Röportaj: Muhammed Turan Çalışkan
Nida Dergisi, Ocak 2006 Sayı:102
Öncelikle yeni çıkan kitabınız “Duvarsız Odalar”ın hayırlı ve olması duasıyla başlayalım sözlerimize.. Bu kitapta konumunuzu yakından ilgilendiren ifadelere de rastlayabiliyoruz. Modern hayatın yarattığı sahteliklere, yapaylık ve bayağılılklara; bunların yarattığı insan tipinin derinine inen bir sorgulama var sanki? Yer yer başörtülü kardeşlerimizin yaşadığı dramlara da temaslar var? Örneğin “Basamaklar” ismini taşıyan, kitabın üçüncü öyküsü gerçekten bu anlamda güzel bir öykü. Biraz bahsedebilir misiniz bu kitaptan? Nasıl veya neden ortaya çıktı böyle bir çalışma?
İlginize teşekkür ederim. Hikaye yazmak, günlük yazı çalışmalarımın bir parçası. Bilgisayarın başına oturduğumda çalışmaya ısınmak için önce hikaye dosyalarına dalıyorum. Hİkaye yazıyorsanız, hayat size hikayeler halinde akıyor ya da siz hayata hikayeler keşfedecek şekilde dalıyorsunuz. Sonuçta yazar olarak belli temalarınız vardır. Zaman içinde benzer temalardaki hikayeler biriktikçe bunlara bir araya getirerek kitaplaştırıyorum. İlk hikaye kitabım 1991’de yayınlandı. O tarihten bu yana yaklaşık olarak iki yılda bir hikaye kitabı yayınlıyorum.
İçerisinde yaşadığımız toplumda -belki de zorunlu- kimi ‘değişim’lerle karşılaşıyoruz. Bu değişimler kimi zaman ‘öze yaklaşma/tekâmül’ü ifade ederken, kimi zaman da, özden uzaklaşmayı ifade ediyor. Ve öyle boyutlara varıyor ki insanımızı ‘kimliğine yabancı kıldığı gibi ‘bu değişim kendisini’ olması gereken gibi sunuyor. Sizce ‘değişim’ dendiğinde anlaşılması gereken nedir? Müslüman için ‘değişim’ kavramı söz konusu mudur? Ne ifade etmelidir?
Değişim, bir gelişme getirmesi durumunda anlamlı. Bireyselleşme, bağımsızlığını elde etme, bunlar çok büyük sözler. Değişimin yeni bir makyaj anlamına geldiği bir topluma dönüşmüş bulunuyoruz. Hayatımız sürekli yeniden tanımlamalara maruz kalıyor, işaretleniyor, kurgulanıyor, paketleniyor. İnsanlara piyasa tarafından dayatılan kimi kalıplar var. Bu kalıplara göre değişmek için belli bir hayat tarzına yönelmek, o hayat tarzının gerektirdiği şekilde tüketmek kaçınılmaz. Sıkılıyorsanız bir turizm şirketine başvurmanız isteniyor mesela ya da aşık olduğunuzu anlamak için filanca testi çözmelisiniz. Durumunuzdan memnun olmamanız gerekiyor her şekilde ama bakalım hangi nedenlerle? Sabır, şükür, tevekkül gibi değerler daha yüksek idealler ve amaçlar, özellikle de eleştirel bir bakışla bir anlam kazanıyor bu kendine dönük memnuniyetsizlik. Aksi takdirde kendini değiştirmeye çalışırken hiçbir şey, kocaman bir hiç, ya da çevresi markalarla, haz nesnelerine has imgelerle tıka basa dolu bir tüketim ideolojisi kurgusu olmak kaçınılmaz.
Sizce hangi eksen esas alınarak gerçekleşmeli “kendini doğrulama süreci/tekamül”? Sizce bugüne kadar meydana gelen değişimler genel itibariyle bir sorgulamanın sonucu mu gerçekleşti yoksa her zaman ev sahibini haksız kılan reaksiyoner bir tepkinin sonucu mudur?
