Anadolu ve Ortadoğu gibi coğrafyalarda eski dönemlerde kullanılan diller üzerine yapmış olduğunuz araştırmalarınız bulunmakta. Bu doğrultuda ehl-i kitab’ın kullandığı dilleri de öğrendiniz. Genelde Kur’ân’ı anlamada özel de ise ehl-i kitabı tanımada hangi kazanımlar elde ettiniz?
Daha önceki dönemde, Muhammed Aleyhisselam dönemindeki Arapça, ondan önceki insanların dili olan; Ârâmca’nm, Asurca’nın, Süryanca’nın, Akad dili, Hitit dilinin ve daha önce çivi yazılarıyla yazılmış İsa(as)’dan 500 yıl öncesine kadar Ortadoğu’da görülen çivi yazılı metinlerin ve bu yazıyla yazılmış dilleri biliyorum; yani çivi yazılarının uzmanıyım. Ehl-i Kitab ile İlgim, Kur’ân’ı anlama noktasında, profesyonel anlamda değil, yani bir müslüman olarak kendi özel gayretimle. Kur’ân’da görülen bazı deyimlerin asıllarının, birçok kelimenin köken itibariyle Âramca, İbranca, Ebla, Habeş dili ile ilgili olduğunu gördüm. Bunu görünce o metinleri inceledim. Örneğin Asur metinlerini inceledim. Asur metinlerinin dili Asurca’dır. Bu dil, öncesinde ve sonrasında Zebur’un ve İncil’in dili Âramca’ya yakındır, ikisi de Sami dillerdendir.
Şimdi bunları görünce bir müslüman olarak ve “Kur’ân’da bunlar; bu kelimeler, bu deyimler niye var?” diye araştırınca ve bedevi Arapçasında da bunlar olduğu gibi karşıma çıkınca Ehl-i Kitab’ın elindeki eski metinleriyle ilgilendim ve karşıma Ehl-i Kitab’ın metinlerinde, mevcut İnciller; Süryanilerin elindeki İncil çıktı, Arâmilerin elindeki Aramca yazılan İncil ile Kıptilerin okuduğu İncil çıktı. Mesela Yahudilerin dili eski İbranca’yı biliyorum; dolayısıyla “Allah Tevrat’ta ne demiş, İncil’de ne demiş, bu farklı İncillerde ne demiş?” merakıyla ve bir Müslüman gayretiyle Ehl-i Kitab’ı yani onların dillerini, metinlerini inceledim.
Bir de kazılarda ortaya çıkan eserleri resmi olarak tercüme etmek gibi bir zorunluluğum vardı. Diyelim ki Bağdat’ta, Kuzey Irak’ta, Golan Tepeleri’nde, Suriye’de veya Anadolu’da, Van’da, Bitlis, Şırnak-Cizre, Uludere vs. bölgesinde çıkan metinleri inceledim. Bu metinlerde birçok dilden eski metinlerini okumak Ehl-i Kitab’ın bu metinleri, orada geçen deyimleri, kelimeleri Kur’an’da görünce Kur’an’ı daha iyi anlamak gibi bir teşebbüsüm oldu. Resmi çalışmaların dışında Ehl-i Kitab’ı incelememe sebep oldu. Dolayısıyla Resulullah Aleyhisselam dönemindeki Arapça’yı, çobanların arapçasmı ki kelimelerin çoğu aramca sonra kuzeyde; Keldâni dili, Asur dili biraz Kürtçe… Böylece bunlar Kur’ân’ı anlamakta bana yardım etti ve kendi başıma beş-on senedir ilgileniyorum. Ele geçen yazılar veya metinler olursa bana getiriyorlar, tercüme ediyorum ve böylece Kur’ân’ı anlama yolunda bir gayret ortaya çıkıyor.
O yüzden ben şuna inandım: Kur’ân’ı çok iyi anlayabilmek için Efendimiz Aleyhisselam döneminin Arapçasına gitmek lazım; oradaki insanların konuştuğu dili bilmek lazım. Ki bugün modern Arapça’nın Kur’ân diliyle ilgisi çok azdır. Modern arapça konuşanlar Kur’ân’ın dilinden uzaklaşmışlardır. Ama Kur’ân Arapçasıyla Kur’ân’a baktığınız zaman ki bu Efendimiz(a.s) döneminin Arapçasıdır. Burada pek çok edebi metin özellikle kıssa vardır; bu kıssalar sadece Kur’ân’da anlatılmıyor. Tevrat’ın Mişna Tefsirinde veya Talmut yorumunda da bu kıssalar, bu söylenceler var. Kur’ân ile benzeşiyor bunlar. Bütün bunları görünce şunu düşündüm; “Muhammed Aleyhisselam’a kadar vahyin arkası kesilmemiş”. Ama insanlar bu vahyi kendi hevalarına, idarecilerin veya kalabalıkların alışkanlıklarına, geleneklerine uydurmuşlar; mevcut alışkanlığı sürdürmek için vahyin dışındaki yaşayışa müsaade etmişler. Böylece Kur’ân’ın da dediği bizim de bildiğimiz Ehl-i Kitab, Ehl-i Kitab’ın yöneticileri Tevrat’ı, İncil’i, Zebur’u ya da vahyi kaynakları tahrif etmişler, değiştirmişler, muhafazası güç olmuş; ama şimdi kazılardan çıkan metinler bize bunların orijinallerini gösteriyor ve orijinal sayfalar, satırlar çıkıyor ki Barnaba İncili, Zebur, On Emir bunlardan bazılarıdır.
Hocam, Ehl-i Kitab’ın kaynakları kısmında bunlara değinmenizi isteyeceğim, ben şunu öğrenmek istiyorum; Asr-ı Saadet öncesi Ehl-i Kitab’ın durumu nedir? Oraya baktığımızda nasıl bir fotoğrafla karşılaşırız?
Peygamber Aleyhisselam Kur’ân-ı Kerim’in Maide Suresinde, benim hatırladığım; onları anlatırken aralarında ihtilaf varsa Tevrat’a göre hükmetsinler, aralarındaki anlaşmazlıkları Tevrattaki hükümler çerçevesinde çözsünler. Eğer bunu yapmazlarsa kâfir olurlar. İncil’e sahip olanlar, İncil’e uyanlar da aralarındaki sorunları İncil’e göre çözümlesinler, böyle yapmazlarsa fasık olurlar buyuruluyor. Bize de hitap ederken “Siz de aranızdaki anlaşmazlığı Allah’a ve Resulü’ne götürün ve Kur’ân’a göre çözümleyin. Kim Allah’ın indirdiği (bu indirdiklerine), vahye uymazsa dinden çıkmış fasık, zalim, kâfir olurlar” diyor. Oysa biz biliyoruz ki, gerek Tevrat’ı gerek İncil’i özellikle değiştirdiler. Bunu nerden biliyoruz; Kur’n diyor zaten “değiştirdiler” diye indirilenler arasında fark var. İşte İznik Konsülüyle, İskenderiye Toplantısı’yla şu kadar İncil kaldırıldı yerine dört İncil kabul edildi. Bunlar arasında benzerlikler çok az. Böyle olduğu hâlde Kur’ân onları Ehl-i Kitab sayıyor. Eski İranlıları da Ehl-i Kitab sayıyor; kitapları hiç elde olmadığı hâlde. Ancak Peygamber’in, Ömer el-Faruk’un uygulaması onların Ehl-i Kitab olduğu yönündedir. Şimdi Ehl-i Kitab ‘kendisine Allah’ın vahyettiği kitaptan (Tevrat ve İncil’den) bir nebze kalan’. Ya da ‘Elimizde İsa’ya, Musa’ya ya da Davut’a vahyedilenlerden parçalar var diyen ve bununla amel eden insanlara’ biz, Ehl-i Kitab diyoruz.
