Dindarlığın sosyal yoğun bir fenomen olarak “İslamcı” bir geçmişe sahip AK Parti iktidarı ile birlikte tartışılma düzeyinin yükselmesi söz konusu olmuştur. Tabi ki böyle bir yükselişin arkaplanında sadece bir iktidardan değil, sosyal değişmelerden, sınıfsal ilişkilerden ve dünya konjöktörüne kadar bir dizi olgudan bahsetmek gereklidir. Ancak değişen iktidarla birlikte sosyal muhayyilede kalan tortunun “İslami olanın yükselişe geçtiği” şeklindeki tartışmalar etrafında gelişmesi, dindarlığa dair kimi olgu, sembol ve göstergelerin daha sıkı bir şekilde konuşulmasını ve takip edilmesini de beraberinde getirmektedir. Nitekim başörtüsü başta olmak üzere bir çok sembolün dindarlığın artışı ya da muhafazakarlığın yükselişi bağlamında tartışılıyor olmasını gözlemlemekteyiz.
“Dindarlık” fenomeninin çok farklı tartışma yerlerine baktığımızda, kavramın tanımına ve algılanış tarzına dair farklılıklar hemen kendini göstermektedir. Öncelikle dindarlığın hangi ögeler üzerinden ölçüleceği, bir kimsenin ne kadar dindar olduğunun nasıl belirleneceği önemli bir sorundur. Söz gelimi, namaz, oruç gibi ilk akla gelen ibadet öğeleri üzerinden mi dindarlığın ölçüleceği, yoksa daha geniş düzeyde sosyal hayatta dinin yaşanıp yaşanmadığının da buna dahil edilip edilemeyeceği, edilecekse nasıl ölçüleceği bu sorunlardan başlıcalarıdır. Bundan öte geniş halk kesimlerindeki ayrıştırmayla “dindar” ve “dindar değil” etiketleri, meseleyi daha da subjektif sınırlar içine çekmekte; dindarlıkta bir derecelendirme değil polorizasyon öngörmektedir. Ayrıca dindar olma ya da olmama sınırlarına dair muğlaklık da burada sürekli kendisini göstermektedir.
Dindarlık:
Kişi aslında bir dine inandıktan itibaren, dindarlığın bir düzeyinde bir şekilde yer almaya başlamaktadır. Bu sebeple “dindar” kavramını ulaşılması gereken bir üst seviye olarak algılamak yerine, dindarlığın tarz, biçim ve düzeyi üzerine konuşmak daha anlamlı olacaktır. Toplumumuzda 5 vakit namaz kılanların oranı % 35’ ler civarındadır. Oruç % 85’ ler civarında bulunmaktadır. Namaz, oruç, zekat, hac gibi konular üzerinden bile konuştuğumuzda dindarlıklar kendi içersinde bir derecelendirmeye uğrayacaklardır. Buna iş ahlakı, insanlararası ilişkilerde dinin ne derece yer aldığı gibi hususları da eklediğimizde dindarlık düzeylerinde farklılık ve çeşitlilik artacaktır. Yine başörtüsü, sarık vb. dinsel sembol ve göstergeleri ve “dini” olarak etiketlenen birçok unsurları da tahlilimize dahil ettiğimizde bu çeşitliliğin daha da arttığını görebileceğiz.
Bu bağlamda dindarlığı kısaca ve kabaca, “dinin insan hayatına nüfuz derecesi ya da düzeyi” olarak görmek mümkündür. Buna göre iki temel hususun altını çizmek gerekmektedir. Birincisi; bir kişinin( mü’minin) dini yaşama düzeyindeki farklılıklar dikkate alınarak onun dindarlığın farklı düzeylerinden birinde olduğu kabul edilir. Toplumumuzda dindarlığa ait tartışmalarda yaşanan karmaşa hakikaten önemlidir. Çünkü “din”in algılanma biçimi direkt olarak dindarlığa verilen anlama yansımaktadır. Bu çerçevede sadece namaz, oruç, hac ve zekatın dindarlığın sınırlarını belirlediği anlaşılmaktadır. Sosyal hayat, ahlak, insan ilişkileri vb. dindarlığın dışında kalmaktadır. Öte yandan “Namaz kılmıyorum ama kalbim temiz” türünden, daha farklı algılayanlar da mevcuttur. Bu da farklı dindarlık düzeylerine bağlı olarak farklı dindarlık biçimlerini ortaya çıkarmaktadır.