İnsanın gerçekten de ‘kendine uyanışı’ diye bir şey var, bu da başkalarının değerleri ve yargıları ile yaşamayı sorgulamakla geliyor. Toplumların uyanışı kişilerini uyandıran ya da uyanık kılan anlam dünyasının etkinliğiyle, kararlı duruşuyla bağlantılı olsa gerek. Türkiye toplumu aşağı yukarı ikiyüz yıldır büyük değişim denilecek adımlarını Batılılaşma veya modernleşme adına yapmaya zorlanıyor. Bu sürecin öznesi olamıyor Türkiye ne yazık ki, zor hamlelerinİ dışarıdan gelen baskılarla hatta şantajrla gerçekleştiriyor. Bu nedenle zahirde yapıcı olacağını düşündüğünüz hamleler bile yeni problemlere yol açacak şekilde gerçekleşiyor. Hukuki ya da sosyal planda, siyasal alanda yapılan değişikliklerin AB’ne dahil edilme şartına bağlı olarak gerçekleşiyor olmasını, Türkiye adına onur kırıcı buluyorum. Kürt kardeşlerimiz neden öz dillerini konuşma, öz dilleri ile özgürce türkü söyleme imkânına AB’ye katılma hatırına sahip olmalıydı ki… Sonuçta Türkiye bir arada yaşama tecrübesi açısından örneklik teşkil eden bir imparatorluğun süreğinde yer alıyor. O imparatorluğun mirasını her açıdan reddettiğinizde, başka büyük uygarlıkların sınavlarına maruz kalıyor hatta bu sınavların mağduru haline geliyorsunuz.
Bu söylenenler çerçevesinde özellikle son günlerde Leyla Şahin’le gündeme gelen başörtüsü tartışmalarına değinmek istiyorum. Fakat direk bu meseleye geçmeden, özellikle bir dönem AİHM’e karşı oldukça öfkeli ve tavır sahiplerinin ülkelerinde elde edemedikleri veya ellerinden alınan kimi haklarını bu yolla aramaları konusunda ne düşünüyorsunuz? Dünden bugüne değişen sosyolojik gerçek nedir sizce?
Çok açık ki bunun en önemli nedeni, başörtüsü yasakları bağlamında ülke içinde mahkemelerdeki davaların bir yerde kilitlenmesi. Yasağın mağdurları bu durumda seslerini nerede duyurabileceklerse oraya gidiyorlar.
Bu değişimi nasıl buluyorsunuz sizce olması gereken bir değişim miydi bu?
Başörtülü öğrenciler genellikle muhafazakar kesimlerden geliyorlar. Geleneklerine, törelerine, son tahlilde devlete derin bağlarla bağlı ailelere mensuplar. Bu öğrencilerin AİHM’e başvuracak kadar canlarının yanmaması gerekirdi. İlgili Türk mahkemeleri bu öğrencilere yapılan haksızlığı düzeltebilseydi keşke. Farklı sorunlu alanlarda Batı’dan gelen baskılar bir şeyleri görece de olsa düzeltiyor; yukarıda bir yerde işaret ettiğim gibi, tabii olmadığı için yeni sorunlara yol açarak gerçekleşen düzeltmeler bunlar. Ama başörtülülerin arkasında Batı ya da uluslararası bir kurum yok.
Malum davaya geçmeden evvel ilk önce şunu sormak istiyorum: Bu son olayla bağlantılı olarak daha önce sorgulanması gereken, gecikmiş bir sorgulama yapmamız gerekiyor gibi gözüküyor bana. “AİHM” özgürlük/liberty/freedom derken ne diyor? Bu kavramlara nasıl bir mana yüklüyor ki bundan önceki birkaç davada da bu davada da ‘hoşumuza gitmeyen’ bir karar çıktı. Bizim bilmediğimiz bir şeyler mi gizli yoksa bu mefhumda!
