7 Ekim 2023 tarihinde azgın İsrailoğullarının Gazze merkezli Filistin katliamına ilk adım atılmıştı. Bu satırların yazarı 1947 doğumludur. İsrail’in devlet olarak kuruluş tarihi 1948 olduğuna göre bu devletle yaşıt sayılırız. Türkiye Cumhuriyeti İsrail devletini hemen 1949 yılında tanıyan ilk ülkelerden biridir. Benim zavallı memleketim kimlerin eliyle yönetiliyormuş ki o tarihlerde böyle bir kara lekeye beni de ne yazık ortak etmişler. Bilim fen ve teknolojinin, iletişim araçlarının zirveye ulaştığı bu günlerde dünyanın gözü önünde naklen izlenen Gazze merkezli katliam insanlığa ne öğretiyor? Sualin cevabını merak edenlere girişteki kısa malumatı vererek bir ön izleme imkân ve fırsatı sunmak istedim. Bu günlerde idrak ettiğim ömür yaşımla beraber bu husustaki bütün şahitliklerimi yeniden hatırlayarak neler söyleyebilirim?
Nereden başlamalıyım? Mesela bir video izledim. Beş altı yaşlarında Gazzeli bir kız çocuğunun evini fosfor bombalarıyla tahrip etmişti İsrail. Annesi babası kardeşleri ölmüştü. Yalnız bu kız çocuğu ne hikmetse sapasağlam çıkmıştı enkaz altından. Yatması gereken hastane de Birleşmiş Milletler Barış Elçilerinin nezaretinde bombalanmış, bu nedenle çocuğu hastanenin bahçesinde bir sedyeye yatıran doktorlar tedavi etmeye çalışıyorlardı. Sedyede yatan çocuğun sol kolu platin çivilerle sedyeye sabitlenmişti. Besbelli birkaç yerinden kırıktı. Sağ koluna ait eli yoktu parçalanmıştı ve bileği bir sargının altında kalmıştı. Çocuk birkaç damla gözyaşını silebilmek için sol kolu çivili olduğundan sağ elini kullanmak istiyor ama onu da yerinde bulamıyordu. Çaresiz bileğini saran sargı bezleriyle yanaklarını gıdıklayan gözyaşını dindirmeye uğraşıyordu. Yarabbi diye konuşuyorum kendi kendime ben bugün Netanyahu yahut Elon Musk bile olsaydım bu manzara karşısında kalbim durmuştu. Televizyondaki seyir esnasında açık söylemem gerekirse yorgun kalbim sahiden bir ara durma noktasına varmıştı.
Ne yapmalıyım diye düşündüm hala düşünüyorum. İsrail ve ona yardım edenlerin mallarına karşı bir boykottan söz ediliyor. Tamam, diyorum. Markette daha önceleri yetmiş dokuz liraya satılan Domestos kırk liraya düşürülmüştü. Her müşteriye kasadaki masum kız tarafından özellikle indiriminden söz açılıp pazarlanmaya çalışılıyordu. İşte diyorum, karşımda ciddi bir imtihan suali. Cebimdeki para beni tahrik ediyor, elinde avucunda başka ne kaldı hadi davran al bu ucuzlukta şu kimyasal nesneyi de eşin sevinsin. Ama benim içimde bir başka ben daha var. O diyor ki sor bakalım senin memleketin Elaziz’deki Coca Cola dolum tesislerinin kapısına kilit vurulmuş mudur; Endonezya’da McDonalds’ların iflas ettirildiği gibi. Gandhi geliyor hatırıma. Güney Afrika’da itibarlı ve varlıklı bir avukat iken memleketi Hindistan İngiliz sömürgesi olmaktan kurtulsun diye, bütün imkân ve fırsatları ardında koyarak Hindistan’a dönüyor. Kuzeyden güneye doğru Büyük Tuz Yürüyüşünü başlatarak Hint Denizine varıyor. Ve denize avuçlarını daldırarak zeminden bir karışımı alıyor, sular parmakları arasından süzüldükten sonra avucunda kalan tortuyu halkına göstererek haykırıyor: “Bu tuzdur.” Artık insanlar tuzu İngiliz fabrikaları yerine bizzat denizden temin etmeye başlayınca yabancı tuz fabrikaları birer birer kapanıyor. Gazze mi dediniz; işte şimdi sıra bizde; böyle düşünüyorum.