‘Bir nebze’den kastettiğiniz Allah’ın vahyettiği, tahrif edilmemiş kısımlar mı… O tahrif edilmişlere de uysalar ‘kurtulmuş olacaklar mı? Peki, ‘sizinle bizim aramızdaki ortak söze gelin’ veya ‘Ömer’in elindeki Tevrat sayfalarına Peygamberin kızması’ rivayeti hakkında ne diyorsunuz?
İsterse kendileri bozmuş olsunlar. Yani ‘İncili, Tevrat’ı, Zebur’u ve İbrahim’e, Nuh’a bir şeriat, hukuk sistemi, yaşama tarzı göstermek üzere indirilenler.’ Allah’ın vahyi sayılıyor. Bu vahyi değiştirseler bile ‘Siz değiştirdiniz bunu, hiç olmazsa buna uyun’ … İşte o kitaplara uyanlara Ehl-i Kitab deniliyor. Ki Ehl-i Kitab’ın papazları, hahamları bunları değiştirdiler ve kendilerini rabb ittihaz edenlerin rablığını benimsediler, hevalarına uydular ama halk aradaki farkı anlayamadı, papazların dediklerini tuttu. Böyle olmasına rağmen bunlara Ehl-i Kitab diyoruz, Ehl-i Kitab deniliyor daha doğrusu Kur’ân’ca. Ama Ehl-i Kitab Allah’ın yanında başka bir ilah da tanımış oluyor. Kur’ân-ı Kerim Ehl-i Kitab’ı anlatırken “Allah üçün üçüncüsüdür derler” diyor. “Mesih’i ve Ruhu’l-Kuds’ü ilah ittihaz ediyorlar”. Hatta Kur’ân bunu çok açık söylüyor: “Ey İsa sen mi dedin ‘beni ve annemi iki ilah edinin diye?…’” Kıyamet olmuş ve Ehl-i Kitab mahşerde toplanıyor ve Ehl-i Kitab sorguya çekilirken böyle denilecek diye bir kurgu var. Kıyamet kopmamış henüz, böyle bir şey olmamış, Ehl-i Kitab tevhidi anlasın diye böyle bir kurgu, temsil-i teşbih var.
Soruyor’un anlamı ‘soracak’ yani kıyamette böyle soracak Allah Teala şeklinde anlaşılmalı; ben öyle düşünüyorum. İsa (a.s)’da cevap veriyor: “Hâşâ, sen beni ve nefsimi bilirsin. Ben böyle bir şeyi nasıl derim!”. Şimdi bunlar Ehl-i Kitab olarak Efendimiz Aleyhisselam döneminde yaşayan insanlara verilen örnektir. Yani ‘Gelin İsa’yı ve Meryem’i iki ilah edinmeyin. Allah Teala yarın bunu size bu hâlde soracak’ şeklinde anlaşılması için örneklendiriyor, kurguluyor. Ehl- i Kitab tevhidde kalan ve Kur’ an-ı da kabul eden insan olarak düşünülemez. Ehl-i Kitab İncil’e, Tevrat’a veya Zebur’a bağlı ama İncil’e bağlı olanlar Meryem validemizi ve İsa(as)’ı da Allah yanında bir Rabb kabul etmişler; ötekiler “Zübeyr ibnullah” demişler. Onların şirk koşan, Allah’a eş koşan akidelerini anlatan misallerdir. Mesela Tevbe Suresi’nde ‘rahiplerini ilah edindiler. Çünkü kitaba bakılmaksızın onların helal veya haram dediklerini, kabul etmelerinden dolayı; teşri kaynağı olarak kitabı değil, rahipleri kabul ettiklerinden bunlar müşriktirler. Ehl-i Kitab tevhidde değil şirktedir.
Şirkin önemli özelliği nedir? Allah’a iman ederken yanında başka bir şeye de iman etmektir. Nedir o? Rahiptir bu, peygamberdir, peygamberin annesidir, salih bir kişidir veya herhangi bir mevkidir. Yani müşrik Allah’ın bir hükmünü küfrediyor, örtüyor ve ilah edindiğine o gücü veriyor. Müşrikler aynı zamanda kâfirdirler; yani hakkın bir kısmını örttükleri için. Bir nebzesini örten bile küfretmiştir, nankör olmuştur, inkâr etmiştir. Dolayısıyla ancak tevhid ehliyse şirkten uzaktır.
Dün şirk koşan Ehl-i Kitab ne ise bugün Allah üçün üçüncüsüdür diyenler de aynıdır, değişen bir şey yoktur. Yalnız önceki Ehl-i Kitab biraz daha izzetli, biraz daha hukukullaha yakın, biraz daha mert ve cesur idi. Bugünküler bence; kilise, hahamlık veya bir din adamına ‘işte şu İncil’e bakın, böyle bir metin var’ dediğimizde ‘Tamam. Biz bunu kabul ederiz ama artık biz bununla amel etmeyiz. Bize İsa(as) gelse ve dese ki “İncilim budur”, “biz mevcut sistemi değiştiremeyiz.” Diyorlar. Çünkü bu sistem, yüzden fazla devletin kabul ettiği bir sistemdir ve kilise bir bu kadar devletin bütçesini destekliyor, bütçesini oluşturuyor, devletleri yönetiyor. Bu sebeple bunlar sadece dinlerini var kabul ederek kendilerini oyalayan, dinlerini oyun ve eğlence hâline getiren onunla dindarlık taslayan topluluklardır.
Biraz dagerçeği görmek istemeyen…
Evet, gerçeği görmek istemeyen. Çünkü gerçeği gördükleri zaman mevcut saltanatları gidecek. O yüzden gerçeği görmek istemiyorlar. Mevcutlar, birikimler, saltanat gidecek. Bu politikada da böyle, dinde de böyle; gerçeği gösterseniz hemen ‘Biz kurulu düzenimizi, alışkanlıklarımızı, geleneğimizi bozmayız’ derler. Yani dinleri alışkanlık hâline gelmiş, dinleri gelenek haline gelmiş ve bu geleneği, alışkanlığı koruyacaklar. Ama konuşsanız “kitabınız ne? İncil!? Resulünüz kim? İsa!? İlahınız kim? Âlemlerin Rabbi!?” onu kabul ediyorlar ama üçten birisi olarak kabul ediyorlar. Hıristiyanların durumu bu…
Yahudilerin durumu da “Üzeyir ibnullah” (Allah’ın oğlu) diyorlar ve dinde kendi sistemlerini uyguluyorlar. Yani kısas gibi Talmut’un çok katı sistemini uyguluyorlar. Ve bu hahamların, rahiplerin yorumudur. Yani Tevrat’ın dedikleri değildir. Bugün yaşanan zulüm de Talmut yorumundan gelen bir işkencedir Yahudiler için. Dolayısıyla Ehl-i Kitab Tevrat’a ve İncil’e uyan ancak bunları çokça kendi siyasi veya hukuki çıkarları için değiştiren insanlardır ve bunlar Allah’ı tanımakla beraber kendi hükümranlıklarını da tanıyan kişilerdir.
Asr-ı Saadette ilişkiler nasıldı? Ve bir de; daha önceki kitap ehli daha izzetli, daha aklı başında bir topluluktu dediniz. Bugünkü ehl-i kitabın bu noktaya gelmesinde, yani aşırı uçlara kaymasında, vahyin Arap bir peygambere inmeye başlamasının rolü var mıdır?