Avrupa’nın mezhep savaşlarından süzülerek yapılanmış bir siyaset felsefesi geleneği, bu gelenekten etkilenen bir özgürlük tanımı var. Kilisenin Göklerin İmparatorluğu tasarısının yol açtığı sorunlar irdelenmeden bu özgürlük tanımının kullanışlılığı konusunda karar vermek zor. Avrupa ülkelerinde yasalar bir noktaya kadar dinden bağımsız,daha doğrusu mezhep çatışmalarına yol açmayacak bir özgürlük anlayışı ile oluşturulmaya çalışılmış. Kendi mezhepler arası çatışmalarından ve geçen yüzyılın büyük katliamlarından daha korkutucu gelen ise halihazırda Avrupa’daki Müslüman nüfusunun artışının da etkili olduğu bir dinler çatışması. Bir Viyana sendromu var Avrupa’nın, bu çok açık. Dolayısıyla da Müslümanların sembollerinin yaygınlaşmasına izin veren bir özgürlük anlayışına mesafeli duruyorlar.Semboller konusunda bir ayrımcılık yapıldığı muhakkak. Avrupa bağlamlı bir liberalizm kendi jakoben pozitivist mizacına uygun olarak, kendi sembollerini evrenselleştriyor . Avrupa kamusal alanlarının dinsel simgelerden arınmış olmadığını gösterecek bir sürü örnek bulmak olası. Şu da var: Hristiyanlığın sembolleri bir bakıma iğdiş edilmiş sembollerdir. İslam’ın sembolleri ise hayatla yakından ilgili, yaşayan bir hayat tarzını ileri süren semboller olarak ayrı bir yerde görülüyorlar.
Yani kimi zaman Avrupa’nın “liberty” olarak ifade ettiği kavramı konuşurken ‘özgürlük’ anlayışları farklı, yanlış veya yanlı” ifadelerimiz ‘tereciye tere’ satmak olmaz mı sizce?
Avrupa mahkemeleri ya da liberalizmi, özgürlük, insan hakları gibi konularda dünya halklarını, kendi değerlerini ileri sürerek yargılıyor. Bu değerlerin kökensel sorunlarını tartışmalı ama bunlara kilitlenmemeliyiz. Uluslararası olma iddiasındaki kurumlar pekala kendi tanımları ve kavramları ile sorgulanabilirler. Bu söz konusu kurumları ‘yapısöküme’ uğratmanın bir yolu olabilir. Bu aynı zamanda kendi özgürlük tanımımızı yeniden kavramamız, geliştirmemizi de sağlayan bir yol olabilir.
Bizim bu kavramları anlama konusundaki referanslarımız nasıl? Sağlam mı sizce? Nereye dayandırıyoruz, nereye dayandırmalıyız bu efsunlu kavramı! nedir ne olmalıdır özgünlük anlayışımız?
Bir açıdan özgürlük tanımımızı kendi terminolojimiz açısından kavramamız ve konuşmamız çok tabii ama diğer açıdan farklı özgürlük tanımlarının birbiriyle karşılaştığı ve çatıştığı, birbirini sınava soktuğu, test ettiği ya da elediği durumlar da pekala söz konusu olabiliyor. Hayat ve yaşanan olaylar da sürekli sınıyor bizleri, kavramlarımızı anlama ve uygulama tutumumuzu… Bu durumda önemli olan bizim kendi özgürlük tanımımızı ne kadar doğru ve tutarlı bir şekilde yapabildiğimizdir. Özgürlüğü ben bize atalarımızdan miras kalan kalıpların, toplumun, kültürün, tarihin ve kendimizden kaynaklanan yargıların dışına çıkabilmek kapasitesiyle alakalı bir duyuş, bir duruş olarak algılıyorum. Tabii bu kuru kuruya bir reddiye olmaktan uzak, kişisel bir hazırlıkla gerçekleşen, aynı zamanda arkada bırakılan alana da nüfuz eden bir sıçrama. Fark etmek sıçramaktır. Kendi aklımızı ileri sürmemiz, onun sürekli haklı olduğu anlamına gelmez ama onun hesaba katılması gerektiği anlamına gelir. ‘Herkesin dini aklı kadardır’ şeklinde bir hadis hatırlıyorum. Belki herkesin özgürlük anlayışı da kendi aklı kadardır ama pratikte daha objektif bir özgürlük tanımına da ihtiyacımız var.
Dilerseniz gelelim hakkında ‘olumsuz’ karar verilen davaya… Siyasi manada sonuçları itibariyle bir değerlendirme yapacak olursanız ne dersiniz, Leyla Şahin’in açmış olduğu ve reddedilen davaya?