Böyle düşünürken meselenin asıl ihmale uğrayan yönünü Müslüman kardeşlerime en mütevazı, en samimi bir dille, onları ürkütmeden, üzerime hücumlarını çekmeden nasıl anlatırım; bu hususta bir sükût diline ne yazık sahip değilim. Söylemeye mecburum, asla atlanmaması gereken nokta insan karakterleri bakımından şudur: insan neye müstahaksa onu görür. Yukarıda sözünü ettiğim yaşım boyunca bir başka şahitliğim de bu idi. Kendim de başıma gelen nice musibetin kendi işlediklerim yüzünden geldiğini iyi, çok iyi biliyordum. Burada sanılmasın ki mesele Gazze katliamı olduğundan Gazzeli kardeşlerimiz bu zulme müstahak olmuşlardır. Hayır! Hatta belki onlar, imtihanlarını kazansınlar diye uğradıkları şerri hayra tebdil eyleyerek uhrevi hayatlarında İlahi şefaate (inşallah) nail olacaklardır. Ancak Gazze bence bu iklim ve coğrafyanın dışında yaşayanlar bakımından daha ağır bir imtihan sualidir.
Hep söyler ve düşünürüm, merhum Sezai Karakoç da yaşadığı dönemlerde vuku bulan Filistin meseleleri hususunda böyle ifadelerde bulunmuştu. İşte Alınyazısı Saati şiirinden küçük bir parça okuyalım:
Ve Kudüs şehri. Artık yer şehri,
toprak şehri.
Bakır yaprakların, çelik gövdelerin,
acımasız yüreklerin.
Demir köklerin, tunçtan ve
uranyumdan dalların.
Kurşundan çiçeklerin şehri.
Gülle kusuyor ana rahmi
Bomba parçalıyor beynini bebeğin.
Tanklar saldırıyor evlere
bir anda ev yok tank var
Uçak var gök yok utanç var
Ve kime karşı bütün bunlar
Masum insanlara karşı
Binlerce yıl oturdukları yurtta
kalmak isteyenlere karşı
Ve kim tarafından bütün bunlar
Roma’nın, Babil’in, Asur’un
ve Firavunların
Ve nice milletlerin zulmünü
görenler tarafından
Zalime olan öcünü mazlumdan almak
Zalim olmak ve en zalim olmak
Ve artık ne İbrahim ne Yakup ve ne
Musa var
Tersinden okunan Tevrat hükümleri
Karaya boyanmış Mezmurlar
Bu şiir böyle uzayıp gidiyor. En azından kırk elli yıllık geçmişi var. Ancak Sezai Karakoç sanki kabrinden kalkıp bu günü görerek yazmış gibi.
Mesela Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelerin yöneticileri, gücü elinde bulunduranlara basit bir teklif vardı. Hepsini saymayacağım, Pakistan, Mısır, İran ve Türkiye, mezhep, kavmiyet esprisi gibi temayüllerini bir anlığına unutarak, sınırlarını da hiç zorlamadan, dış politikada, daha evvel Türkiye’de resmen söylendiği gibi komşularla (kardeş ülkelerle) sıfır sorun için bir araya gelmelilerdi. Olmadı, kimse dinlemedi, o halde mevcut zillete ortak değiller midir? Halklar ve itikatlar bakımından da söylenmesi gerekenler vardır. O daha ağır ve değiştirilmesi oldukça zor bir meseledir. Zira insanlar alıştıkları şeyden vazgeçmeye, onu değiştirmeye pek yatkın değillerdir. Değişimin gereği olan çabadan, artı gayretten ürkmektedirler. Hâlbuki Kuran Rad Suresinde ezcümle “bir toplum kendinde olanı değiştirmedikçe Allah onu değiştirmez” der.
