Nida Mayıs-Haziran 2013 /159. Sayı
İrtica hortladı’dan, örtülü Vogue’a, başörtüsü talebinden tesettürlü şıklığa bir reddiyedir.
Köylerden metropollere göç edilmesi ile birlikte aile ve evin de yeniden tanımlandığını göz önünde bulundurursak eğer, kadının üretim sahası olan evi de kentlileşmeyle birlikte anlam daralması yaşamıştı diyebiliriz.
Tüm bu daralmaların ortasında kadın da yeniden tanımlanmıştı. Kadınlar artık iyi bir ev kadınları olmak yerine sinir hastası kadınlara, iyi anne olmak yerine saplantılı ve ilgisiz annelere dönüşmüş, evlere gelince evlerimiz ise değer ve mana üretmek yerine zindanlara, güzel vakit geçirme ve süslenme zeminlerine dönüşmüştü.
Feodaliteden sıyrılıp modernizme doğru yola çıkan Avrupa, yaşam biçimlerinin nereye gittiğinden habersiz, sürekli bir değişim içerisindeydi. Sonuçta kimlik bunalımı içerisinde can çekişen kuşaklar doğmuş ve insanlık bu bunalımın altında tüm değerlerinden soyularak heba olup gitmişti. Osmanlı’da ise evler, yaşam biçimleri, giysiler, eğitim felsefeleri hızla değişiyor ve bir toplum bu hızın doğurduğu heyecana ayak uyduramayarak ayrı bir bunalımın içerisine sürükleniyordu. Tanzimat döneminde iktidar, herkesi Batılı bir tarzda giydirdiği takdirde Batılı bir ülke olunabileceğini düşünmüş, böylece Batılı kurumların işlevselliğinden çok, bu kurumların dış görünüşüne müptela bir anlayışla hareket edilerek bu bunalımın daha da derinleştirilmesi sağlanmıştı.
Şimdi başladığımız yere geri mi döndük? Ortadoğu halkları geçirdikleri değişimi, yaşadıkları kimlik bunalımını anlamaya ve bu bunalımın içinden çıkmaya çalışmaktadırlar. Bunu yaparken Batı’yla büyük bir hesaplaşma içine girmeleri gerekmektedir. Nitekim Batı’dan alınan üstünkörü kavramların ve taklidi kurumların bozduğu bir gelenekle yaşamaktadırlar. Ve sanırım bu yüzyılın bunalımlı kimliklerinin de ancak bu kültürel sömürüylle tekrar ve yeniden sağlam bir zihin yapısı ile hesaplaşmalarıyla geçmişte yapılan hataların farkına varılabilecektir. Tüm bu tarih serüveninden bahsedip bu noktaya gelmemin en önemli sebebi, belkide Ürdün’de yapmış olduğum gözlemlerdir. Tüm bu yozlaşmış değerlerin içerisinde yetişen bir gençlik var buralarda. Belki bu daha geniş bir yazının konusudur. Ancak kısaca değinmek istediğim husus, gençlerin tamamen Batı’dan ithal edilmiş kavramlarla konuştukları, giyindikleri, yedikleri gerçeğidir. Özgünlük sıfır noktasında buralarda. Ve İslam medeniyetinden izler bulmak imkansız. Konumuzla bağlantısı açısından önemli olan bir diğer husus ise bayanların, adına sadece “hicab” dedikleri ama içi boşaltılmış bir kavramın sadece resmi olmaları gerçekten düşündürücüdür. Örtünmeyi sadece şova dönüştürmüş olmalarına tanıklık etmek daha da üzücü sanırım. Olabildiğince ağır bir makyaj ve oje ile tanımlanmış örtünün muhafaza eden anlamına ise hiçbir yerde rastlamamış, anlam bunalımı içerisinde can çekişen bir gençlik yaşıyor buralarda.
Mahremiyetin tükenişine tanıklık etmek olarak da adlandırılıyorum ben bu çözülmeyi. Cihan Aktaş’ın uzun süre önce okuduğum kitabının da çok ama çok anlamlı ismidir Mahremiyetin Tükenişi…”Sanırım yazar da bu kitabı, anlam bunalımı içerisinde kıvranan insana ithaf etmişti. Evi, okulu, yasakları, sinemayı, televizyonu, fotoğrafı… Kişinin ve ailenin mahremiyetine ve bunların kadın- erkek ve aile üzerindeki etkisini tartışmıştı.