Tabi ben İslâm tarihi konularını ayrıntılarıyla bilmiyorum ancak Yahudiler, Kur’an vahyolunmadan önce “içlerinden bir peygamber geleceğine” inanıyorlardı. İşte Kudüs’ü yakıp yıkan Nabukad Nazar’ın sürdüğü Yahudileri Bahtu’n-Nasr deniyor dinler tarihinde buna -bizi tekrar Kudüs’te toplayacak, Filistin’i tekrar kendilerine verecek birini bekliyordu Yahudiler-. Hristiyanlar, zaten Hicaz bölgesinde Hıristiyan az; Yahudi kimliği fazla, ancak tüccarlar var. Bir peygamber gelecek diye yahudiler bekliyor; Hristiyanlarsa böyle bir peygamber beklemiyorlar. Çünkü onlar kitaplarında beklenen peygamber kısmını çıkarmışlar. O sebeple yahudilerin Muhammed Aleyhisselam’a düşmanlıkları Araplardan bir peygamberin çıkmış olmasındandır. Hıristiyanların Müslümanlar’a düşmanlığı ise daha çok İslâmî fetihlerden sonra başlamış: yani Avrupa Endülüs’le Müslümanları tanır olmuş. Şunu arkeolojik kazılardan çok iyi biliyoruz. Mesela Emevilerin, Abbasilerin saltanatı döneminde İngiliz ve Danimarkalı gemiciler, askerler Abbasilerin döneminde paralı asker olarak onların hizmetinde çalışmışlar. Danimarka’da, İngiltere’de veya Avrupa’nın değişik yerlerinde yapılan kazılarda Emevi ve Abbasi parası çıkıyor çokça. İslam tarihinde de bunu görüyoruz. İşte Necaşi’nin Müslümanlara dostluğunu biliyoruz, Heraklius’un peygambere öfkesini bir tarafa bırakalım, Heraklius Müslüman olduğunu bile gizliyor. Mesela Buhari Tecrid-i Sarih’te anlatılan bir yerde Heraklius: “Muhammed (a.s) hakkında ne dersiniz?” diyor ve İslam’ı anlatıyor. O arada karşı gelinince: “Ben sizi denemek istedim” diyor. Yani Hristiyanlar müslümanlara yahudiler kadar düşman değildi. Yahudilerin bir beklentisi vardı; bizim içimizden bir resul gelecek ve bizi tekrar Filistin’e, Kudüs’e döndürecek diyorlardı. Hıristiyanlarınsa böyle bir beklentisi yoktu ve Hicaz bölgesinde sayıca çok azdılar. Kur’an-ı Kerim de şefkatli rahiplerin Müslümanlara dost olduklarını söylüyor. Şimdi böyle olduğu hâlde bunlara biz Ehl-i Kitab değildir diyemeyiz. Ancak, bunlara tevhid ehlidir de diyemeyiz. Çünkü tevhidden, yani Allah birdir demekten uzaklar. Öyle olduğu için de Muhammed (as)a ya da müslümanlara düşmanlıkları Hristiyanların, papazların, hahamların veya diğer kilise erbabının insanları, işlerini kaybetme korkusu, ekonomik düzenlerinin çökmesi endişesindeler. Onlar “Müslümanlar kılıçla, kan dökerek yayıldı” diyorlar. Oysa ki böyle bir tarihi olay yoktur. Elbette müslümanlar düşmanlarına karşı kılıç kullanmışlardır. Ama amaçları kılıçsız olarak İslâm’ı tebliğdir. Bu tebliğe karşı Kilise haçlı seferleri düzenlemiştir. Anadolu’nun fethini düşününüz. Yani 1071’den evvel müslümanlar geliyor Alanya’ya, İzmir’e, İzmit’e kadar yerleşiyor ancak kesinlikle zulmetmiyorlar. Böyle olunca düşmanlıkları, feodal Avrupa Beylerinin iktidarlarını ve kilisenin cemaatini kaybetmesi çıkarının kaybolacağını düşünmesi, kalabalıkların topluca İslam’a geçeceği gibi endişelerinden kaynaklanıyor. Din konuşulsa, İslam, Âdem’den İsa(as)’ya kadar gelen bütün peygamberleri özellikleriyle anlatıyor; kardeşliği, insana yardımı, iyiliği, cömertliği anlatıyor. Bu Tevrat ve İncil’de de böyle. Yani orijinal İncil’de, On Emir’de ve Zebur’da da böyle. Mesela Süryaniler bugüne kadar diyelim ki sekiz-on sene öncesine kadar -Doğu’da başlayan terör dönemine- yani 1984’e kadar biz Muhammed’in yetimiyiz diyorlardı ve Müslümanların himayesi altında olmadan, dinlerini hür bir biçimde yaşıyorlardı. Ama daha sonra terörle, AB müktesebatı gereği onlarda dikleşmeye başladı, biz de soykırıma uğradık vs. diyorlar, gerçekten dinlerine tasallut olmadı Müslüman idareciler ne Pontus’ta, ne Gürcistan’da, ne İstanbul’da, Kudüs’te, Sırbistan’da Tiflis’te ne Kars’ta ne Güneydoğu’da gayri Müslimlerin kiliselerine, dillerine karışırdı. Yani dillerini, dinlerini, kiliselerini muhafaza etmişlerdi. İktidar ve güç kaygısıyla Müslümanlara düşman olmuşlar. Tabi bunlar belki politik olaylar ve benim ilgi alanımın dışındaki konulardır.
Birkaç yerde ‘orijinal İncil’ veya ‘Tevrat, Zebur’da dediniz, bu kitapların orijinali var mı? Bir de buradan mülhem, yanılmıyorsam Barnaba İncili tercümeniz de var. Biraz bunlara yani Ehl-i Kitab’ın kendi kaynaklarına değinebilir miyiz?
Ehl-i Kitab’ın şu anki kaynakları kilisenin kabul ettiği dört İncildir: Markos, Matta, Luka Yuhanna’dır. Ama bunun dışında mesela Thomas İncili’nden, Kopt İncil’inden (Kıptilerin konuştuğu dilde İncil) hiç bahseden yok. Yine aynı şekilde Ortodoks Süryanilerin elindeki İncil tamamen farklı ve Zeburla iç içe olmuş bir İncil. Şimdi bu kaynaklar şöyle ya da böyle birbirinden farklı İnciller. Avrupa’da ve özellikle Amerika’da Thomas İncil’iyle ilgilenen bir cemaatin olduğunu duymuştum. Son araştırmalarda İsa(as) döneminden sonra yazılmış Mısır’da Nil Vadisi’nde bir mağarada bulunmuş yine Kıpti yani Kopt alfabesiyle yazılmış bir İncil’den de bahsediliyor. Bütün bunlar ne derece doğru ve kilise de bunları reddediyor. Biraz evvel söyledim; Kilise İsa da gelse kabul etmiyor. Henryk Sienkiewicz adlı Nobel alan bir yazarın QUO VADİS diye bir romanı var. Nobel aldı bu eseriyle 1905 yılında. Bu romanda Roma Kralı Neron’un, Hıristiyanlığın önemli din büyüklerinden Petrus ve Pavlus’un bir süre Roma’da yaşadığı dönemde milattan, İsa(as)’dan sonra 50’li yıllarda. Neron Hıristiyanları çarmıha geriyor ve yakıyor. Bu olayı gören ve iyi bir hayal kurucu Pavlus; ki zaten Pavlus hep hayal kuruyor. Yani İsa’yı hiç görmemiş hayatında ve buna rağmen hayal kuruyor. Zaten uzun süre Yunanistan’da kalmış ve Yunan Pentagonu’na, onların tanrısallarına çok bağlı. Pavlus yine bir hayal görüyor ve İsa(as)’ı görüyor o hayali içerisinde: “Quo vadis Domino?” yani “Efendim nereye gidiyorsun?” diyor ve o da “Senin kaçtığın yere yeniden çarmıha gerilmeye!” diye cevap veriyor.