Kuran’a aykırı hayat yaşayarak Müslümanlık iddiası taşımanın başlarına gelen her musibette esas sebep olduğu Müslüman toplumlar tarafından artık anlaşılmalıdır. Halkların kavmiyetçi temayülleri büyük tehlikedir. Çünkü Kuran “ancak Müslümanlar kardeştir” diyerek mahalli kimlikleri İslam şemsiyesi altında buluşturmak muradındadır. Daha da tehlikeli itikatlar, mezhep, tarikat, parti, vakıf, dernek hassasiyetlerinin Din hassasiyetine öncelenmesi noktasında yaygın görünmektedir -eğer varsa- İslam âleminde.
Mesela Filistin’e bugünlerde Gazze, Batı Şeria, Ramallah vb. özelinde ciddi bir sahiplenme duygusu hatta taşkınlığı gözlenmektedir. Taşkınlık bile olsa bir anlığına göz yumulabilirdi belki. Ancak Kuran bilgisine haiz bir Müslüman’ın Kudüs merkezli Kutsal Toprak telakkisi hiç tartışılmamıştır. Nedir Kutsal Toprak? Hangi toprak hangi topraktan daha şanslı, bahtı açık, daha uğurlu, Tanrı’ya adanmış, yolunda can verilecek değerdedir? Çünkü kutsal bu anlama gelmektedir. Ayrıca Mescid-i Aksa üzerindeki mitolojik menkıbenin de imana dönüşmüş halindeki anlayışın hiç ama hiç tartışılmadığı ortadadır. İnsanlar gözü kapalı biçimde bu mekân üzerinde bir mit oluşturmuşlardır. Doğru mudur bu anlayışın inanca dönüşmüş olması?
Bir başka tehlikeli anlayış ve yorum da itikada konu edilerek Kudüs merkezli kutsallaştırmayı keskin hale getirmektedir. Yahudilerin öteden beri bir tabiat hadisesi gibi görünen Muallak Taş üzerinde yarattıkları bir efsane vardır. Bazı ve belki birçok Müslüman aynı nesneyi merkeze alarak Son Allah Elçisi’nin Kudüs’teki bu taşın üzerine basarak göğe yükseldiğini söyler ve inanır. Resulün Allah ile konuştuğuna dair bu inancı sahiplenip Kudüs kutsallığını ciddi biçimde artırmaktadırlar. Güya taş üzerinde Allah Elçisinin ayak izi filan olduğu bile söylenip durmaktadır. Ne dersiniz, soralım mı sıradan, kendi halinde yaşayıp duran masumlara değil, televizyonlarda sorulan bütün sorulara cevap veren ve asla bilmiyorum demeyen laf ebelerine. Bu iddia ne kadar hakiki ve sahihtir? Kuran’daki İsra veya Necm surelerindeki ifadelerin böylesi aşırı bir yoruma tahammülü var mıdır? Bu malumatı niçin veriyorum? Müslümanlar niçin, ne uğruna, neyi korumak, kollamak adına savaşıyorlar, bilsinler istiyorum. Hani İslam bir mabet dini değildi. Şölenlerin, törenlerin dini değil tekbir manifestosunu yaymanın dini idi. Temiz olmak kaydıyla onlar için bütün yeryüzü mescitti; ne oldu bu anlayışa ki belli bölgeleri kutsal addetmeye başladılar. Hayır! Kimse bana yine Kuran’da bulunan ve Mekke’yi kasteden ifadelerin bu şehri kutsadığını söylemesin. Kutsal ile mukaddes arasında ciddi bir fark vardır. Biri temizliği, temizlenmişliği öteki ise uğur, şans gibi büyülü kelimeler ve durumları niteler.
