam anlamından çok, köklü Yahudi kanununun belirlediği karar göz önünde tutulmuştur. Tora’nın kanun konusundaki bir ifadesinin, doğrudan çevrildiği takdirde çok yanlış sonuçlara yol açacağı kesindir. Böyle bir durumda doğrudan çeviri, örneğin Vayikra 20:14’te fazladan bir kişinin masum yere idam edildiği, ya da Şemot 21:24’te tazminat yerine bir kişinin gözünün çıkarıldığı gibi yanlış yorumlarla sonuçlanabilir? Kısacası Tora kanunu söz konusu olduğunda, edebi ya da metinsel endişeler ikinci planda kalmalıdır.”
Önsözde Tanrı’nın ismi ile ilgili de şu tenbihte bulunulur: “Tanrı’nın İsmi son derece Kutsal’dır ve boş yere kullanılamaz. Bunun yanında bir yere yazıldığı zaman da silinemez ya da bu yer yırtılamaz, çöpe atılamaz. Elinizdeki kitap Tora’dır ve her şeyin üstünde Tanrı’nın İsmi’ni içerdiğinden yüksek derecede kutsiyete sahiptir. Bu açıdan; kutsiyete uygun saygıyı göstermeniz arz olunur.”
Moşe Farsi, Tora’yı okuma ve anlama usûlüne dair şu tavsiyelerde bulunur:
“Tora Tanrı’nın eseridir. Bizim anlamak ya da açıklamak bir yana, hayal bile edemeyeceğimiz bir Kaynak’tan gelmektedir. Dolayısıyla eldekinin salt bir metin, bir hikâye, misal, ders ya da kural kitabı olduğunu düşünmek, en baştan itibaren yanlıştır. Tora’yı orijinal metninden inceleyen bir kişi, birçok cümlede çok yersiz görünen kullanımlar, bariz tekrarlar, bir dilbilgisi uzmanının basitçe ‘anlatım bozukluğu’ olarak tanımlayacağı garipliklerle karşılaşacaktır. Açıkçası bir insan bu kitabı yazmış olsaydı, bu kadar göze batan hatalar (!) içeren bir kitabı kesinlikle piyasaya sürmezdi. Oysa Tora’nın Tanrı’dan geldiğini bilen kişiler, tüm bu garip, yersiz ya da gereksiz görünen kullanımların içinde mutlaka sonsuz değer ve miktarda mesajın varlığını görürler. Tora sadece okunmayı değil, ‘analiz edilmeyi’ gerektiren bir metindir. Ancak bunun da belirli kuralları vardır ve bu analiz sadece, Tanrı’nın Moşe Rabenu’ya, onun da bizlere öğretmiş olduğu yöntemler kullanılarak yapılabilir.”
Tora’nın, geleneklere dayalı Yahudi bakışını ayarlayan bir gözlük gerektirdiğini söyleyen Farsi, “başlangıçta bir gözlüğe ihtiyaç duyulduğunu kabullenmek, ‘gözlerin iyi görmediğini’ kabullenmek ile eşdeğer sayılacağı için zor gelebilir. Ancak anahtar da buradadır: Tevazu. Tora’nın, birçok yüksek dağ varken, özellikle alçak bir tepe olan Sinay Dağı’nda verilmiş olmasının en önemli mesajı budur: Tora’yı ‘almak’ isteyen, alçakgönüllü olmalıdır. Tora’nın dünyaya, ‘yeryüzündeki en alçakgönüllü kişi’ (Bamidbar 12:3) olarak tanımladığı Moşe Rabenu aracılığıyla verilmesi, bu açıdan bir sürpriz değildir. Bir kişi yükselmeye karar vermeden önce, henüz yüksekte olmadığını kabullenmelidir. Yetmiş yüze sahip olan Tora’nın en ufak detayıyla ilgili sayısız ve bazen birbiriyle çelişebilen açıklamanın varlığı, sürpriz olmamalıdır. Tora bir yaşam kitabıdır ve hayatın her alanıyla ilgilenir.” değerlendirmesini yapar.