Dindarlığın tanım ve algılanmasında dinin neliği ve mahiyetinin dikkate alınması gereklidir. Bu açıdan dinlerin farklı bir takım özellikler içerdiği söylenebilir. Bununla birlikte bütün dinlerde ortak olan bazı boyutlar vardır ki, dindarlığı bu farklı boyutların bir bileşimi olarak ele almak mümkündür. Bilindiği gibi klasik ilmihal kitapları dini; itikat, ibadet ve güzel ahlak şeklinde inceleme eğilimindedirler. Dindarlıkla ilgili çalışmalarıyla tanınan Glock, din/dindarlık için beş boyutu; dini tecrübe, âyinsel (ibadet), ideolojik (inanç), bilgi ve dini kanaatlerin etkileme boyutu şeklinde formülleştirmekte, ve bizim dindarlığı genişleten tanımımızı “etkileme boyutu” şeklinde ifade etmektedir. Her ne kadar Glock’un tartışmasının satır aralarında kutsal/profan ayrımının izlekleri bulunsa da, Glock’da dindarlığın genişleyen çerçevesini önemsemekteyiz. O’na göre etkileme boyutu, anılan diğer dört boyuttan farklıdır. Bu kategori ile birey olarak insanın dini inanç, pratik, tecrübe ve bilginin bütün seküler sonuçları özetlenebilir. İnsanların ne yapmaları gerektiğini ve dinlerin etkilemesi sonucu hangi zihniyete sahip olmaları gerektiğini belirleyen dini kuralların tümü burada ortaya çıkar. Amellerin teolojik anlamının burada bir yeri vardır. (Glock, 1998: 254-255)
Dindarlıkla ilgili hiç şüphesiz farklı tipolojiler geliştirilmiştir. Meselâ, Taplamacıoğlu beş dindar kategori ayırt eder. Bunlar 1- Gayr-ı Âmil: namaz kılıp oruç tutmadığı gibi cenaze namazları dışında hiçbir şeye katılmazlar. 2- İdare-i Maslahatçı: İçinde yaşadığı ortamın fertlerine bağlıdır. Onlar yaparsa yapar, yapmazsa yapmazlar. 3- Dini bütün veya âmil zümre: Bunlar namaz ve oruçlarını tutar, dini ödevlerini yerine getirirler. Fakat ibadet dışında iş güçleriyle uğraşırlar. Orta tertip dini ve toplumsal yardımda bulunur, oldukça dürüst bir hayat sürerler. 4- Sofu zümresi: Dünyevi görevlerini kaplayacak kadar din gereklerine saygı gösterir. Bunların çoğu yaşlı kimselerdir; farz ve sünnetten başka oruç ve namazlarını savsaklamazlar. Günlerinin büyük kısmını ibadetle geçirirler. 5- Sofia zümresi: Dini ve çok akli devrimci unsurlar taşıyan İslamlığı ters tarafından anlamışlardır. Onların kanununa uyulacak olursa toplum fertlerini baştan sona kadar cezalandırmak gerekir: Sağa bakmak haram, müzik dinlemek günah, futbol fena ve bütün yenilikler gâvur icadıdır. (Taplamacıoğlu, t.y.: 145)
Hayri Kırbaşoğlu ise makalesinde, “İlmihal dindarlığı”nın versiyonlarını detaylandırarak açımlar. Bunlar; 1- Daraltılmış dindarlık 2- Daraltılmış kulluk 3- Şekilci-mekanik dindarlık 4- Anakronik dindarlık 5- Erkek egemen ve yetişkin merkezli dindarlık 6- Psikopatolojik dindarlık. (Kırbaşoğlu, 2002: 109-124) Kırbaşoğlu, makalesinin içeriğinde dindarlığın kapsamı ve şekilci dindarlık üzerinde yoğunlaşmaktadır. Şüphesiz çok farklı kategoriler de bulunmaktadır. Ancak burada bu kadarını zikretmekle yetineceğiz.