Öyleyse itikatlara da birer neşter vurmadan, yukarıdan, Tanrı katından şefaat beklemek, salt düşmanın kahredilmesi için dua etmek, duaların kabulünü ummak boşuna değil midir? Allah’ın dinini uydurmalar, büyüler, efsanelerle anlamak, yorumlamaya çalışmak sürdüğü müddetçe zafer yakın iddiası boşlukta kalacaktır. Yine Kuran Nisa Suresi 148. ayetinde mealen der ki: “Allah, kötü sözü sevmez, zulme uğrayanlarınki müstesna.” Bu durumda açık bir zulme uğrayan Filistinli Müslümanlar için Allah bir açık kapı bırakmıştır ve inşallah onlar imtihanlarını kazanarak cennet ehli olsunlar. Ama biz, dışarıdakiler ve ben az sonra mükellef kahvaltısını yapacak olan kalem erbabı ben, ne olacağım? Kalbim titriyor kardeşlerim, biz dışarıdakilerin hali ne olacak? Asıl derdimiz bence budur.
Müslümanların savaş hukuku (doğrusu fıkhı olacaktır) hakkında konuşulurken bugüne kadar ilmî anlamda kutsallar için savaşmak diye bir terminolojiye rastlayan var mıdır? Müslüman niçin savaşır? Elbette Osmanlı devletinin sloganlarından biri olan İ’lâyı Kelimetullah idi. Amenna ve lakin bunun açık formüllerini de göstermek gerekmektedir. Bakara Suresi 193 mealen şöyledir özetle: “Fitne kalmayıncaya, din Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın…” yeryüzündeki en büyük fitne Allah’tan başka ilah, yardımcı, kulluk edilecek merci tanımak anlamındaki şirktir. Din Allah’ın oluncaya kadar ifadesinin yorumu, insanlar özgür biçimde dinlerini seçebilecek ortamı buluncaya kadar şeklinde yapılmaktadır. Bu din hangisi olursa olsun, bir yerde insanları dinlerini seçmekte yasaklayan hangi zihniyet varsa, isterse bu yasağı koyanlar Müslüman olsunlar, onlarla savaşmalıdır. Çünkü onlar Allah’ın özgür bıraktığı alanı yasaklayarak Allah’a karşı gelmektedirler.
Müslüman savaşının meşruiyetini kimi maslahatlara bağlayarak formüle eden Endülüslü büyük âlim İmam Şatibi’nin tespitlerine göre aklın, canın, ırzın, dinin ve malın korunması uğrunda savaşmak vaciptir. Bu yalnızca Müslümanların değil başka toplumların da sahip bulundukları aynı maslahatlara birileri saldırdığında Müslüman bu mazlumların maslahatları uğruna da savaşabilecektir, caizdir, hatta vaciptir. Müslümanın herhangi bir kutsalı yoktur dersek yanılmış olmayız. Çünkü kutsalda donukluk, durağanlık, statiklik vardır. Kutsallık tapınma, körleşme, köleleşme sonucunu doğurur. Oysa Allah’a karşı sorumluluk şuuru anlamına gelen takva, kulluk eylemi dinamik bir yapıdır. Kudüs, mukaddes gibi kelimeleri kutsal diye Türkçeye tercüme etmekle böyle bir vahim hata doğmuştur. Kelimelerin yazılışındaki benzerliklerin bu aldanmada rolü bulunuyor olsa da netice değişmemektedir. Yanlış, yanlıştır. Allah’ın arzı birbirine eşit temizlikte yaratılmıştır. Allah’tan asla şer gelmez. O’nun yaratışı bütünüyle mucizedir ve insan için hayırlıdır. Öz Türkçedeki kut ile Arapçadaki kds’yi kimi sözlükler paralel verseler de, birinde baht, şans diğerinde arınma ve temizlik esastır. O zaman Allah başından beri bütün yeryüzünü tertemiz, hayırlı yaratmışken onu kirleten ona şer katan kimdir? Badem ağaçları yahut kurtlar mı yoksa insan mı; sual budur.