Avrupa’daki Müslüman unsurlarla ilgili kaygılar bu kararda kesinlikle belirleyici oldu. AİHM’in korkusu genel olarak Avrupa’nın başat ülkelerinde var olan eski Avrupa’nın Müslüman nüfus ve kültür yanında azınlığa düşeceği şeklindeki öngörüyle de ilgili. AİHM kararları ve yargıları ilahi adaleti temsil etmiyor sonuçta. Hatta AİHM’in bu bağlamdaki kararları üzerine yapılacak bir analizde bu mahkemenin kararlarını kültürel (ya da medeniyetsel) anlamda ırkçı saymak da olası. Yeni yorumlara kapalılık ve farklılıklara yönelik korku, Avrupa’nın ufkunu daraltıyor diye düşünüyorum.
Peki Müslümanlar açısından ne türden sonuçlara gebe bu karar? Olumlu veya olumsuz ne yönde bir etkiye sahip sizce?
Çok fazla bağlayıcı olduğunu düşünmüyorum bu kararın. AİHM insan hakları söylemlerini vaaz eden bir kilise gibi görülmemeli. Avrupa üniversitelerinde başörtülü okuyan genç kızlara yönelik bir baskı olduğunu da bilmiyorum, bu karardan sonra, AİHM kararını daha çok Türkiye’deki yasağın savunucuları önemsedi, kendi tutumlarına dayanak olabilirmiş gibi. Ne yazık ki reşit olamamış bir toplum manzarası sunuyoruz bu durumumuzla. Gelişmelerimizi, reformlarımzı hatta işte özgürlük bağlamındaki tanımlarımızı bile Avrupa’nın taleplerine bağlıyoruz. Sonuçta semavi bir emir değil tartıştığımız, görece bir yanı var. Bir açıdan Avrupa düşüncesindeki aydınlanmacı çizginin, göreci tekabüliyetçi postmodernist açıklamalarla çatışması bu aynı zamanda. Farklılıklara nereye kadar tahammül edilebilir, özgürlüklerin savunulması nereye kadar…
İçerisinde bulunduğumuz durum itibariyle çok manalı kaçmaya- bilir ama ne için başvurduk AİHM’e Cihan Aktaş olsaydı başvurur muydu AİHM’e.
Bunlar süreçlerden, bağlamlardan, etkilenen kararlar, tutumlar. Ben olsaydım yapmazdım demek, uzaktan konuşmak olur. AİHM’e başvuru gibi konulardaki tercih ya da kararlar kişisel bağlamlarla, süreçlerle, dönemlerin özellikleri ile birlikte daha doğru değerlendirilebilir. Kişisel konumlar, hayat hikayeleri, bu konularda alınan kararlar da belirleyici oluyor kanımca. Ben de başörtüsü yasağından kısmen etkilendim. Okulumu bitirdim ama mastır yapamadım. Bunu büyütmedim de çünkü başka yollar arayabilirdim.
Cihan hanım, başörtüsü gerçekten Müslüman bayanların elinden alınan bir hak mıdır sizce?
O şekilde bakmamak gerek. Yani sadece tek durum varmış gibi. Kimisi belki öyle algılar ama kimisi de başörtüsünü çıkarmaya mecbur kalsa bile ondan vazgeçmez. Başörtüsünü bu denli önemseyen kızlar, onu genellikle kendi kimliklerinin hatta vücutlarının bir parçası gibi görüyorlar. Başörtüsünü çıkarmaları yönündeki talep de tabii ki bir kimlik parçalaması talebi olduğu için, onur kırıcı bulunuyor.
Cihan Aktaş ‘başörtüsü meselesine’ hangi perspektiften bakar? Sorun mudur mesela veya ne türden bir sorun?
Başörtüsü yasağı tabii ki bir sorun, insanların hayatları etkileniyor bu yasaktan aileler, toplum, hatta medeniyetimiz bundan zarar görüyor. Modernlik ve geleneksellik, modern dünya ve geleneksel dünya, laiklik ve İslam, Batı ve Doğu arasındaki birikmiş bütün tartışmaların, yaşanmış bütün tartışmaların halihazırda mevcut olan bütün gerginliklerin yüklendiği bir sembole dönüştürüldü başörtüsü.