Problem:
Dinin gerek bilimsel gerekse toplumsal yaşamda çok farklı tezahürlerini izlemek mümkündür. Bu çeşitlilik ve genişlik içerisinde, dindarlık bağlamında günümüzde iki farklı problemin önemli olduğunu düşünüyorum. Hiç şüphesiz bu konuda çok farklı tartışmalar ortaya konulabilir ve üzerinde konuşulabilir. Ancak Türkiye’de insanların genel din anlayışı ve algılayışı ile sosyal gelişmeler göz önüne alındığında, öne süreceğim iki problemin daha öncelikli olduğu söylenebilir. Bunlardan birincisi, sosyal hayat ve davranışlar dikkate alınmadan, dindarlığın klasik ibadetler üzerinden algılanması, konuşulması ve yaşanması bu anlayışı hem geleneksel hem de modern dindarlıklar içerisinde gözlemlemek mümkündür. Dini İslam’ın beş şartından ibaret gören geleneksel algılayış; iş hayatı, arkadaşlık, insani ilişkiler, vb. boyutlarda din ve dindarlıkla bağlantılarını sahih bir şekilde kuramamaktadır. Bu da dindarlığın inanç ve ibadetlerle sınırlı bir şekilde algılanışını öne çıkarmaktadır. Dini, sadece bir vicdan işi olarak gören anlayış ise belki dindarlığın sınırlarını daha da fazla daraltmaktadır.
“Yaparım işimi, kılarım beşimi” şeklinde halk arasında formülleştirilen bu dindarlık anlayışı, söz gelimi dünya gündemindeki olaylar, işgaller, yapılan global haksızlıklar ve adaletsizlikler üzerinde düşünce ve çareler üretme eğiliminde değildir. İşin gerçeği Türkiye’de tevarüs ettirilen dindarlık anlayışı daha çok bireysel alanda ve temel ibadetlerin dışına taşmama eğilimindedir. Söz gelimi; Müslümanların, Güney Asya’dan getirtilen işçilere günde bir, iki dolar gibi ücretlerle yaptırdığı Burj Dubai’nin ortaya çıkardığı arızalı dindarlıktan ziyade, Müslümanların çok yüksek kule yapma başarısı(!) üzerinde konuşulması nasıl izah edilecektir? Global düzeydeki adaletsizlikler, insanlık durumları ve bunlara ilgisizlik, insanları dindarlığın içeriği üzerinde yeniden düşünmeye davet etmektedir. Diğer yandan “Hacca gitmiş ama…”, “Namaz kılıyor ama…” türünden cümlelerin ifade ettiği dindarlık türünde, sosyal ilişkilerin dindarlık kavramının dışına itildiği anlaşılmaktadır.
İkincisi ise çok geniş anlamda muhafazakarların Türkiye’de artan refah ve imkanları paralelinde dindarlıkların dönüşmesi, içeriğinin boşalması ve daha çok görsel öğelere ve sembollere doğru indirgenmesidir. Bir kalite kaybını işaretleyen bu durum, şu anda ve yakın gelecekte, dindarlık bağlamında üzerinde durulacak en önemli problemlerin başında gelecek gibi görünmektedir. Biz bu makalede daha çok bu ikinci problemin üzerinde odaklanmaya çalışacağız.
Bir Tarih Okuması ve Ana Karakteristikler:
Hz. Peygamber (sav) İslam’ı tebliğ ettiğinde, tebliğin içeriği (Kur’an’ın mesajları) toplumda cari tüm adaletsizliklere de bir meydan okumayı içeriyordu. Şehadet etmenin anlamını ve içeriğini, sosyal hayatın derinliklerine kadar genişletiyor; sosyal ilişkilerden ekonomik paylaşıma kadar bir çok sorun, bu mesajın içerisinde kendisine yer buluyordu. Putperestliğin keskinleştirdiği sınıfsal farklılıkları dengeye getirmeyi vadediyordu. Hz. Peygamber’in Kur’an temelli söylemleri, gerek Mekke gerekse Medine döneminde pratize olurken, Müslümanların durumları da giderek değişme gösteriyordu. İlgili hadislere göz atıldığında, Hz. Peygember’in, refah artışının ve bunun sonucunda oluşacak sekülerleşmeye özellikle dikkat çektiğini görmekteyiz. Nitekim Hz. Peygamber’in irtihalinden sonra bu bağlamda oluşan handikaplar, sınıflaşmalar ve dünyevileşmeye dair yaşananlar tarihsel süreç içerisinde izlenebilir.