Filistin topraklarında Gazze’deki İsrail katliamı (asla savaş değil) dünyaya egemen ABD ve Avrupa ülkeleri yöneticileri tarafından, İsrail yanlısı bir tutum ve suskunlukla karşılanırken tuhaf şeyler olmaya başladı. Dünya halkları İskoçya’dan Japonya’ya, Çin ve Kore’den Belçika, İspanya, Venezuela, Küba ve Arjantin’e kadar büyük ayaklanmalar, gösterilerle sokaklara çıktılar. Türkiye’de sağ sol ayrımı yapılmadan dört yüz şairin imzasıyla bir Küresel İntifadaya Çağrı metni yazıldı, yayımlandı. Dünyanın çokça konuşulan bütün dillerine de çabucak tercüme edilerek internet üzerinden sürüme çıkarıldı. Google, Youtube, Facebook, Twitter gibi iletişim kanallarının patronları, yaygın batılı gazete ve televizyonların sansürleri, İsrail lehine Filistin aleyhine yayınlarına rağmen, dünya insanlığının vicdanı olanları gördü. Hamas’ın serbest bıraktığı esirlerle, İsrail’in serbest bıraktıklarının farklı şahitlikleri tamamen sansürlenemedi ve bütün dünya tarafından izlendi, okundu, anlaşıldı. Rabbi, terbiyecisi bizzat Allah olan Resulün ümmeti, öğrencileri derslerini O’ndan aldıkları için öyle muhteşem bir sınav verdiler ki dünya vicdan ve insafının kalbine ateş düştü. Şimdi Avrupalı, ABDli genç insanlar, bize Müslümanları yanlış tanıtmışlar diyerek gözyaşı döküyorlar. Müslüman memleketlerin mekteplerindeki müfredatın öğretemediğini son İsrail katliamı genç kuşağa öyle bir öğretti ki Küresel İntifadaya Çağrı metni bugüne kadar hiç yaşanmamış oranda karşılık buldu.
Bir video daha izledim. Filistinli bir dedenin bombalarla katledilmiş üç dört yaşındaki kız torununu kucağına alarak ona sarılmasından etkilenen Hıristiyan bir kadın “İslam’a bakış açım değişti” diyor ve ağlıyordu. Başka bir karede ise dindar olmadığını söyleyen Avrupalı genç bir kız İsrail katliamları sonrasında Kuran okumaya başladığını ve Bakara Suresinin 81-82. ayetlerini örnek veriyordu: “Evet! İşte (böylesine) büyük bir kötülük işleyen ve (bunun) günahıyla çepeçevre kuşatılan kimseler var ya, işte böyleleridir içinde kalmak üzere ateşe mahkûm olanlar!.. İmana ermiş olup doğru ve yararlı işler yapanlara gelince, sürekli içinde kalmak üzere cenneti hak edenler de işte bunlardır.” Sarışın kız çocuğunun bunları söylerken gözleri sahiden nemlenmişti. Gazze katliamı ne mi öğretti, hala anlamayanlar var mı?
Küresel İntifada İçin Rap Sözleri Cahit Koytak’ın Gazze Risalesi adlı uzun şiirsel metninden daha önce kaleme aldığı yine epeyce uzun bir şiiridir. Yazımın başında İsrail’le benim yaşıt olduğumdan söz açmıştım. İsrail’in Filistin topraklarındaki katliamları kurulduğu günden itibaren başlamış ve hiç dinmeksizin etraftaki öteki ülkeleri de taciz ederek Lübnan, Ürdün, Suriye ve hatta Mısır’ı da kapsayarak sürmüştür. Cahit Koytak hem Gazze Risalesi hem de Küresel İntifada İçin Rap Sözleri şiirlerini elbette çok önceleri yazmıştı. Ama her iki şiir de öylesine günceldir ki, 1948’de İsrail kurulduğunda dahi yazılmış olsaydı, hiçbir zaman güncelliğini yitirmeyecekti. Nitekim Nizar Kabbani, Mahmut Derviş, Adonis, Naci Ali, Edward Said, Tevfik el-Hâkim, Halil Cibran, Sezai Karakoç gibi şair, düşünür ve çizerlerin ortak dili de hep aynı kapıya çıkmaktaydı. Burada Filistin’de yalnızca İsrail yoktu. Onunla beraber ABD, bütün Avrupa ve Hıristiyan âlemi vardı. Ve sergilenen zulüm yepyeni bir Haçlı-Siyonist ortaklığının eseriydi.