Henryk Sienkiewicz bu romanı yazarken önemli kaynaklardan yararlanmış; bu hikâye değil. Kilise başta buna karşı gelmiş. Ama kaynakları özellikle eserin son birkaç formasında bu olayı delilleriyle veriyor. Da Vinci Şifresi yazarı Dan Brown gibi değil; bu doğrudan kaynaklara inerek vermiş. O “Efendim nereye gidiyorsun?” deyince “Bu zulmü gördükten sonra, bu çarmıhta alev alev yananları, bu zulmü Hıristiyanlara inanlara yapıldığını gördükten sonra ben yeniden Kudüs’te çarmıha gerilmeye gidiyorum” diyor. Kaldı ki bunu çarmıh hikâyesini uyduran da İsa'(as)dan sonra kendisine vahiy gelemez Pavlus’tur. Yani böyle bir olay da söz konusu değil; İncil’de böyle bir şey de yok. Yani İsa’nın çarmıhta öldürülmesi Pavlus’un hikâyelerinden bir hikâyedir. İsa(as) bu çarmıh olayından sonra bir süre yaşamış, belki kendisine inananları olmuş vs…
Şimdi mevcut İnciller Peygamber (as)’ın zamanında da vardı ancak bunlar yine orijinal değildi. Pavlus’un, Matta’nın, Markos’un, Yuhanna’nın İncilleri hiçbir şekilde birbirine benzemeyen kitaplardır, değiştirilmiş kitaplardır. Yani orijinal İncil değillerdir ve bunlar birbirlerinden farklılardır. Oysaki Golan Tepeleri’nde bir arkeolojik kazıda bulunan İncil ile Şırnak-Uludere’de bulunan ve benim tercüme ettiğim bir İncil’deki Süryani alfabesiydi o ve Ârami lisanıyla yazılmıştı. Muhammed (as)’ı müjdeleyen, “Benden sonra gelen Nebi’nin cemaati, taraftarları sapları üzerinde dimdik duran bol taneli başaklar gibidirler” ifadesi var. Bu ifadeyi hiçbir şekilde bugünkü İncillerde göremezsiniz. İncil’deki tevhid sistemi tamamen değişmiştir ve teslis akidesine, Yunan Pentagonuna uydurulmuştur.
Zebur’a gelince; orijinali, on sayfalık çok güzel ve küçük bir kitaptır. Ve Golan Tepeleri’nde, bugün İsrail işgali altında olan Taberiye Gölü’nün doğu yamacında bir yerde Davud (as)’ın yazlık sarayında bulunan bir kitaptır. Birebir Kur’ân ile örtüşüyor ayetleri, ben tercüme ettim. On Emir hakeza Harun (as)’un el yazmasıdır. Bakır levhalara yazılmıştır. Barnaba İncili’nin de çok bölümünü tercüme ettim ve tercüme ettiğim bölümlerde tevhide aykırı hiçbir şey yok. Dediğim gibi Muhammed(as)’ in geleceğini müjdeleyen Sa’d Suresi’ndeki ayete rastlamadım ama tercümeye devam etsem rastlayacağıma inanıyorum. Muhammed’in cemaatini anlatan ayetler var.
İslam bir sulh dinidir. Âdem’den Muhammed’e kadar gelen dinin adıdır. Dolayısıyla hakkı, doğruluğu, adaleti, silm’i bugün de sunmaktadır. Kur’an’da Bakara Suresi’ndeki “Ey müminler her şeyinizle ve her şeyiyle İslam’a girin, sulha girin”. Yani hiçbir şeyi reddetmeden İslam’a girin; şeytanın adımlarını takip etmeyin” diyor. Şeytanın adımlarını takip etmek ifadesi de; heva ve hevesi, iktidarı, çıkarı için şeytanın vesveselerine uyan, adı isterse din adamı, isterse politikacı olsun, ister feodal bir bey, ister aile reisi, aile hanımı kim olursa olsun barışı reddedip İslam’dan çıkmış olacaktır. Mevcut İnciller ise; birbirine uymadığı gibi Kur’an ile de uyuşan tarafları ya çok azdır veya uyuşan tarafları bile heva ve heves, vesvese ile değiştirilmiştir. Az önce arz ettiğim gibi ‘İsa(a.s) da gelse bize bu lazım değil. Biz mevcut statüyü korumak zorundayız” demekteler. Şu anda yüz küsur devletin bütçelerine Vatikan tarafından katkı yapıldığı söylenmektedir. Şimdi bu bir sistemdir ve böyle olunca bunu kimse yıkmak istemez. Dolayısıyla İsa(a.s) gelse Papa ne diyecektir; “Quo vadis Domino?” diyecektir ve çarmıha bile razı olacaktır diye düşünüyorum. Çünkü şimdiki emperyalistler, Evanjelistler, siyonistler her yerde inananları öldürüyor.
Orijinal İncil, Zebur vs. Yaygınlık kazanıyor mu yoksa bu kasıtlı olarak mı engelleniyor?
Bir defa resmi bir araştırmada böyle bir şey çıkmış değil. Çıksa bile devlet el koyuyor. İkincisi; “Bunu yapalım” denildiği zaman asıl muhatap alacağınız adamlar yani kilise diyor ki: “Biz bunu istemiyoruz”. Mesela Hakkâri-Uludere metni ne oldu şu anda, son durumunu bilmiyorum. Uludere’nin Hoz Köyünde 1982’de bulunan bir metin bu. Ben bu metnin otuz küsur sayfasını tercüme ettim. Sonra kitaba ulaşamadım. Bununla ilgili birkaç defa teşebbüsümüz oldu ama sonuçlanmadı. Daha sonra Golan Tepeleri’nde bulunan bir metin bana ulaştı On Emir ve Zebur’la beraber. Bu metinler Âramca alfabesiyle, Âramca ile yazılmış kitaplardı. Şimdi Almanya’da bunlar. İncil’in tamamına yakınını tercüme ettim; birkaç bölüm kaldı. Bunu Markos Yayıncılık diye bir yayınevi sahiplerinden “Biz yayınlayacağız diye aldı diye biliyorum. Ben onlara tercüme etmiştim zaten, benimle bir ilgisi yok. Tabi getiren adamlar ne yaptılar bilmiyorum. Şimdi o tercümelere bakıyorum; tercüme mükemmel diye düşünüyorum. Çünkü Âramca çok güzel ve rahat anlaşılır bir dil. Arapça’nın, İbranice’nin anası olan bir dil. Böyle olunca bu orijinal metin sadece kutsal bir metin olarak elimizde. Kur’an ile karşılaştırdığımızda Kur’an’a en ufak aykırı bir yanı yok; tevhidi anlatan, dua ve zikri anlatan çok önemli kitaplar. Ve zikirle ilgili… Fıkıhla ilgili bir bölüm birkaç yerde geçiyor o da çok basit fıkhi, yani insanlar arası sorunları anlatan bir mesele. Zebur da öyle; daha çok zikrullahla ilgili bir metin. Hükümler, hüküm ayetleri az, mazmur bölümü şiir gibi. On Emir de öyle. Yayınlanmadı bile bunlar. Bu üç önemli metnin Kur’an’a aykırılığı hiç yok. Mevcut İncillere uymadığı tercümeyle meydanda.
Bu metnin, birkaç papaz benim tahsil yaptığım Heiderberg’de, Freiburg’da veya Tübingen’de buradaki gerek Efangalish, gerek protestan veya katolik birkaç kişiye benim aracılığımla gösterildi. Bana dedikleri; ‘Biz mevcut sistemi değiştiremeyiz. Alışkanlığımızı değiştiremeyeiz.” Yani alışkanlığı değiştirmek yerçekimini değiştirmek gibi bir şey. Hâlbuki inanç, değişim gerektirir. Yani insanın yanlıştan doğruya değişmesi, insanın barışa, selamete, zihni-bedeni gelişime uymasını gerektirir ama diyorlar ki sistem bozulmasın, çarklar bozulmasın.
Zebur, on emrin kazılarda çıkan son eserlerde ‘zikrullah’ ağırlıklı olduğunu söylediniz.
Ağırlıkla dua ve zikirle ilgili evet. Tevhid söylemiyle ilgili. Fıkıh ve haklar konusu çok az. Bu, benim tercüme yaptığım bölümleri bakımından böyledir. Şimdi metnin tamamı veya tercümenin tamamı bende olmadığı için fazla ayrıntıyı hatırlamıyorum.