Türkiye toplumu 1950’lere kadar kırsal alan ağırlıklı yaşarken, bu tarihten sonra kentleş(tir)me yoğun bir biçimde kendisini göstermeye başlamıştır. 1980’lere kadar şehirlere göç devam ederken, “muhafazakarlar” ya da “dindarlar” denilen kesim, henüz merkezdeki imkanlara doğru mobilize olmadığı gibi, refah imkan ve araçlarından da büyük oranda yoksundu. 1980’den bugüne bu süreç, hızlı bir şekilde ilerlemiş; bir yandan kentlileşmeye çalışan, merkeze doğru mobilize olan ve refah araçlarını elde etmeye başlayan bir karakterle görünür olmuştur. 1980’den bu yana geçen otuz sene içerisinde iktidarlar, orta sınıf muhafazakarların merkeze mobilize olmalarını kolaylaştıran bir işlev de görmüştür. 1980 darbesi, sınırları çizilmiş bir muhafazakarlığı dini bir aroma eşliğinde sosyal hayatta teşvik etmiştir. Bu zaman diliminde yeni kentli sınıfın yeni imkanlarla görünürlüğünün artışı, dindarlık bağlamında yeni bazı göstergeleri ve tartışma konularını ajandamıza taşımıştır.
Her şeyden önce şunu belirtmek gerekir ki, çok genel anlamıyla muhafazakar kitlenin refah imkan ve araçlarının artması, sınıfsal anlamda yaşam tarzında da bazı dönüşümleri beraberinde getirmiştir. İşte bu sınıfsal dönüşümün, dindarlığın görselliğinin artmasına paralel, içeriğindeki zayıflamayla birebir ilintilerinden bahsetmek mümkündür. Bu durum, aynı zamanda dindarlıktaki sekülerleşme ve içerik kaybını da tartışmayı gerektirmektedir. Şu andaki mevcut gidişat, Türkiye’de bu kitlenin gelecekte refah imkanlarında daha çok artış kadar ve bununla birlikte muhafazakarlaşma ve dindarlaşma eğilimlerini de arttıracak gibi görünmektedir. Tabi ki bu, gelecekte iktidarların nasıl yapılanacağı ile de direkt ilintilidir. Ancak meseleyi iktidardan görece bağımsız düşündüğümüzde de, sınıfsal bazı dönüşümlerin devam edeceği söylenebilir.
Tam da bu noktada, Türkiye’de değişen dindarlığın, çok çeşitlilik gösterse de, yaşam tarzı ve sınıfsal ilişkilerde daha belirgin hale geldiğine dikkat çekmeliyiz. Bilhassa dindarlıktaki görsel unsurların içerikten baskın bir şekilde öne çıkışı, belki üzerinde en çok konuşulmayı haketmektedir. Dindarlıklardaki içeriğe dair dönüşümleri şu başlıklar altında kabaca ele alabiliriz.
Birden Bine Doğru Tırmanan Lokma ve Hırka
1990’lı yılların sonuna doğru bir dergide zamanın Müsiad başkanı ile yapılmış bir röportaj yayımlandı. Röportajın başlığı, “Bin Lokma Bin Hırka” idi. Bu başlığa, Müsiad başkanının kortta şortuyla tenis oynarken çekilen bir resmi eşlik ediyordu. Öncelikle tasavvufun temel söylemlerinden biri olan “bir lokma bir hırka” söylemi, burada yeni duruma göre yeniden tanım bulmaktaydı. Diğer yandan, statülü alanlara ait bir spor olarak sembolleşmiş tenisin buna eşlik etmesi, zihinsel ve pratik anlamda değişimin boyutlarını göstermesi açısından önemlidir.