Evet mahremiyet tükendi ve yozlaştık. Yazımı, bu girişten sonra geleneksel dünya ve modern-postmodern dünya arasındaki hayat anlayışı farklarını giyim kuşam algıları üzerinden değerlendirmek ve bu yozlaşmanın en çarpıcı yansımalarını tesettüre bakış ve tesettürlü olma üzerinden sürdüreceğim.
Fatih cami duvarına yazılmış bir yazı hatırlıyorum, okuduğum zaman çok manidar bulmuştum. Kimin yazdığını ya da ne için yazdığına takılmadan okumuş ve çok önemsemiştim. Şöyle yazıyordu duvarda: “Başörtülü bacım! Niçin örtündüğünü unutmuş gibi gibisin!” Bir filozofun ya da bir devrimcinin, altında derin anlamlar barındıran, öyle pek de sofistike olmayan bir duvar yazısıydı işte en nihayetinde ama çok şey anlatıyordu hâli-pür melalimize dair.
Tarihte her cemiyetin kıyafeti kullanma amacı farklıydı. Bunu, farklı dillerde kıyafet için kullanılan kelimeler üzerindende bir analize tabi tutabiliriz. Mesela Arapçada elbise “libas” kelimesinden gelir ve örtmek, bakışlardan korumak anlamına gelir. İtalyanca “kostüme” alışkanlık, töre, davranış, tutum gibi anlamlara gelirken, Farsça’da “puşeş” giysi, gizlemek, bakışlardan uzaklaştırmak anlamındadır. İngilizcede kullanılan “drees” düzeltmek, süslemek, süs yapmak anlamına gelir. Fransızcada kıyafet için kullanılan “habit” ise kök itibariyle yer tutmak, yer yapmak anlamlarına sahiptir. Osmanlıca’da Arapça libas kökünden gelen elbise kelimesi ile birlikte kıyafet kelimesi de kullanılmış ve aynı zamanda insanın ruh dünyasını yansıtan bir ayna olarak kabul görmüştür. Bugün kullanıldığı anlamda kıyafet,insanların dünya görüşünü temsil eder, kimliğinin ve zihniyet algısının da bir parçası konumundadır. Doğu kültüründe kıyafetin amacı göze çarpmamak, güzelliği yabancı bakışlardan sakınmak iken; Batı kültüründe güzellik vurgulanarak ön plana çıkarılır. Fakat modanın küreselleşmesi ile hepimizin malumudur ki bu fark da ortadan kalkmıştır. Bu kavram analizi de aslında bize giyinmenin, insanın dünyayı algılayış biçimi ile doğrudan bir ilişkisi olduğunu göstermektedir.
Modanın küreselleşmesi, şüphesiz ki kendini güzel olarak belirleyenin aynı zamanda otoritesi halini de getirmiştir. Fatma Barbarosoğlu’nun “Moda ve Zihniyet” adlı kitabında Barbarosoğlu modayı; “ güzelliği ilgi odağı haline getirmek” olarak tanımlamıştı. Hem modayı hem de görenlerin modaya karşı hoşlanma duygularını harekete geçirdiğini vurgulamakla birlikte bu noktada modanın gerçekten güzelleştirmediğnin sorgulanmadağını, hatta modanın eleştirilmezliğinin öne sürüldüğünü ifade eder ve güzelliği belirleyen bu otoritenin sınırlarının neler olduğunu sorgulatır.
Modacıların büyük ehemmiyet ve güç kazanmalarının en temel sebebi olan kıyafetin “kimlik kazandırabilme yeteneği” modern zamanlarda ortaya çıkmıştır. Zira bunun öncesinde kimin ne giyeceği kanunlarla belirlenmiştir. Osmanlı’da hangi meslek grubunun nasıl ve ne renk giyineceği; Avrupa’da soylular ile köylülerin kıyafetlerinin nasıl ayrılacağı gibi yasalarla bellidir. Ancak bu, zamanla kurallarını artık modacıların koyduğu yeni yasalara dönüşmüştür. Modern zamanların şiddetli sancıları arttıktan sonra bir zamanlar yan yana gelmesi çok zor olan kavramlar da artık bu yeni yasaların uyum süreci içerisine girmiş bulunmaktadır. Bu kavramların en önemlilerinden biri de moda ve tesettür kavramlarından oluşan tesettür modası olgusudur.