Önsözde bilgi verilen diğer bir konu Aftaralardır. Yazar, Aftaraların tarihi arka planı ve tanımına dair şu bilgileri aktarır:
“Tora, Moşe Rabenu’nun halk içinde yaymasının ardından tarih boyunca aralıksız bir şekilde incelenmiş ve uygulanmıştır. Tora sadece rafta tutulmuş, bir süre sonra unutulmuş, sonra birden tekrar ortaya çıkmış bir doküman değildir. Moşe Rabenu’dan beri Tora’nın halk içinde yaygın olmadığı hiçbir dönem olmamış, yine o zamandan beri her Şabat, Pazartesi ve Perşembe, Tora’dan bir parçanın toplu halde okunması kanunlaşmıştır. Tora’nın okunuşu o zamandan beri bir yılda tamamlanır. Kısa sayılabilecek bir süre boyunca Erets-Yisrael’de, bu döngüyü üç yılda tamamlama geleneği ortaya çıkmış, bu sırada Babil’deki Yahudiler ise halen Tora’yı her yıl bitirmeye devam etmişlerdi; fakat bir süre sonra Erets-Yisrael’dekiler de eski sisteme geri dönmüşlerdir.
Tora’nın her hafta Peraşalar halinde okunması, Moşe Rabenu zamanından beri kesintisiz olarak sürmüş olmasına karşın, çeşitli dönemlerde Erets-Yisrael’i işgal eden imparatorluklar, Tora öğrenimini ve okunmasını yasaklamayı denemişlerdi. Bu gibi dönemlerde Tora her ne kadar gizli bir şekilde öğrenilmeye devam edildiyse de, Tora’nın halk içinde açık bir şekilde okunması sorun yaratacağından, Tanah’ın, haftanın Peraşası ile ilgili, ya da özel bir Şabat ise o günle ilgili bir parçası okunurdu. O zamandan itibaren, haftanın Peraşası’nın ardından bu bölümler sürekli olarak okunmaya başlandı ve bunlara Aftara (kapanış; ayrılış) adı verildi.”
Burada son olarak önsözde Tora’nın genel niteliklerine dair verilen bilgileri nakletmek faydalı olacaktır. Tora, Perașa ya da Sidra adı verilen 54 parçaya bölünmüştür. Genel olarak her hafta bir Peraşa okunur ve istisnai olarak belirli bazı Peraşa çiftleri aynı Şabat gününde birlikte okunurlar. Bu, Tora’nın yıllık okunma döngüsüne göre ayrılmış bölümleridir. Bunun dışında Tora’nın metni, Moşe Rabenu’nun ilk yazdığı şekliyle kendi içinde yapısal bir şekilde bölünmüştür. Her bölüm kendi içinde bir bütündür.
Tora’nın kendi içindeki farklı bölümler Perek (paragraf; bab) olarak adlandırılır ve her Perek belirli sayıda cümleye (Pasuk) sahiptir. Tora orijinal olarak bu cümlesel bölünmeyi içerse de, numaralandırma işlemi, kendi araştırmaları sırasında metin içindeki belirli bir yeri bulmayı kolaylaştırmayı amaçlayan Hıristiyan din âlimleri tarafından yapılmıştır. Önemli bir kolaylık sağladığı için Yahudiler de bu numaralandırmayı kullanmakta bir sakınca görmemişlerdir.
Buraya kadar ki bölümde yaygın İsrâiliyat algımıza işaret ederek Türkçe’de yayımlanan ilk açıklamalı Tora çevirisinin hazırlık ve yayım süreci, hitap kitlesi, çeviride takip edilen yöntem ve kullanılan kaynaklara dair tanıtıcı bilgiler vermeye gayret ettik. Tora çevirisinin girişinde yer alan bilgilerin dikkati çeken yönlerinden birisi, Kur’an mealleri ve tefsirlerine yazılan benzer bölümlerle kesişen tespit, değerlendirme ve uyarılar içermesidir. Bu benzerliğin her iki dinin de kutsal kitap metnini doğrudan ilâhî kelam olarak nitelemesinden kaynaklandığı söylenebilir.