Burada zikri açmanızı isteyeceğim ve bununla birlikte, Kur’an’da geçen “Zikr’i biz indirdik ve onu koruyacak olan da biziz” ayetinde geçen zikrin kullanımının burayla bir ilgisi var mıdır? Yani biraz daha anlam alanını genişleterek, bunların da aslında korunacağından bahsetmemiz doğru olur mu? Tahrifle olan İlişkisi nedir?
Barnaba Incil’i de veya Zebur’da hepsi zikir demiyorum. Zikre, tesbihata çok önem veriyor. Yoksa tevhidin ne olduğunu, insanlara nasıl muamele edilmesi gerektiğini… Mesela Kur’an’daki Davud(as)’un tesbihatı, dağların taşların ona katılması aynen anlatılıyor. Allah’ı birlemek aynen anlatılıyor. Allah’ı sürekli akılda tutmak, O’nu sürekli mübarek kılmak… Ve altının, akçenin biriktirilmemesi… Onların yetimlerin, dulların, savaşta öldürülenlerin malı olduğu ve yenmemesi, biriktirilmemesi ve bunun yetimlere, dullara verilmesi gerektiğini görüyoruz. Bunlar zikir dışı fıkıhtır. Haklar konusudur. Daha pek çok şeyler..
Zikir doğrudan doğruya sana vahyedilen, senin de yaşamakla mükellef kılındığın hukuk sistemidir ve bu korunmuştur. “şerialeküm-sizin için yol, gidişat oldu” dedikleri de odur. Onu yaşarsanız böylece zikretmiş olursunuz. Yani siz eğer zekâtı vermişseniz, hacca gitmiş, yoksulu doyurmuşsanız, siz ihtiyaç sahiplerine ev- bark vermişseniz… Bunlar aynen geçiyor. İhtiyaç sahibini ev sahibi kıldın mı, açı doyurdun yetimi yedirdin mi ve sen faizden vazgeçtin mi, mirası korudun mu… Bunlar nedir işte? İnsanların uyması gereken yoldur, ki buna şeriat deniyor. İşte bu da zikirdir. Bunu yaptığınız zaman Allah’ı zikretmiş oluyorsunuz. Eğer bir yetimi doyurmuşsan Allah’ın emrini yerine getirmiş oluyorsun, bir topraksızı toprak sahibi yapmışsan zikri yerine getirmiş oluyorsun.
Ehl-i kitabın kaynaklarına gelelim. Ehl-i Kitab’ın kendi kaynaklarıyla ilişkileri nasıl?
Ben bir defa uzun yıllar lisans, lisansüstü, doktora ve doktora üstü çalışmalarımı yaparken Almanya’da kaldım. Mesela Adam Falkensten diye Sami dilleri ustası bir hocamız vardı. Aynı zamanda Tevrat’ı ve Kur’an’ı çok iyi biliyordu. Aynı şekilde Bidding ve Wictzold vardı ve tüm bu kişiler din adamıydılar. Bunların dedikleri şu: Şu anda bizim ulaşabildiğimiz, insanlığın ulaşabildiği en iyi yönetim sistemi, siyasi sistem, demokrasidir, cumhuriyettir. Dolayısıyla din böyle bir sistem önermiyor. Hatta benimle tartışıyorlardı: “İslam bir devlet sistemi öneriyor mu? Şöyle bir devlet olsun diyor mu? Hatta devleti ve devletin kurulmasını öneriyor mu? Emirlik vardır, emre ittiba vardır; hilafet sistemi denen şey siyasi bir sistemdir ve İslam’ın getirdiği bir sistem değildir.’ diyorlardı. Dolayısıyla şimdi insanlar bu kadar çoğaldı, sanayi bu kadar gelişti; haliyle siyasi ve hukuk sistemi olmadan ve buna bağlı olarak ideolojik sistem kurulmadan başka şey yapılamaz. Ama dini vicdanlarına hapsetmişlerdi. Hâlbuki Tevrat ve İncil böyle bir kitap değil; Kur’an’da böyle bir kitap değil. İnsanlar ister devlet halinde yaşasınlar, ister kabile halinde, ister bir aile veya fert olarak yaşasınlar hayatlarının her döneminde bunlara uydukları zaman mutluluğu, dünya saadetini elde etmişlerdir. Şimdi kilise ve o kilisenin parçalanan bin bir çeşidi; Protestan’ı, Lütregen’i, Kalvenist’i, Efengaliş’i, Cizvit’i, Maruni’si, Ortodoks ve Katoliği -her neyse- bir sürü Hıristiyan anlayışı ve din gibi mezhepleri var. Ve bir sürü bağlılar var ve bunlar da mevcut siyasilerle, mevcut demokrat veya cumhuri ya da krallık sistemleriyle iç içe yaşıyorlar ve kendi kitapları üzerinde hiç kafa yoramıyorlar. Papaz ne diyorsa o oluyor, cumartesi havraya, Pazar günü kiliseye gidiyorlar. Haftanın belli bir gününü belki bir saatini kiliseye, havraya gitmekle dini, zikri ifa ettiklerini sanıyorlar.
Kurumları da vahye yaslanmıyor yani. İnandıkları ‘vahiy!’ de devlet şöyle olacak gibi bir hazır paket önermiyor anlaşılan!
Tevrat’ta ve İncil’de onunla birlikte ben Kur’an’ı iyi okuduğumu, iyi anladığımı düşünüyorum böyle bir sistem de önermiyor. Yani şöyle bir devlet sistemi, böyle bir hilafet sistemi olsun bu yok. Çok açık biliyoruz ki, Efendimiz (a.s)’den sonra Ebu Bekir’e, Ömer’e hiçbir zaman halife demediler, “emir el-müminin” dediler. Allah Resulü’nün halifesi dediler ama Allah’ın halifesi değil. Hilafet kelimesi siyasi bir kavram olarak sonradan ortaya çıkmıştır.
Yani merkezinde vahyin olduğu bir şekillenme söz konusu olmalı.
Evet. Şimdi Avrupa kurduğu sistem (liberalizm, kapitalizm, demokrasi, sosyal demokrasi, liberal demokrasi vs.) kendi hevalarından, kendi çıkarlarından kendi yaşayış tarzı ve ihtiyaçlarından doğanlardır. ‘Bizim ihtiyacımız budur’ dedikleri için Allah’ın bildiği ihtiyaçlarını hep arka plana atıyorlar.
Tersten gidiyorlar.
Tersten gidiyorlar evet.
Yahudi ve Hıristiyanlar kaynaklarına böyle bakıyorlar. Bugün ellerindeki İncil ve Tevratlar da ciddi anlamda ve büyük oranda tahrif olmuş kaynaklar.
‘Tahrif; kendileri değiştirmişler, ‘silmişler, bir bölümü atmışlar başka kelime koymuşlar, yerine başka şey kitaba sokmuşlar ve Allah’ın hükmünü görmemişler. Varsa bunu da kitaptan çıkarmışlar.
Kur’an’ın: “Sizinle bizim aramızdaki ortak kelimeye gelin” çağrısına gelirsek. Sizin de değindiğiniz gibi mevcut durumda papazların dediklerine iman eden ve onların gösterdikleri yolu yürüyen bir kitle söz konusu. Ancak Kur’an’da Ehl-i Kitab’ın söz konusu edildiği ayetlere bakıldığında “kitap ehlinden bir zümre…”, “Kitap Ehli’nden öyleleri vardır ki..”, “Onlardan bir kısmı Allah’a iman ederler, peygambere ve size indirilene de iman ederler..”, “secde ederler..” gibi ifadeler dikkatimizi çekiyor. Bu anlamda homojen bir yapı söz konusu değil. Bu “ortak” kelime nedir ve bu ortak kelime dışındaki hususlar önemsiz midir? Yani asgari şart ortak kelimedir ve bunda anlaşırsak biz anlaştık diyebilir miyiz?