Bugün olduğu gibi geçmişte de bu konuya dahil en büyük tartışmalar kadın dergilerinde yer almıştır. Esas tartışma konusu ise Batılı kıyafetlerin kadınlara daha büyük bir hareket özgürlüğü getirdiği ve Osmanlı kıyafetlerinden uzaklaşılması gerektiğiydi. Ayrıca modanın ne olduğu-olmadığı da tartışılmış ancak tam bir tanımı yapılamamıştır. Cumhuriyet dönemi kadın dergileri için ise artık modanın dine ve ahlaka aykırı olduğu tartışmaları önemini kaybederken, kadının toplumdaki rolü, meslek sahibi olması, kariyeri ve prestiji önem sıralamasında almış başını gidiyordu sanırım.
İşte tüm bu Tesettür-Moda eksenli tartışmalarda bugün çok daha farklı bir durumla karşı karşıyayız. Bu tartışmaları besleyen ve derinleştiren tesettür modasına ışık tutan(!) dergilerimiz var artık. Her ne kadar “güzel yaşam tarzı” mottosuyla çıkan, uzun süre tartışmalara sebep olan, özellikle muhafazakar kesimin pek çok önemli isminden de eleştiri alan Âlâ dergisinden bahsediyorum. Dergi hem muhafazakâr kesimden pek çok eleştiriye gündem olurken aynı zamanda “Muhafazakâr Vogue” ismi söylemiyle de dünya basınında geniş bir yer tutmuştur. Yakın zamanlarda okuduğum şu anekdot oldukça ilginç; “Çantası, gözlüğü, ayakkabısı, aksesuarları, eşarbı hatta cebinde taşıdığı kalemi… çok değil bundan 10 yıl öncesine kadar sadece bir iki markaya mecbur olan muhafazakâr kadınlar şu anda dev bir moda endüstrisinin baş tacı…”
Dergiyi çıkaranlar her ne kadar “tesettürün modası” olmaz bizler sadece güzel giyinmeye yardımcı olacak püf noktalar belirliyor, avantajlar sunuyoruz kapalı bayanlara, tesettüre riayet ederek onu ifşa edecek(!) durumlardan da kaçınıyoruz. – Bunu da etek boylarına dikkat ederek yaptıklarını, belli ölçüleri koruduklarını ifade ederek açıklasalar da- özellikle derginin kapağına kapalı bayanları koymuyoruz, kapaktaki tüm bayanlar aslında mankendir gibi ifadelerle su üstüne çıkmaya çalışsalar da tesettür adına büyük bir yozlaşmanın başlatıcısı olmuşlardır. Kapitalizmin ekmeğine yağ sürmekten ve tüketim toplumuna yeni bir kapı aralamaktan başka yaptıkları bir şey de yoktur aslını sorarsanız.
“Tüketim toplumu bir tasarruf cüzdanı değil, kredi kartları toplumudur. Bir “şimdi” toplumudur. İsteyen ve her an arzu eden bir toplumdur, bekleyen değil” der Zygmund Bauman. Tüketim toplumunda yaşıyoruz. Üretime yabancılaştıkca hızımızı da durmadan artırıyoruz. Yaşadığımız toplumun adı “tüketim toplumu” ve tüketim hiç bugünkü kadar insanlığın gündeminde olmamıştı. Tüketim dört bir yanımızı sardı. Mallar, paralar, alışkanlıklar, değerler, zaman derken ait olduğumuz kimlikleri de tüketip en nihayetinde yeni bizler üretmeye başladı. Moda adlı canavarla da kadınları esir aldı tüketim çılgınlığı. Her anlamda cinsel sömürünün odağı haline gelen kadın üzerinden daha fazla kazanmayı planlayan sermaye sahipleri, kadını önce kapitalist sistemin odağı haline getirdi, ardından da sömürebildiği kadar sömürdü. Bunu en çok alkışlayan tüketim sarkaçlarının başında da medya gelmekte. Medya, yapılan tüm bu çirkinliklere kılıf uydurup daha fazla hep daha fazla- yı alkışlayarak bu sistemin en büyük destekçisi konumundadır. İşte bu bahsettiğim dergi de bu çılgınlığa başka bir boyut kazandırmaktan başka bir şey yapmamıştır.