Şüphesiz fakirlik dinin istediği bir şey değildir. Hatta tam tersine Hz. Peygamber’in; “fakirlik az daha küfür olayazdı” ifadesinde de anlaşılacağı üzere yol açabileceği olumsuzluklara dikkat çekilen bir olgudur. Fakat bir çok dinde olduğu gibi İslam dini de, refahın artmasıyla beraber insanların yaşam tarzlarında meydana gelebilecek sapmalara dikkat çekmişlerdir. Kaur’an-ı Kerim’de “karye” kelimesinin geçtiği birçok âyette bu durum görülebilir. Bu sebeple İslam’da âhiretten gafil olma ve dünyaya tamah karşısında bilhassa tasavvufi versiyonun bir formülasyonu haline gelen “bir lokma bir hırka” yüzyıllar boyunca bir hatırlatma olagelmiştir. Şüphesiz helalinden para kazanmak, zengin olmak yadırganacak bir davranış değildir, hatta tam tersine önemlidir. Fakat biz daha çok “bin lokma bin hırka” gibi eski formülasyonun değişimi ve özelde bir zihniyet dönüşümünün yansıması olarak görüyoruz. Çünkü geleneksel anlayışta maddi refah düzeyi yüksek kişiler bile, farklı dünyevi ayartmalara karşı “bir lokma bir hırka” gibi formülasyonları kendileri için bir hatırlatma ve uyarı olarak görmüşler ve tarih boyunca formülasyonlar üzerinde oynamamışlardır.
Formülasyonlarla oynama, daha çok kazanılan yeni durumları meşrulaştırma gibi fonksiyonellik kazanmaktadır. Nitekim lüks malların tüketimi, lüks hayatlar ve israf “Müslümanlar her şeyin en iyisine layıktır” söylemiyle meşrulaştırılmaya ve rasyonelleştirilmeye çalışılmaktadır. Dolayısıyla yaşanan hayatın “ahlakilik” bağlamında kalitesi sorgulanmadan, ilişkilerin durumu gözden geçirilmeden salt maddi seviyeye odaklanmış hayatlar, dünyeviliğin giderek baskın bir karakter halini aldığını belki daha iyi anlatmaktadır. Bunun sonucu olarak, dini görünürlükler artmış olsa da, dindarlıkların içinin boşalması söz konusudur. Nitekim teknolojinin getirilerinden biri olarak ezan okuyan saatler, zikirmatik gibi âletler piyasaya çıkmışlardır. Ancak sayısal zikri, gündelik hayatta Allah’ı (cc) hatırlamaya doğru dönüştürmeyen insanların sayısı da bir o kadar artmaktadır.
“Biz Her Yerde Varız: Konserde Oynayan Başörtülü Kızlar”
Konserler modern zamanların ilahi bir vecd ile icra edilen en önemli ritüellerinden biri haline gelmiştir. Elvis Presley, Madonna, Tina Turner gibi sanatçılar kimi zaman ilah ve ilahe diye anılmaktadır. Hatta bazı yıldızların mezarı, evliya gibi ziyaretlere konu olmaktadır. Batı’da büyük ses getiren bu tür konserlerin benzeri ülkemizde de gerek yerli gerekse yabancı sanatçılar eşliğinde icra edilmektedir. Aslında bir taklidin eseri olan bu durum, sekülerleşme sürecine paralel olarak gençlikte oluşan yeni boşlukları da doldurmaya taliptir.
Bu konserlerde son onyıldan bu yana gözlenen ve üzerinde tartışılan bir fenomen ortaya çıktı; konserde oynayan ve göbek atan başörtülü kızlar. Aslında bir dünya görüşünün ve yaşam tarzının sembolü olan başörtüsü ile bu tür görüntü ve manzaralar arasındaki paradoksal durum, doğrusu her çevreden insan tarafından eleştiri konusu yapılmıştır. Burada birkaç anahtar kavram etrafında kısa bir tartışma yapmak gerekmektedir. Öncelikle başörtüsünün her mekanda bulunabileceği, bulunması gerektiği konusunda özellikle son on yılda ciddi bir dönüşüm yaşanmıştır. “Bizim de yaşamaya hakkımız var” gibi söylemler üzerinden yaşam tarzında çelişkili durumlar ortaya çıkmaktadır. Geçen yıl Feshane’de gerçekleşen Sami Yusuf konserinde bandajlı, oynayan başörtülü kızlar bunun en yakın örnekleri oldular. İşte göbeği açık başörtülü, mini etekli başörtülü, göbek atan başörtülü kızlar böyle bir mentalitenin sonucu olarak ciddi anlamda yaygınlık kazandılar.