Ortak kelime Allah’ın birliğidir ve Allah’ın dini olan İslam’dır. Yani La ilahe illallah’tır. Çağırılan şey budur. Ortak kelimeye gelin derken müslümanlar şöyle anlamalıdırlar dinlerini: İslam nedir? La ilahe illallah demek ve ona göre amel etmektir.
Bu amel de neye göre olacak? İslam belki kurallar, koşullar getirmiyor. La ilahe illallah da diyor. Hemen başını ört, şu kıyafeti giy, hemen şuradan çekil… gibi böyle bir kural getirmiyor İslam. Ortak kelime La ilahe illallah deyip hakkıyla amel etmektir. Böyle olunca ilahlığı yalnızca Allah’a verir ve O’nun emirlerine (yani O’ndan gelene. Emir deyince baskı olarak anlaşılıyor Türkçede), O’nun vahyine uygun hareket etmektir. Böylece Allah’ın vahyine göre yaşadığınız zaman ortak kelime budur. Böyle olunca Kur’an’a aykırı düşer misiniz? Hayır! Âdem’den İsa’ya kadar vahyedilene aykırı düşer misiniz? Ben La ilahe illallah deyip gereğince yaşanırsa vahye aykırı düşülmeyeceğini düşünüyorum.
Papazların, hahamların haram kılması, kralların bir şeyi yasaklaması ya da eğrilen nefislerin koyduğu kurallar din haline getirilince diyor ki “Bunlardan vazgeçelim bir tek kelimeye gelelim.” Bu kelime nedir; La ilahe illallah’tır ve ona göre amel etmektir. Bunu kabul ettikleri takdirde Tevrat’ın özü, Zebur’un özü, Kur’an’ın özü, İbrahim’e, Şit’e, Salih’e ne gelmiş ne verilmişse onların özü… Hani ‘şerialeküm mine’d-dini” diye başlayan ayette “İbrahim’e Musa’ya ne tavsiye etmişsek sana da bunu şeriat kıldık.”, dolayısıyla bu şeriat kılma yaşanan yol, gidilen yol, tutulan yoldur. Ve bu yaşandığı zaman insanın mutlu olduğu yoldur.
Kur’an açıkça tek kelimeye gelin derken İsa’yı, Üzeyr’i, Meryem’i veya diğer aracı kıldığınız her neyse bunları aradan çıkaralım ve tevhide gelelim demektir. Kur’an’ın dediği budur.
O halde, aslında Kur’an’ın yapmak istediği çağrı İslam’a davet etmektir, ancak böyle bir formülle, sizle dost/kardeş olabiliriz mi diyor?
İslam’a davetin bir yoludur bu. Aslında İslam’a davet ediyor. Çünkü İslam Âdem’den Muhammed’e kadar gelen dinin adıdır. Tek ve Ortak kelimeyi söylemek gereğince amel etmektir. Çünkü peygamberlere diyor ki: “De ki: ben Müslümanların ilkiyim”. Süleyman’a (a.s) öyle diyor. Hatta Süleyman’ın İslam’a davet ettiği ve orijinal bir şeyle de tahtını getirttiği Melike de diyor ki: “Ben Müslümanların ilkiyim”. Kim müslüman olmuşsa: “De ki: “Ben Müslümanların ilkiyim…” Yani burada Müslümanların ilkiyim demek silm’e kavuşmuş birisiyim demektir. Şimdi Ehl-i Kitab peygamberlerini, İsa’ya, Üzeyr’e Allah’ın oğludur demeseler; melekler Allah’ın kızlarıdır demeyip Allah’a babalık yakıştırmasalar, hahamlarını ya da ruhban ehlini ilah kabul etmeseler ve La ilahe illallah da derlerse ne yapmış olurlar? Müslüman olurlar. Kendi kitabını yaşadığı zaman müslüman oluyor. Ancak kitaplarında “Baba dedi ki…” türünden şeyler var. Ama La ilahe illallah geldiği zaman bunları kendiliğinden terk etmek zorunda kalacaklar. Böylece tahrif olan şey, yani İncil’e, Zebur’a ve Tevrat’a sokulanlar kendiliğinden dışlanmış ve ayıklanmış olacak.
Bunu kabul ettiklerinde kendileri harekete geçecekler…
Kendileri harekete geçecekler ve Muhammed’in getirdiği Kur’an’ın, “la ilahe illallah”ın çevresinde toplanacaklar.
Farz edelim ki muhatabımız ortak kelimeyi kabul etti fakat ben yine elimdeki İncille, Tevratla amel etmek istiyorum dese…
İncil’deki surelere, kıssalara bakalım… La ilahe illallah’a aykırı bunlar.
Bu ortak kelime çağrısı Ehl-i Kitab’ı bir iç hesaplaşmaya itecek öyleyse, onu mu kastediyorsunuz?
Mecburen itikadî anlayışı sorgulamaya girecek. Bir arkadaşımız vardı Heiderberg’in Schıvetsingen diye bir kasabasında Osmanlılar döneminde bir cami yapılmış. Bu camide hristiyanlıktan vazgeçip müslüman olmuş Andreas Morr ile kadiri tarikatından bazı işçiler; cahil, tasavvufa girmiş insanlar dua ediyorlardı. İçlerinde Türkçe bilen Alman gençler de vardı. Bunlar “Abdülkadir Geylani Hazretleri’nin hakkı için, masumların hakkı için, falanca şunun şunun hakkı için Allah’ım şöyle et, Allah’ım bizi şunun şefaatinden mahrum eyleme” diye dua ediyorlardı. Allah’tan isteyecekleri şefaat için başkasını Allah’a şefaatçi tayin ediyorlardı. O zaman fıkıh kitabı Sublü’s-Selam, Bûlüğul Meram’ı tercüme eden Ahmet Davudoğlu diye bir zat vardı. Tanınmış da biriydi. Ahmet Davudoğlu Hoca’nın eteklerine yapışıp cennete gideceğim falan diye konuştular. Önceden hristiyan olan Alman Andreas Morr dedi ki: “Yahu, biz Hristiyanken bu kadar müşrik değildik.”
Kur’an’ı da kendi istekleri, ihtiyaçları ve çıkarları doğrultusunda değiştiren pek çok fıkıhçı vs. var. Velhasıl, La ilahe illallah’a, ortak kelimeye geldiğiniz zaman bir; muvahhid olacaksınız. Allah’tan başka ilah tanımayacaksınız. Allah’ı her konuda hakem, hâkim tayin edeceksiniz. Duanızı kabul eden, sizi cennete eriştiren, her şeyinize çare olan, her- şeyinizle kendisine koşacağınız Fatiha Suresi’ndeki “iyyake na’büdü ve iyyake nestain” biz ancak sana istiane ederiz; zengin de olsak, fakir de olsak sana istiane ederiz. Yani sığınağımız sensin. Mal sahibi olduk bu senin, bunu sen bize verdin. Böyle düşünen ve Allah’a istiane eden adam artık İsa’ya(as), rahibe sığınır mı, peygambere, peygamberin ruhuna sığınır mı? Herhangi bir beşere, şeyhe, mürşide, efendiye sığınır mı?
Zaten bir tek kelimeye geldiğiniz zaman artık bitiyor. Zaten İslam nedir dediğinizde tevhid ve metoddan ibarettir. Nedir o tevhid ve metod? La ilahe illallah demek ve onunla amel etmektir. Onunla amelinizin şartı nedir, peygamberlerin getirdiği vahye uymaktır. La ilahe illallah deyince mevcut İncillerdeki, Tevrattaki, mevcut metot, kelimeye uymayacak. Otomatikman kendinizi düzelteceksiniz. Kendiniz zaten silm’e girmiş olacaksınız. Silm’e de her şeyiyle ve her şeyinizle gireceksiniz. Mesela yahudilerin Tevratı asıl tutmalarının sebebi bence Tevrat’ın unuttukları dili öğreten bir kitap olmasıdır. O yüzden Tevrat’ı atamıyorlar. O yüzden asıl Tevrat’a değil mevcut Tevrat’a, dillerinin kaynağı olan Tevrat’a rağbet ediyorlar. Demokrasiden zaten vazgeçmiyorlar. Diğer tarafta Marunîler İncili ayrı anlıyorlar; Evangalişler, Anglikanlar, Katolikler, Luteryenler, Protestanlar, Kalvenistler, Gregoryenler ve bunların arasındaki sayısız mezhepler de ayrı anlıyorlar. Bunları tevhide çağıran, ayrı ayrı mezhepleri tevhide çağıran bir şey yok.