İlk çıktığı zaman İngiliz tabloid gazetesi Daily Mail, tesettürlülere hitap eden Âlâ dergisini “Türbanlılara Vogue” sözleri ile tanıtmıştı. Kendisinden esinlenerek çıkarıldığı söylenen Vogue dergisini bilenleriniz bilir ya da duymuşsanız dünyanın pek çok yerinde basılan bu “modern kadın” dergisinin en temel üç teması cinsellik, güzellik ve modadır. Derginin kapak sloganları bile aslında dergi hakkında birkaç tüyo veriyor. Mesela benim baktığım birkaç kapak sloganı aynen şöyledir; ‘Seksi Otorite’ ‘Gizemli Kadın’ ‘Çekici Yönetmen’ gibi cinsellik vurgusunun ya da çağrısının olduğu ifadeleri rahatça gözlemleyebiliyorsunuz Bir diğer konu güzellik vurgusu. Vogue dergisinde yer alan kadın temsillerinde şiddetle vurgulanan bir güzellik teması var. Fotoğraflarda seçilen kadınların hepsi güzel. Güzel olmayan kadını iten, öteleyen bir bütünlük içinde dergi adeta. Çirkin veya bakımsız kadın olamaz. Onlar da güzelleşmeye mahkumdur. Bunu da estetik, kesme- biçmeyle yapmak mümkün. Mesela: ‘Çene nasıl gençleşir?’ tarzında önerilerle. Özellikle bir kadının güzelliğini, çekiciliğini sosyal hayatta, iş hayatında kullanabilmesinin normalliği üstüne bir röportaj bulunmakta ki bu da derginin kulvarını ve kitlesini zihnimde belirlemem açısından yetti de arttı sanırım. Üstelik siyasetçi bir kadının güzel olmasının, nasıl bir artı değeri olur. Mühendis, doktor vesaire ya da iyi bir iş kadınının incelenmesi gereken niteliği, güzelliği, çekiciliği değil de zekası olmalı değil midir?
Gelelim Âlâ dergisine… Âlâ’da ilk etapta cinsellik çağrışımından söz edemeyiz fakat Âlâ’da da kullanılan, kadının çekiciliğidir. Kadınlığı arka planda kalmış hiç bir fotoğraf, reklam, marka tanıtımına rastlamadım ben. Kadınların tüm kadınsı özellikleri kullanılmışi; bakışları, duruşları ve makyajları ile ön plana çıkarılmışlardır. Dergiyi çıkaranlar her ne kadar kapak resmi yaptıkları bayanların aslında açık olduklarını ve manken olduklarını vurgulayıcı sokak çekimlerinden de isteyenleri en doğal halleriyle çekip dergiye taşıdıklarını söyleseler de yaptıkları yozlaşmaya kılıf uydurmaktan öteye gidemeyecektir bu. Dergide fazlasıyla referans verilen Allah, Hz Muhammed, Resulullah ifadelerini baz alarak sorgulayacak olursak; dergide ki güzellik vurgusunun gösterişten uzak bir yaşamı öneren İslam dini ile bambaşka kulvarda olduğunu söylemek gayet normal olmuyor mu?
Vogue ya da aynı amaca hizmet eden yüzlerce benzeri dergi sayılabilir aslında. Muhafazakar ya da modern farketmez. Önemli olan; genelde tüm bu dergiler vasıtasıyla kadının, kadın kimliğinin, Âlâ benzeri dergiler özelinde ise tesettür ve Müslüman kadın şahsiyetinin araçsallaştırıldığı ve kapitalizmin hizmetine sunulduğu gerçeğidir.
Farkları ise ufak fırça darbeleridir. Vogue “Tommy Hilfiger, Benetton, Chanel derken Âlâ “Kayra, Nihan, Semazen, Butik” demektedir. Birisi Nişantaşı’nı fotoğraflarken bir diğeri Beylerbeyini fotoğraflamaktadır. Biri İtalyan mutfağını tanıtırken bir diğeri Konya mutfağını tanıtmaktadır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki; moda, modern dünyanın ortaya çıkardığı bir algıdır ve insanların dünya algısını yansıtan bir sonuçtur. Peki, bugün karşılaştığımız bu tabloyu nasıl anlayacak ya da anlamlandıracağız? Sanırım kilit nokta tam da bu sorunun içinde. Bu soru(n)ların muhatabı kuşkusuz bizim neslimizdir. Kıyafetlerimiz eğer dünya algımızın bir neticesi ise o zaman zihniyetimizle ilgili ciddi problemlerimiz var demektir. Bizler, bu soru ve sorunların tam ortasında birer Müslüman olarak ne kadar rahat ve özgünüz. Bir Müslüman hanımefendi nasıl giyinmeli, onun giyinme tarzını belirleyen sanat, zerafet estetik gibi unsurlara sahip- miyiz?
Dünya algımızı gözden geçirmeliyiz ve bunu sembolize giyim tarzı üzerinde de vakit kaybetmeden ve bizlere dayatılanlara maruz kalmadan bir an önce düşünmeli ve harekete geçmeliyiz. Aksi halde sömürünün odağında olmaya devam edeceğiz.