Bu tür anlayışların ya da tutumların ilgili olduğu bir boyut da Müslümanların yaşadıkları travmalardır. “Gericilik”le özdeşleştirilen kimi dini pratikler ve yaşam tarzları karşısında, bazı insanlar gerici olmadıklarını, çağdaş olduklarını bu türden ritüel ve pratiklerle ispatlama yoluna gitmektedirler. Bunun arkaplanında; “işte biz de çağdaşız, bakın her yere gidebiliyor, her şeyi yapabiliyoruz” türünden bir tolere mekanizması işliyor gibidir.
Diğer yandan, giderek dünyevileşmenin insan hayatının derinliklerine doğru işlediğini görmekteyiz. Dünyevileşme; âhiret hayatı ve hesabını flulaştırarak kişiyi dünyevi haz ve yaşamın içine hapsetmektedir. Böyle bir anlayışın sonucu ise, hayata katılırken ahlaki ilkelerin aşınmasıdır. İnsanın İslam açısından en önemli niteliği, ahlaki değerlere uyması ve değer üretmesidir. Maalesef yaşanan hayat içerisinde, mevcut ilişkiler ve yapılagelen şeyler bir ahlak süzgecinden geçirilmeden icra edilmekte, büyük çoğunluğun bunları yapması meşruiyet için yeterli görülmektedir. Dolayısıyla tüm bu ilişkiler ağı içerisinde, kendimize özel bir tarz yaratmamız söz konusu olmadığı gibi, neye, niçin “evet” ya da “hayır” dendiğinin de bir ölçüsü kalmamaktadır. ‘Ahiret inancı’, âmentünün esasları içinde sayılmakla birlikte, dünya hayatına tesirinin gittikçe zayıfladığı gözlemlenen bir husus olmaktadır.
Markasız Giymem Abi/Abla:
“Akan suda abdest alırken bile suyu israf etmemek gerekir” formülasyonunun belirlediği bir geleneğin sahibiyiz. Ancak gelinen noktada, belirli markalardan mallara sahip olmak için büyük paralar harcayan, ya da bunu giderek ideallaştiren bir duruma doğru dönüşüm geçirmekteyiz. Takım elbise, kravat, başörtüsü, ayakkabıya kadar marka tercihleri ve yönelimleri, artık ihtiyaç sınırlarının çok ötesinde sınıfsal bir yaşam tarzının içselleştiriliyor ya da ideallaştiriliyor olduğunun göstergeleri gibi okunabilir. Şüphesiz bu, kaliteli mal seçiminden farklı bir durumu ifade etmektedir. İnsanların tatil yeri tercihlerinden giyim ve giyeceklere kadar markanın bir takıntı haline gelmesi, İslam’ın temel ruhu, geleneği ve Müslümanların dindarlık ve dünyevileşmesi konusunda oldukça negatif mesajlar vermektedir.
Müslümanların, “İslam iyi bir dindir” gibi idealleştirilmiş mesajlarının ötesinde, yapıp ettikleri ile İslam’ın dünyaya somut önerilerini iletmeleri gerekmektedir. Müslüman olsun ya da olmasın dünyadaki birçok insanın temel ihtiyaçlarını bile karşılayamadığı bir durumda, Müslümanların insanlığın vicdanı olmaları bir zorunluluktur. Irak, Afganistan, Filistin, Afrika’nın birçok ülkesi bu durumları bütün açıklığıyla yaşamaktadırlar.
Markanın bir takıntı haline getirilerek, sınıfsal bir yaşam tarzının Müslümanların yaşamlarına eklemleniyor oluşu, hırsı ve tüketimi körüklediği gibi, kanaat ve paylaşmayı da gündelik yaşamdan ve kullanılan dilden uzaklaştırmaktadır. Fakat asıl tahribatın zihinlerdeki dönüşüm olduğunu özenle belirtmeliyiz.
Mutlak Dünyevî Başarı:
Çağımızda ‘başarı’ giderek dünyevileşen bir içeriğe sahip kavram haline gelmiş bulunmaktadır. Bunu gerek iş dünyasındaki bazı anlayışlar, gerekse sınavların özgül ağırlığını aşan anlamı, gerekse NLP kurslarına yoğun ilgi gibi konular üzerinden takip etmek mümkündür. Bugün insanların zihin dünyasında başarılı olmanın anlamı, çok para kazanmak ve maddi olarak büyümekle eş anlaşılmakta ve anlatılmaktadır. Bu sebepten olsa gerek, NLP kurslarında örnek verilen insanlar da bu türdendir. Gerek bu kurslarda gerekse genel başarı anlayışında âhiretle kurulan herhangi bir bağ söz konusu değildir ya da çok zayıftır.
