Nida Dergisi, 199. Sayı / Kasım-Aralık / 2020
‘Kelimelerin kalbi neresidir?’ diye soracak olduğumda; soruma karşı bir soruyu duyuveriyorum: ‘Kelimelerin bir kalbi var mıdır?’ Sorular çoğalıyor… ’Peki kalbin bir raf ömrü var mıdır?’ ‘Bedenin ve kalbin ölümü hep eş zamanlı mıdır?’ ‘Hem çürümenin hem de onarımın merkezi orası mı oluyor?’ ‘Ne emek ne ekmek önce kalbimiz bozuluyor, diyen haklı mı?’
***
Muhtemelen birkaç senaristin dışında kimsenin aklına hayaline sığmayan günlerin içindeyiz. Elbette bu konuda çekilen filmler yok değil. Dahası yorgun ve bize göre ihtiyar dünyamız, bu sahnelere yabancı değil. Ancak ömrü, dünyanın ömrü yanında bir atımlık adımdan ibaret olan bizlerin, ne günlere kaldık demesinin tam sırası. Parçalanmış zihinlerimizin tahakkümünden ne kadar sıyrılabilirsek, gördüğümüz resim o kadar büyüyecek. Ama bundan birkaç ay evvel, birisi çıkıp da mabetler, okullar, avm’ler, kafeteryalar hizmetine ara verecek deseydi onu bir komplo teorisyeni olmakla itham edebilirdik. Ancak çok daha fazlası vuku buldu. Şehir meydanlarında banklar söküldü, belli bir yaş grubuna sokağa çıkma yasağı getirildi. Hemen hepimiz büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öpemez olduk. Düşünüyorum, şairin çağrısı hiç bu kadar karşılık bulmuş muydu?
‘’Herkesin bahanesi var, senin yok
günahlı bir gölgenin serinliğinde
biraz bekleyebilirsin, daha sonra
burada kalamazsın, başa dönemezsin
ama dön
Eve dön! Şarkıya dön! Kalbine dön!
Şarkıya dön! Kalbine dön! Eve dön!
Kalbine dön! Eve dön! Şarkıya dön!’’
Tabii, bu ‘dönüş’ü fiziki koşullara bağlamak, eksik yahut büsbütün yanlış olacak. Evet zorunlu bir tecritin sonucu olarak, yasal düzenlemelerle eve döndük. Peki şarkımıza ve kalbimize de dönebildik mi? Bir günlüğümüz varsa, nehrin akışını değiştirebilecek satırlar yazabildik mi? Ya da nehrin akışını seyretmeyi denedik mi? Soruları, hepimize emanet ederken, Ömer Faruk Dönmez’in “Bir Yobazın Günlüğü”nde yazdıklarını tekrar hatırlama vakti: “Akşama kadar evden çıkmadım. Okudum. Düşündüm. Kapitalizm benim gibi evde oturan adamı ne yapsın? Hiç hazzetmez. Evde oturan adama bir şey satamaz çünkü. Bu yüzden de, insanın evde sıkılacağına dair yalanlar üretmiştir: mutluluğu, neşeyi, eğlenceyi ‘evin dışında’ konumlamıştır. Zavallı insan kardeşlerim de bu oyuna gelir, evde canının sıkıldığı yalanına inanır, dışarı çıkar ve kaçınılmaz bir şekilde para harcar. Yemeğe çıkmak, sinemaya gitmek, alışveriş yapmak bir mutluluk biçimi olarak sunulur. Evde pineklemek, uyuz uyuz oturmak gibi tabirlerle de evcimen hayat küçümsenir. Oysa kapitalizmin bu tezgâhına karşı, Müslüman, evinde mutlu olan adamdır. Bu sebeple bayım, biz evimizi bilinçle ve inatla sevmeye devam edeceğiz. Gerçi kapitalizm, televizyon ve internet aracılığıyla, evdeki adamın da cebindeki paraya gözünü dikmiş durumda. Evine kapanan adamı bile rahat bırakmıyorlar. Şeytan dünyayı bu yüzyılda süslediği kadar hiç süsleyememişti. Kitaptan uzak duran, dünyanın süslerine aldanacaktır vesselam.”
Evin bir diğer karşılığı olan ‘mesken’ sözcüğü bize çok daha fazlasını vaat ediyor. Bir kere mesken ile sükûnetin birbiriyle akraba kelimeler olduğunu düşünebilmek bile ufkumuzun tıkanmış gözeneklerini açıyor. Doğru okuyabilir, “bildirim”lerin büyüsünden yakamızı bir nebze kurtarabilirsek; huzuru ve teskin olmayı (sadece) evin dışında aramaya ayarlanmış zihinlerimiz için bu günler fabrika ayarlarına dönmeye vesile olacaktır. Evimize, kalbimize ve şarkımıza da…