Diyelim ki Atina, Rusya veya Türkiye’deki Ortodoksların patriği sadece Türkiye’deki Ortodoksları çağırsa, aralarındaki aykırılıkları, ibadet aykırılıkları değil, itikat aykırılıklarını birleştiremez. Katolikler çağırsa birleştiremez. Atina’daki çağırsa bırakın buradakileri Atina’ya bağlı olanları bile bir araya getiremez. Oysaki ortak bir kelimeye gelin dediği zaman, Allah’tan başka ilah yoktur, sizin istiane edeceğiniz, şemsiyesi altına gireceğiniz tek Allah var demektir. Fakir olun, yoksul olun, âlim olun, zalim olun, şakirt olun, said olun adınız ne olursa olsun istiane ettiğiniz anda “İyyake nabüdü ve iyyake nestain” dediğiniz anda ortak kelime, metod ortaya çıkıyor.
Bu çağrının nasıl yapılması taraftarısınız?
Bir defa metot olarak Muhammed(a.s) kalabalığa çağrı yapmamış. Bir topluluğun önüne gelin diyerek İslam’ı anlatmamış. Hristiyanlara seslenirken aslında seslendiği onların âlimleridir, anlayanlarıdır; kalabalıkları değildir. Müşriklere ve Arap putperestlerine seslenirken kalabalıklara değil; kendi kavmine seslenirken kalabalıklara seslenmemiştir. Dolayısıyla kalabalıklara seslenirken insanların her birinin ayrı ayrı itiraz edeceği şey bulunabilir. O yüzden kim seslenecekse tek tek fertlere seslenmeli. Ben eski İncili, Tevratı bilen, Kur’an’ı anlamaya çalışan ya da Kur’an’ a göre amel ettiğini söyleyen birisi olarak ben, Kur’an’ı iyi öğrendikten sonra ne yapmalıyım? Her insana silm’e gelmesini söylemek için tek tek çağrıda bulunmalıyım. Hatta tek başıma tek insana seslenmeliyim. Ben İslam’ı yani tevhidi ve onun metodunu kendi nefsimde yaşamalıyım. Şurada Ahmet adında bir kapıcı arkadaşımız var namaz kılan birisi. Evet, onu ben tevhide çağırabilirim. Ama Papa’ya çağırmam gerekirse “Ey Papa gel müslüman ol!” demek benim işim değil. Yani kime anlatmalıyım? Ben şu anda kendisine rahatlıkla yakınlık duyabileceğim kendi seviyemde bir adama, kendi dilimle kendi yakınıma anlatabilirim. Benim çoluk-çocuğum müslümanca yaşamıyorsa, eşim müslüman değilse, evimde tevhid itikadına uygun bir hal yoksa, yaşanmıyorsa ben kalkacağım ve Papa’ya İslam’ı anlatacağım; bu mümkün değil! O yüzden İslam kalabalığa hitap etmeyecektir. Bu ne zaman olmuş? İnsanlar Emir el-Müminin emriyle tebliğe gitmiş. Arkası güçlü, kendisi görevli ise o zaman kalabalıklara gönderilir. Ama etrafları fesatla çevrili bir İslam ümmeti var. Müslümanlar kalabalıklara dinlerini anlatıyor, bu zor, bu yönteme aykırı.
Ehl-i Kitabla yürütülmesi gereken ilişki bu düzeyde olmalı diyorsunuz.
Ben tek tek olması lazım diye düşünüyorum. Çünkü kalabalıklara hitap edersiniz. Ben Malatya’da bir yerde cenaze sebebiyle konuşuyordum. Ve bana da akrabalar belli bir seviyede, okumuş insan olarak bakıyorlardı. Ben, tevhidin anlaşıldığını düşünüyordum. Orada, İslam, tevhit üzerine konuşuyordum. Birisi dedi ki “Yani sen şimdi falanca Yahudi’den dönme diye İslam’a fitne soktuğunu mu düşünüyorsun. Sen şimdi Abdülkadir Geylani veya Muhammed Nakşibendî’nin ya da Gümüşhanevi Hazretleri’ni red mi ediyorsun? Ya benim bunca emeğim, bunca kıldığım namazım, orucum ne olacak? Bunca dualarım ne olacak? Ben ‘Yetiş ya Abdülkadir’ diyerek merdiven demirine dayanarak çıkıyorum. Ya Ali diye, ya Bismillah ya Allah ya Bozatlı ya Hızır diye kalkıyorum. Benim bunca sözüm nereye gidecek. Benim bunca emeğim boşa mı gitsin?”
Cahil tabakasında böyle. Ama Hristiyanlarda bu sistematik olarak zihinlere yerleşmiştir. Papa’nın Osmanlı emrindeki Bizans Kralı’ndan naklettikleri ortada. Yani dinlerini, anlayışlarını yanlış üzerine bina etmişler. “Ne olacak benim malım?” bu şuna benziyor: Müslüman olacağım ama benim bunca servetim, sarayım nereye gidecek? Kimin olacak? Kimse malını-mülkünü terk eden Ebu Zerr’i düşünmüyor, görmüyor; kimse malını- mülkünü terk edip gelmiş Selman’ı düşünmüyor. Neticede herkes sistemini korumak istiyor. Batılılardan birçok papazla, benim seviyemde bilim adamıyla, birçok dil bilen hocalarımla tartıştım. Adamların dediği şu: “Biz sistemimizi nasıl bozalım? Biz anlayışımızı nasıl değiştirelim? Biz darb-ı mesellerimizden nasıl vazgeçelim? Türkleri kınayan, Müslümanları horlayan bu darb-ı mesellerden nasıl vazgeçelim? Bu kültürden vazgeçersek bizim neyimiz kalır? Ve biz Araplaşırız…” diyorlar. Hâlbuki İslam Araplaşma veya Türkleşme değildir. Onlar diyorlar ki, ‘ay yıldızı görünce işte müslüman, Türk; Türk deyince Müslüman diye anlıyorlar. Oysaki Müslümanlığın ne Türklerle ne Araplarla hiç bir kavimle ilgisi yoktur. Soy-soplar tanışıp, bilişmek içindir. Muhammed(a.s) İbrahim’dendir. İbrahim kimdir? Tevhid ehlidir; hanif olan İslam milletindendir. Ama Hristiyanlarla yahudiler ne diyorlar; “İbrahim bizdendir”. Oysaki Muhammed (a.s) ben İbrahim’in torunuyum, İbrahim atanızdır diyor. Yusuf(as) ne diyor; atam İbrahim’in dinindeyim diyor.
Bu anlamda malum diyalog anlayışını ve sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu siyasi bir olay, tevhidi bir olay değil.
Gerek içerik gerekse yöntem anlamında soruyorum?
Demokrasi, Liberalizm adı her neyse siyasi sistemler içerisinde bir yöntemdir diyalog. Yani İslami bir yöntem değil. Çünkü ne diyalog isteyenlerin bağlıları ‘kelime’ye gelmişler ne de müslümanız diyenler tevhidi, dik duruşla karşı tarafa gösterebilmişler. Diyaloga çağırıyor. ABD’de tanıdıklarımız var. Belli bir müslüman cemaatin adamları orada “Biz İsevi Müslümanlarız” diyorlarmış. Bu, diyalog uğrunda denilen yanlış bir tavsiftir.