En son sormayı düşünüyordum fakat yeri gelmişken sormak istiyorum: Bu sorunun kökeninde ne yatıyor? sizce asıl sorun nedir?
Temelde bir inatlaşma söz konusu gibi görünüyor. Başörtüsü bir kere cehaletin simgesi sayılmıştı ya, hala öyle kalmalı, aksi takdirde büyük bir modernizasyon kurgusu altüst olacak. Tabii bu bir iktidar alanı meselesi aynı zamanda; tanımlanmış,hakları sağlanarak kurtulmuş bir modern kadın var. Başka türlü ‘kurtuluşlar’ ‘varoluşlar’ sanki imkansız. Kadın meselelerinin beyaz batılı kadın modeli üzerinden tartışılması nedeniyle, örtünmenin Müslüman kadınlar için taşıdığı anlam hiçbir yerde her boyutu ile konuşulmuyor.
Sözgelimi AİHM’e açtığı davada geri çevrilen Leyla Şahin başörtüsünün özgürlüğün bir sembolü olduğunu düşünürken, yasakları savunanlar bu kararı ‘türbanın Türk kadınını ikinci-üçüncü sınıf vatandaş konumuna soktuğunu’ iddialarının doğrulaması saydılar. Ancak yasağı AİHM açısından da makul kılan türden homojen ve resmi bir kamusallık tanımı, dünyanın hiçbir ülkesinde yok. Fransa ile Türkiye’nin mukayese edilmesi, tabii, iki ülkedeki Müslüman nüfusu arasındaki uçurum açısından kabul edilemez.
Özellikle bu konuda analitik ve çözümleyici bir akıl hangi sabiteler üzerinden hareket etmelidir sizce?
Bugün gelinen noktada medeniyetler çatışması ya da buluşması gibi başlıkları olan büyük açıklamalara, görüş alışverişi ortamlarına ihtiyaç duyuluyor. Modernizm farklılıkları kendi amaçları ve ilkeleri doğrultusunda eritmeyi amaçlayan bir ideolojiydi, post- modernizm ise modernizmi yorgun düşüren bu amacı geçersiz kıldığını ilan etti, farklılıklara duyulan saygının altını çizerek. Buna karşılık postmodern açıklamalarda farklılıkların hakiki anlamda saygı gördüğünü söylemek zor. Farklılık olarak işaretlenen, neye göre farklı olarak işaretleniyorsa işte onun bekası ve çıkarlarının gerektirdiği ölçüde kabul görebilir, sesini duyurabilir.
Farklı olanın, tanımlayan iradeye göre kabulü bir yontulma gerektiriyor; bunun anlamı da bu şekilde bir var olma biçiminin, bütün o yontulmaların kesilip biçilmelerin ortaya koyduğu etkisizlik nedeniyle bir ilave veya bir hiç durumuna indirgenmekten öte bir anlamı olmayacağı.
Tekrar mezkur konuya dönüp şunu soralım diye düşünüyorum: “AİHM” bu son kararla çifte standartlı davrandığını kabul etti” gibi veya bunlar zaten (bir dönemin meşhur ifadesiyle) Hristiyan kulübü veya da “bunların insan haklarına zaten saygısı yok” gibi savunma türünden yaklaşımları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Temel bir zihniyet problemi var, bu açık ve bu giderek daha çok konuşulacak bir problem. Sonuçta Avrupa’da Nazizm’e yol açan bir ‘başkası ya da öteki’ görüşü, aynı felsefenin üzerinde yükseliyor, özü itibariyle Hıristiyanlığa dayanan bir felsefe bu ama Aydınlanmacı bir makyajı yok değil. Empatiden yoksun kesinlikle, başkasını, ‘ben’ üzerinden okuyor ve yargılıyor. Bu durumda politik alanda başkasının başkanlığını sürekli göz ardı ediyor. Bu ‘ben’ yerine sabitlenmiş, kendi varlığına kilitlenmiş bir ‘ben’ ve buna bağlı temel bir mesele Levinas’ın işaret etmiş olduğu- bir aşkınlık meselesi var Avrupa’daki siyasal ve hukuksal yapıların. Başkası karşısında duyulan sorumluluk varsa, aşkınlık da mümkündür. Başkası karşısında duyulan sorumluluk, daha önemlisi başkasından sorumluluk emaneti yüklenmiş olmak ya da seçilmişlik işte budur : herkese karşı, herkesten daha fazla sorumlu olmak.