Toplumumuzun ve dindarlığın giderek dünyevileşmesi alt, orta ve üst düzeyde “dindar kapitalizmler”i ortaya çıkarmıştır. Ahlâki ilkeler giderek zayıflarken, çeşitli ibadet ve ritüellerle kendisini ve dindarlığını tatmin eden, hatta geceleyin teheccüd namazına bile kalkan; ancak gündelik olaylar, dünya gündemi ve stratejilerden habersiz, dindarlığın zahiri boyutuyla görünür olan bu insanların zihinsel kırılmaları da hızlanmaktadır. Bu bağlamda, namaz, oruç, hac, başörtüsünden –şüphesiz bu ibadetler çok önemlidir– bir veya birkaçı içerisine sıkıştırılan, ancak ahlak ve kalitenin sorgulanmadığı dindarlık çizgisi gelişmektedir.
Bugün ülkemizde SBS ve LYS gibi sınavlar, insanlar için yaşamsal öneme sahip olarak görülmektedir. Şüphesiz üst statülü alanlara mobilize olabilmenin en önemli enstrümanlarından biri olarak eğitim ve özelde formel eğitim bu sınavları önemli kılmaktadır. Ailede ve formel düzeyde verilen din eğitimi, bunların gölgesinde kalırken, ailelerin yönelimleri ve tutumları bu sınavları hayatın üstüne çıkarmaktadır. Başarı için gösterilen çabalara dair gazete ve televizyonlara yansıyan beyanlara bakacak olursak, bir yıl boyunca misafir kabul etmeyen, sosyal yaşamları iptal olan, psikolojisi bozulan aile ve çocuklar topluma, ileride ortaya çıkacak yeni sorunlar olarak ağır bir maliyetle döneceklerdir. Tüm bunları bir kenara bıraksak bile, başarının dönüşen anlamı, dünyevileşme ve yaşanan zihin kırılmalarını ne yapacağız?
Açıkça belirtmek gerekir ki, çok farklı dindarlık düzeylerindeki insanlar bile bu cenderenin içinde yuvarlanmaktadırlar. Zira dışarıdan bir başarı tanımı yapılmakta; bu ise hiç düşünülmeden kabullenilmektedir. Eğitimde ve hayatta her şeyin iyi bir meslek sahibi olmaya ve para kazanmaya odaklandığı bir durumda, âhiret ve uhrevî başarı ise ihmal edilen bir unsur olmaya devam etmektedir. Şüphesiz iyi bir meslek sahibi olmak ve rızkını kazanmak önemli ve gereklidir. Ancak bunlar hayatın amacı haline geldiğinde, arkaplanda hayat da dünyadan ibaret kalmaktadır. Halbuki Allah Kur’an-ı Kerim’de bir çok yerde “işte gerçek kurtuluş budur” ya da “işte başarı budur” derken dünya ve âhiret dengesine önemle vurgu yapmaktadır.
Postmodernleşen Dünyada Buharlaşan Çizgiler
Makalemizde zikrettiğimiz iki paradoksal noktayı hatırlatalım. Birincisi, 1980 öncesinde ferdi ve toplumsal yaşamda, ahlâki anlamda kırmızı çizgiler vardı. İkincisi ise dindarlar ile dini sembollerin her yerde olabileceklerini gösterme azmi ve hırsı. Bu iki fenomeni birleştirdiğimiz zaman, 1980 sonrasında gittikçe hızlanan postmodern süreçte ahlâki sınırların buharlaşmaya başlaması ortaya çıkmaktadır. Burada özelde dindarlığın paradoksal bir ilişkiler ağı içerisinde yeniden inşası söz konusudur. Aslında aynı yok edici süreç, birçok düşünce, ideoloji ve dindarlıklar için de geçerlidir. Oliver Roy’un ‘Küreselleşen İslam’ kitabında ayırt ettiği “ateist Müslüman” gibi kategorileri herhalde bundan sonraki süreçte gözlemleyebileceğiz.