Dikkat edilirse yukarıda zikri geçenler arasında ne bir politikacı var ne de bir başkası. İsimlerin tamamı birer sanat insanıdır. Şairlerin başı çektiği ise ortadadır. Kudüs için, Beyrut için yakılan ağıtlar yürekleri dağlamaktadır. Mahmut Derviş Filistinli Sevgili şiirinin bir bölümünde şöyle yazmıştı:
ve and içerim ki,
bir mendil işleyeceğim yarına kadar,
gözlerine sunduğum şiirlerle süslü
ve bir tümceyle,
baldan ve öpücüklerden tatlı:
‘bir Filistin vardı,/ bir Filistin gene var!’
Türkçenin usta şairi Cahit Koytak neler söylüyordu ona bakarak bitirelim sözlerimizi. Evvela şu Rap Sözleri nedir öğrenmeliyiz. Malum eseri üzerinden konuştuğumuz şair sıradan biri değildir. Ve yalnızca ana diliyle ve kendi toplumuna hitaben konuşmuyor. Öyle ki Kuran mealini bile şöyle isimlendirmiştir: Herkese İnen Kitap. On altı cilt şiir kitabı halen piyasada bulunan şairin geriye (benim bildiğim) yirmi dört dosyası daha kalmıştır. Ki o bütün külliyatı yayına girdiğinde dünyada en fazla mısra üreten/ yaratan şair sıfatıyla anılacaktır.
Cahit Koytak eserlerinden birinin adı Cazın Irmakları idi. Birçok taşralı okuyucuyu şaşırtan bu tercihin ana sebebine inildiğinde ise mesela Yoksulların ve Şairlerin Kitabı adlı üçlemenin de dokunduğu evrensel acıya, küresel zulme ve küresel intifadaya yani başkaldırıya rastlanacaktır. Caz müziği neydi ki böyle bir açıklamayı haklı kılıyordu? Amerika kıtası Yeni Dünya olarak bilinir. Haritanın, arzın keşfedilmiş en yeni dünyası anlamında. Başta İspanya olmak üzere Avrupa’nın muhtelif ülkelerinden çoğu insan avcısı, korsan, seri katil ve benzeri suçluların doluşup oluşturduğu bu ülkedir ABD. Önce Kızılderililer, ardından Afrikalı zenciler köle pazarlarından satın alınarak hizmet sektöründe Avrupalılara uşaklık ettirilmiş, aşağılanmışlardır. Kızılderililerin neredeyse soyunu tüketen ABD’liler zenciler hususunda çok başarılı olamamış ama onların da büyük kısmını varoşlarda, banliyölerde, yoksul kenar mahallerde yaşamaya mecbur tutmuşlardır. Köpeklerle aynı seviyeye indirerek…
İşte o zenciler ABD ülkesinde kökleşince kendilerine ait bir kültür ve inanç dünyası kurmuşlardır. Onlardan bir bölümü Martin Luther King liderliğinde çok sahih olmasa da bir tür İslam anlayışını benimsemiştir. Aralarından Malik el-Şahbaz (Malcolm X) gibi biraz daha samimi Müslümanlar da çıkmıştır. Kenar mahalleler diğer birçok ülkede ve Türkiye’de de olduğu gibi salaş meyhanelerin, restoranların, cafelerin ve derme çatma yerleşim mekânlarının bulunduğu yoksulluk ve yoksunluk kokan bir görüntü arz ederler. İşte Caz Müziği böylesi mekânların, barların, meyhanelerin zemininde boğuk, sarhoş gırtlaklardan çıkan ve tematik anlamda daima itilmişlik, yenilmişlik, yoksulluk tüten bir karaktere sahiptir. İcracı müzik insanlarının büyük çoğunluğu kadın erkek zencilerdir. Bir tür kahır müziği olan caz, Cahit Koytak şiirinde insanlığa ABD ülkesindeki zulmün müzik sanatı üzerinden yeni bir okunmasını sağlamaktaydı.