Bir insanı diriltmenin bütün insanlığı diriltmek anlamına geleceğine inanmak sonra… Özgürlük bu sorumluluk ile birlikte yapıcı ve üretken bir anlam kazanmakta.
Levinas eleştirmeni Türk felsefeci Zeynep Direk’in şu sözü ile bitireyim sözümü: Çağımızın felsefesinin en önemli bulgusu, özgürlüğü ve adaleti ben’in konumundan değil, ötekinden başlayarak düşünme gereğidir.
Siz bu konuda kendini ‘mağdure hissedenlere’ bundan sonrası için ne türden bir öneride bulunursunuz?
Konuşmak, yazmak, bir şekilde anlatmak, anlatmak… Sözünü sürdürmek ve geliştirmek, sözünü dinlenir hale getirmek, başka bir ifade ile kendi kamusunu oluşturmak. Mağduriyet psikolojisine saplanmamak gerekir her şeyden önce, seçiminizi yaptığınız durumu üstlenmeniz gerekiyor. Başını örtmek hayata kapanmak değil, hayattan vazgeçmek de değil, tersine, hayatı derinleştirmeye hayat ufkunu genişletmeye dair bir iddia var burada.
İran’ı tanıyan, bu bağlamda kitapları olan bir yazar olarak ve özellikle bu konularda emekleri azımsanmayacak denli çok olan bir ablamız olarak şunu sorsam; ne zaman başörtüsü konusu açılsa ve iş buraya gelse özellikle laik çevre tarafından dile getirilen bir savunma var. Birçok kişinin de zihninde netleştiğini zannetmiyorum. Başörtüsünün yasaklanması ile İran’da zorunluluğu arasında nasıl bir benzerlik veya ayrılık söz konusu sizce?
Bu iki ülkede farklı nitelikte bile olsa örtü meselesine kilitlenmiş, dolayısıyla kendini sınırlanmış ve baskı altında hissseden kitleler var. Modernleşme süreçleri birbirine çok koşut iki ülke İran ve Türkiye. Gelinen bu noktada biri laiklik, öteki din adına yukarıdan kimlik dayatma gibi bir yöntemi sürdürmeye devam ediyor. İki ülkenin tarihsel serüvenlerindeki koşutluk ve kompleksler, son yirmi yıl içinde her iki ülkede devletlerin izlediği kılık- kıyafet politikalarında belirginlik kazanıyor.80’li yılların başlarında Türkiye’de tesettür Müslüman kadınların kamusal alanda yer almalarının engeli haline getirilirken, İran’da kadınların kamusal alanda yer almasının ilk şartı ilk şartı oldu. Türkiye’de yasaklar modernleşme ve çağdaşlaşma adına sürdürülüyor, İran’da ise dindarlık veya ilahi yasa adına. Bu her zaman açıkça ifade edilmese bile iki iddiada da halk, seçkin ve bilinçli bir sınıf kanalı ile eğitilmesi, bilinçlendirilmesi amaçlanan, vesayet edilmesi gereken bir yığın gibi telakki ediliyor.
İki tecrübenin ortak yanları, din adına olsun laiklik adına olsun değerler ve simgeler ile ilgili olarak otoriter bir dil kullanılması. İki ülke de birçok konuda değişmeye hazırken, başörtüsü yasakları konusunda katı bir tutum ortaya koyuyor. Türkiye tecrübesi Batılı ve Modern bir kamusal alanın aktarmacı bir yaklaşımla kurulmasının zaaf ve çelişkilerini yansıtırken, İran tecrübesi geleneksel söylemlerin, kurum ve kavramların modern bir dünyada ve modern bir devlet yapısının da işletilmesinin açmazlarını ve uyuşmazlıklarını sergiliyor.
Çok teşekkür ederim.