Bir kitabın tanıtımını yapmak için yayımlandığı tarihe yakınlığın önemli bir kriter olduğu değerlendirilebilir. Bu bakımdan ilk baskısı 2000’li yılların başında yapılmış olan Tora tefsirini ele alan bu makalenin geç kaleme alındığı kabul edilmelidir. Gecikmiş de olsa çalışmanın önemine işaret etmek isteyişimizin temel nedeni, Müslüman toplumlarda gözlemlenen Kitâb-ı Mukaddes okumaları ve araştırmalarına yönelik ilgisizliktir. Buna ek olarak çoğumuzun Yahudi ve Hristiyan toplumlar hakkında gerçekçi bir algıdan yoksun bulunduğunu söylemek abartılı bir tespit olmaz diye düşünüyorum. Dinî referanslara dayalı dışlayıcılık ve politik ayrışmalardan beslenen bu olgu, üç büyük dinî topluluğun birbiriyle sağlıklı iletişim kurma imkânını her geçen gün öteliyor. Burada kastımız sahici gerekçelere dayanmayan her türlü ötekileştirmedir ve Ehl-i kitab tanımına dâhil ettiğimiz veya bunun dışında kalan tüm “ötekiler”e yönelik bir farkındalık oluşturma gayesine mâtuftur.
Zira tanışma fırsatı dahi bulamadan birbirine önyargı ve husûmet beslemek, hiçbir toplumsal sınıfa fayda sağlamaması bir yana toplumsal huzur ve barışı derinden sarsan bir etkiye sahiptir. Dolayısıyla teoride tüm insanlığa barış ve esenlik getirme iddiasında bulunup diğer taraftan başka din mensuplarını yeterince tanımadan düşmanlaştırmak veya ötekileştirmek ilk başta tüm insanlığı muhatap aldığımız söylemiyle çelişmektedir. Birisine karşı gerçekçi bir tavır almanın yolu karşılıklı diyalogtan geçer ve önyargıları yıkmanın tek yolu tanışma olanaklarını arttırmaktır. Bu karşılıklı iletişim olanlaklarını artırma teşebbüsü zaman zaman bazı dinî gruplar tarafından suistimal edilmiş/edilecek olsa da, Müslümanlar başta olmak üzere yeryüzündeki tüm din mensuplarının üzerinde ciddiyetle hassasiyet göstermesi gereken bir tutumdur.
Bu bağlamda Ehl-i kitap terkibini ne kadar doğru anladığımızın sağlamasını yapmak için ilk olarak Kur’an’da Ehl-i kitaba yöneltilen hitapların maksat ve muhtevası üzerinde yeniden düşünmeliyiz. Bunun yanı sıra gelenekten devraldığımız İsrâiliyat, Yahudi ve Hristiyan algımızı gerek bu din mensuplarıyla sosyal ilişkilerimizi güçlendirerek gerekse kutsal addettikleri metinleri imkânımız ölçüsünde tetkik ederek sahici bir zemine oturtmalıyız. Türkçe Çeviri ve Açıklamalarıyla Tora ve Aftara adlı çalışmayı incelemek bunun için iyi bir başlangıç işlevi görebilir.
[1] Hatipoğlu, İbrahim, “İsrâiliyat”, DİA, 2001, XXIII, 195.; Ebu Şehbe, Muhammed, İsrâiliyyât ve’l-Mevzûât fî Kutubi’t-Tefsîr, Dâru’l-Cîl, Beyrut, 2005, s. 12.
[2] ez-Zehebî, Muhammed Huseyn, İsrâiliyât fî’t-Tefsîr ve’l-Hadîs, Mektebetu Vehbe, 4. bs., Kahire, 1990.; Ebû Şehbe, Muhammed, İsrâiliyât ve’l-Mevdûât fî Kutubi’t-Tefsîr, Dâru’l-Cîl, Beyrut, 2005.; Aydemir, Abdullah, Tefsirde İsrailiyat, Beyan Yay, 1. bs., İstanbul, 2000.; Kaya, Mesut, Çağdaş Tefsirlerde İsrailiyat Eleştirisi, İSAM Yay., İstanbul, 2019.
[3] Mukâtil b. Süleyman’ın (ö. 150/767) et-Tefsiru’l-Kebîr’i buna örnek gösterilebilir.
[4] Ebu Şehbe, İsrâiliyât, s. 106-107.
[5] Kutsal Kitap ve Deuterokanonik Kitaplar, Kitabı Mukaddes Şirketi, İstanbul, 2003. Kitâb-ı Mukaddes bölümlerinin çevirisine ayrıca incil.info adlı internet adresinden erişim imkânı bulunmaktadır.