Ben Almanya’da üniversitede sakal bırakmıştım. Benim hocam şöyle demişti; “Sen Muhammedan sakalı mı bıraktın?”. Ben de; “Ben Muhammedan değilim. Ben müslümanım” demiştim. Böyle deyince “Terbiyesiz, git sakalını kes dersime gir. Sen T.C. şartlarıyla bize bağlısın.” demişti. Şimdi biz onlara ne diyoruz; İsevi diyoruz. Bunu biz demiyoruz kendileri diyorlar; ‘Jesus Christhus’ yani İsa’dan dolayı kendilerine öyle diyorlar. Biz Hristiyan diyoruz. Ama bize göre İsa müslümandır, Musa müslümandır, Âdem müslümandır. Belli dönemlerde sırf sınamak için şeriatlarında değişiklikler vardır. Yoksa hukukullahta ve sünnetullahta bir değişiklik yoktur, bu değişiklik de zaman içinde, sadece o dönem ve o kabile içindir. O dönem belli bir zaman ve belli bir mekânı kapsayacak şekilde bir şeriat -ki bu bir şeriat değildir- bir tür yasaklamadır.
Efendimiz(a.s)’in “Ben hamile kadınlarla cinsel ilişkiyi haram kastıyla yasaklayacaktım. Ama duydum ki Hristiyanlar Medine’de hanımlarıyla ilişkiye giriyorlar ve bu çocuğa da kadına da zarar vermiyor, vazgeçtim.”. dediği gibi belli bir anlayışa göre konulur.
İşte Âdem’den Muhammed’e gelinceye kadar şeriat değişmedi, tevhid değişmedi. Hatta antropolojide ders okuduk ve ders verdik. Allah Âdem’e kelimelerin anlamını kavrama yeteneği anlamında isimleri öğretmesinden bu yana şeriat değişmedi, İslam değişmedi. Dolayısıyla biz insanlara tevhidi ve onun yöntemini anlatırız. Şimdiki diyalog çağrısı, Türkiye’deki bazı grupların ya da resmi, siyasi bürokratların bir niyetidir. İşte Amerika’ya dur diyebilmek, Avrupa’yı müslümanları sömürmekten vazgeçirtebilmek içindir yani gelecek endişesi, gelecek kokusu vs… Oysa ki Müslümanların tevhidi anlatırken ve çağırdıkları kelimeye davette hiçbir gelecek endişesi taşımamaları gerekir. Böyle bir endişeye kapılmadan kelimeyi tebliğ etmeleri gerekir. Önce nefislerinde, sonra ailelerinde sonra çevrelerinde… Ama bana derlerse ki müslümanlar ‘Git şuna anlat’ ben seviyemdeki ve seviyesine inebileceğim, beni anlayabilecek insana giderim. Bu diyalog değil tebliğdir.
Diyalog olgusu ‘tebliğ’i yüklenebilir mi?
Yöntem yanlış.
Diyalog dediğimiz şey bir yönüyle de “İbrahimi Dinler, İsevilik, Semavi Dinler, Musevilik, Dinler bahçesi…” gibi mefhumlar üzerinde yükselen bir olgu. Sizin de az önce dediğiniz gibi Amerika’da Kur’an’la muhatap olan müslüman bir birey ‘Ben İsevi müslümanım’ diyebiliyor. Bu anlam ve şartlarda Hıristiyan biriyle diyalog kurmak ne kadar çözüm getirici olur?
Bence çözüm getirmez. İncil’deki pasajları, kıssaları ezberliyorlar. Kendi arka planlarında da Kur’an’daki kıssalar, moderniteye uyan yaşama tarzları, isimlerle oyalanıyorlar.
Hocam buradan şöyle bir konuya geçmek istiyorum: Mesih beklentisinin sahiciliği ve bunun müslümanların düşüncesindeki izdüşümleri hakkında neler söylersiniz?
Mesih’in tekrar geleceğini ortaya atan Pavlus’tur. Böyle bir anlayış Pavluscu bir anlayıştır. Bir de İsnaaşeriye’de, Şia’da böyle bir beklenti var. O da: Emevi ve Abbasi zulmüne karşı toplumlarını ayakta tutmak için ortaya atılmış bir düşüncedir. Bu beklenti ilk çağlarda da vardı. İşte Yahudiler bir peygamberin kendi aralarından çıkacağını bekledikleri gibi bu ilelebet devam ediyor. Azıcık mağdur olan bir sahip, bir güçlü kişi bekliyor. Böyle bir anlayış Pavluscu bir anlayıştır, olmayacak bir anlayıştır. Muhammed(as)’den sonra bir mesihin, bir nebinin gelmesi mümkün değildir. Deccal beklentisi vs. bunlar sadece efsanedir, eski kitaplardan iktibas edilen, dilden dile de sözlü olarak nakledilmiş şeylerdir. Ve bu tevhide aykırıdır, böyle bir şey olamaz.
Ehl-i Kitab’ın günümüzde birbirleriyle olan ilişkileri ve bunun müslümanlara yansıyan yönüne de kısaca değinirseniz…
Şu andaki Avrupa ya da Hıristiyan dünyası, ABD, İngiltere, Almanya, İtalya, Fransa, İspanya veya Rusya ve diğerleri: bunlar toplum olarak Ehl-i Kitab değillerdir. Ehl-i Kitab bir kalabalık olarak da görülmemeli. Ehl-i Kitab hukukunu, yaşayışını Kitaba göre düzenleyen, Maide Suresi’ndeki ayetlerde denildiği gibi yaşayışını ona sığdırabilen, o kalıba girebilen veya öyle yaşayabilen insanlardır. Toplumlar Ehl-i Kitab değildir. Ama bugünkü sanayinin, tekniğin, bilişimin gelişmesi, medyatik algılamalar, tüketim ve gıdadan uzaya kadar her türlü teknolojik gelişme müslümanları baskı altında tutuyor. Birileri de hoşgörü adı altında onlara Ehl-i Kitap diyor. Bunların hiçbir değeri yoktur aslında. Ne bilişim çağının, ne ayın fethedilmesinin, ne Mars’a gidilmesinin, ne uzayda bilmem ne istasyonunun kurulmasının itikadi değeri yoktur.
Bunların hiç birisi müslümanlar için uzak bir durum değildir. La ilahe illallah diyen, Allah’ın kudretine, âlim sıfatına, hâkimiyet sıfatına uyan bir insanın bunların etkisinde kalarak kendini aşağılık görmesi ve onları da dince üstün görmesi mümkün değildir. Diyelim ki Bush’u müslümanlara yaptığı zulümden sonra ki inandığını da söylüyor; bu zulümlerden sonra Bush’u dost mu edinecektir bir Müslüman. Blair’i, Olmert’i bir müslüman dost mu edinecektir!
Biz sadece bugünkü siyasi konjonktürde çıkarımız için o bizim ortağımızdır diyebiliriz. Yani Ehl-i Kitab, müşrik veya kâfir; onla da anlaşma yapabiliriz. Ama onun dinine girmeyiz. Medyatik, endüstriyel veya teknolojik gelişmelerinden dolayı biz bunu yapmayız. Biz şuna inanırız: La ilahe illallah diyor mu? Ve bunu yaşıyor mu? Tevhid ve sünneti yaşıyor mu? Ve biz yaşıyor muyuz, buna bakarız. Yaşıyorsa bu bizim kardeşimizdir; hangi kavimden olursa olsun. Biz bunu eşimize, çocuğumuza yani en yakınımıza yaşatabiliyor muyuz? Ve biz bunun için yola çıktık mı? Biz yaşıyor ve insanlara bunu söylüyor muyuz? Kalabalıklar değil; tek tek Ehl-i Kitab vardır. Papazlar vardır, cemaatler, insanlar vardır.
Hocam teşekkürler, ayrıca rahatsızlığınızdan dolayı geçmiş olsun dileklerimizi iletmiş olalım.