Şairin, dünyanın neresinde olursa olsun, hangi inanç ve etnik mensubiyeti taşırsa taşısın zulme karşı mazlumun yanında nasıl dik bir duruş sergilediğini görüyoruz. İşte Gazze katliamı, Filistin dramı, haritada kan lekesi dediğimiz bu hadise üzerine de yıllar önce düşünerek ortaya koyduğu ve son derece güncel olan Küresel İntifada İçin Rap Sözleri şiiri bugün elimizdedir. Rap müzik nedir denilecek olursa günlük yaşamın gerçeklerini yansıtması ve toplumsal sorunlara dikkat çekmesiyle bilinir. Rap kelimesi Türkçede de askerlerin tempolu yürüyüşlerine benzetilerek kullanılmaktadır. Bu tür müzikte de insan sesi enstrümanların süratine paralel ve tempolu biçimde ortama katılır.
Şiir demek ki okuyucusunu küresel intifadaya çağırırken hareketi asla ağırdan almaz. Rap müzik esprisiyle zamanı iyi kullanmanın, küçük gecikmelerin açacağı tahribatın haberciliğini yapmaktadır. Yarın değil hemen şimdi ne yapılacaksa yapılmalıdır gibi bir elbirlik çıkışı işaret etmektedir. Elbirlik çıkıştan kasıt ise küresel kavramında yatan anlamın daima hatırda tutulmasını sağlayacaktır. Asla ertelenemez bir sorumluluk altındadır bütün vicdan ve merhamet sahipleri, bütün insaflılar ve bütün şairlerle beraber şiir seven okuyucular. Bu yazı okunurken sözünü ettiğim Cahit Koytak eserinin tamamı Ketebe yayınları tarafından piyasaya sürülmüş olmalıdır, dileyen herkesin ulaşabileceğini haber veriyorum. Yazımı bu uzun destansı şiirden seçtiğim dizelerle noktalıyorum:
başka yolu yok,
çatal yüreklerimizden gayrı
nemiz var, evimizde bırakıp,
çoluk çocuk, torun torba
Kudüs’e yürüyelim,
Kudüs’e gülceğizim,
büyük intifadaya…
ve siz gönüllerimizin aziz misafirleri,
yerin ve göğün muhacirleri
siz sevgili Halepliler, Hamalılar, Şamlılar,
gelin, yollara dökülelim,
gelin, insanlığın yerlerde sürünen onurunu,
kanayacak taze kan, temiz kan bulamayan
ve zift gibi kararan vicdanını,
insanlığın, insanlıktan çıkmış insanlığını
çullarımıza sarıp
nefretin havaya ve suya karıştığı yere,
İsrail’e götürelim!
nefretin otların, çiçeklerin rengini
katran rengine, irin rengine
dönüştürdüğü yere, İsrail’e!
nefretin, kuşların ötüşünü,
ağustos böceğinin çığlığını,
atların kişnemesini,
kurtların ulumasını
utançla doldurduğu
ve üç oktav incelttiği yere,
İsrail’e götürelim, İsrail’e!
ve rüyada erimeyen gerçekleri,
suda erimeyen gerçekleri,
gerçeğe doymayan hayalleri,
hayallere, rüyalara sığmayan
büyük fikirleri, diri fikirleri, özgün fikirleri
yataklarından kaldırıp
Kudüs’e götürelim,
Gazze’ye götürelim,