Postmodernliğin konumuzla bağlantılı iki önemli boyutuna burada dikkat çekmeliyiz. Bunlardan birisi “hipergerçek”, diğeri ise zamanın birbirinden sonsuz “an”lara dönüşmesidir. Hipergerçek, doğru ile yanlış arasındaki sınırların bulanıklaşmasına vurgu yapan bir kavramdır. Dolayısıyla neyin doğru neyin yanlış olduğuna dair bilgiler flulaşmakta, doğru ile yanlış arasındaki çizgiler buharlaşmaktadır. Bunun bir sonucu olarak hayatı, yaşananları kritik edebileceğimiz, sahip olunan ahlâki ilke ve kurallar da buharlaşır, birçok yanlış, doğru haline gelebilir. Bunu dindarlık konusuna uyguladığımızda, dindarlığa temel olabilecek ilkelerin flulaşması söz konusu olmaktadır. Zaten postmodernliğin mantığı gereği, herhangi bir meta-anlatı, hakikat diye iddia edilemez. Aslına bakılırsa herhangi bir dinin ya da ideolojinin hakikat iddiası olamaz. Yakın zamanlarda “Allah indinde yegâne din İslam’dır” âyetinin camilerde zikredilip zikredilmeyeceğinin tartışmasının yapılması da böyle bir mentaliteden beslenmektedir. Diğer yandan, Müslümanların son yıllarda dile getirdikleri “sadece beyaz ve siyah yoktur, gri alanlar da vardır” söyleminin muğlak içeriği de, doğru ve yanlışların birbirlerine farklı oranlarda karıştırılması ve doğruya da yanlışa da teğet geçen bir sonucun ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Dolayısıyla oldukça eklektik bir yaşam tarzı ve dindarlıkların ortaya çıkması mümkün hale gelmektedir.
Postmodernlikteki zamanın birbirinden bağımsız “an”lara ayrılması, doğru ile yanlışın birbirine karışmasına lojistik destekte bulunmaktadır. Bunun bir sonucu olarak kişi dün ile bugün arasında ilkeler bazında bir tutarlılık aramaz hale gelir. Çünkü her “an” birbirinden bağımsız ve kopuktur. Aralarında geçiş ve tutarlılık olması gerekmez. Bu bağlamda dindarlıkların içeriğini belirleyen tutarsızlıklar daha anlaşılır olmaktadır. “Doğru” kendisine ulaşılmayı ve keşfedilmeyi bekleyen değil, duruma ve konjonktüre göre yeniden inşa edilen bir olgu olarak tanımlanmaktadır. Doğrusu postmodernleşen bir dünyada, doğru ve onun yanlış ile olan sınırlarına dair bulanıklıklar seküler bir anlayıştan kaynaklanmaktadır. Artık her şey hayatın pragmatizmi içinde pratize edilmektedir.
Bundan sonra insanlığı ve özelde dindarlığı bekleyen en önemli tehlike, insanların hayatlarında doğru ve yanlışlarına ait sınırların kaybolmasıdır. Bu sınırlar yok olduğunda , ahlâki bir yaşamın standartları kaybolacağı gibi, son derece pragmatist, bencil, duruma göre şekil alan insanlar ve dindarlıklar ortaya çıkacaktır.
KAYNAKÇA:
Armağan, Mustafa (1990): “Sekülarizasyon”, Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, c. 3, İst.
Jary, David-Jary, Julia (2000): Collins Dictionary of Sociology, 3rd Edition, Glasgow, Collins.
Glock, Charles Y. (1998): “Dindarlığın Boyutları Üzerine”, Çev. M. Emin Köktaş, Din Sosyolojisi, Ankara, Vadi Yay.
Kırbaşoğlu, M. Hayri (2002): “İlmihal Dindarlığının İmkânı Üzerine”, İslâmiyat, c.5, S.4, Ankara.
Roy, Oliver (2003): Küreselleşen İslam, Çev. Haldun Bayrı, İst., Metis Yay.
Sarıbay, Ali Yaşar (1995): Postmodernite, Sivil Toplum ve İslam, 2. baskı, İst., İletişim Yay.
Taplamacıoğlu, Mehmet: “Yaşlara Göre Dini Yaşayışın Şiddet ve Kesafeti Üzerinde Bir Anket Denemesi”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi.