Son günlerde kimi okur-yazar Müslümanların, İslam adına ortaya koydukları tuhaf, aşırı söylemleri hayli dikkat çekmektedir. Bunlar sadece birer kanaat beyanı olsa yine neyse. Fakat Kur’an’dan çıkarılabilecek nihai sonuç ve alternatifi bulunmayan bir yargı gibi takdim edildiğinde, itiraz etmek mecburiyeti doğuyor.
Öyle görünüyor ki; bu cin* fikirli kardeşlerimizin aşırı yargıları; zihinlerinde oluşan fikri bir nüveyi, Kur’an’daki bir veya birkaç ayeti zorlayarak yaptıkları tevillerle, besleyip büyütmelerinden kaynaklanmaktadır. Oysaki Kur’an-i herhangi bir hükmü anlamak ya da Kur’an’i bir yargıya varmak konusunda, zihnimiz de oluşan fikri yeşerteceğine inandığımız, bir veya birkaç ayetten yola çıkmanın ve onlarla yetinmenin yanıltıcı olabileceği malumdur. Kur’an’ın bütününden ortaya çıkan genel çerçeve ve mantık dâhilinde, ayetleri değerlendirmek hiç şüphe yok ki bizi doğru anlayışa daha çok yaklaştıracaktır. Kur’an’ı yine Kur’an’la anlamak, ayetleri Kur’an mantığı ve bütününden çıkan espri çerçevesinde anlamaya çalışmak ihmal edilmeyecek kadar önemlidir. Bu usül, bugün için, Kitabı anlamanın en sağlam iki yönteminden birincisidir. İkincisi de (ulaşabiliyorsak eğer) sahih sünnet, yani Peygamberin (as) Kur’an anlayışıdır.
Kur’an’ın bütünü dikkate alınmadan varılan eksik yargılardan birinin de, Bakara suresinin 219. ayetindeki buyrukla ilgili olduğunu düşünüyorum.
Söz konusu ayette mealen; “… Sana neyi infak edeceklerini sorarlar. Deki: (afv) ihtiyacınızdan arta kalanı…” denmektedir.
Ayeti bu haliyle, Kuran bütününden kopararak bir yargıya vardığımızda, üstesinden gelemeyeceğimiz, son derece zor bir emirle karşı karşıya kalırız. Öyle ya, hangimiz ihtiyaç sayılabilecek, ‘havaici asliyye’ diye de adlandırılan; faraza, yazlık, kışlık bir veya birkaç adet elbise, ihtiyacı giderecek mütevazı bir ev, hadi birçok insan için ihtiyaç sayılmasa da, bir binek (otomobil), hatta çok kimse için ihtiyaç olmasa da, bir hizmetçi, olarak listelenebilecek ihtiyaçların dışındaki tüm varlığımızı infak etmişizdir veya buna razı olabilmişizdir?
Böylece, çok önemli ve kesin ilahi bir emri yerine getirmemiş olmanın müthiş ezikliği ile kıvranıp durmaktan başka çaremiz yoktur. “Bu ayete rağmen, mallarımızın, mülklerimizin tümünü niçin infak edemiyoruz?” düşüncesinin yürek acısı olduğunu zaman zaman görmekteyiz. Elbet, üstesinden gelinmesi neredeyse imkânsız böyle bir yorum, gereği yapılmadığında ızdıraba sebep olacaktır.
Oysa, ilahi emirlere uyma noktasında, bizden çok daha heveskâr ve azimli olan sahabe ve adını hayırla yâd etiğimiz, Salihler ve ulemanın bu ayetten hareketle, ihtiyaçlarından artan varlıklarının tümünü infak etmeyi bir mecburiyet olarak telakki ettiklerini görmüyoruz. Evet, rivayetler doğru ise tüm varlığını infak eden Hz. Ebubekir gibi çok istisna bir iki örnek bulunabilir. Fakat onların da, böyle bir infakı mecburiyet gördükleri için mi, yoksa nafile bir ibadet saydıkları halde, hayırlarını artırmak konusunda ki bireysel gayretlerinden mi kaynakladığına dikkat edilmelidir. Eğer böyle bir mecburiyet olsaydı, mallarını ve canlarını Allah yolunda feda etmekten çekinmeyen ve bu özellikleri ile de Allah’ın methine mazhar olan muhacir ve ensar’ın tamamı, ihtiyaçtan artan tüm mallarını son kuruşuna kadar harcamaktan geri durmazlardı. Oysa Hz. Ebubekir, Hz. Osman, Abdurrahman İbn Avf gibi nice zengin sahabinin varlığı bilinmektedir. Yine, Ebu Hanife gibi bir tacirin, kervanları, serveti ve ticaret hacmi, herhalde bu dönemin büyük zenginleri ile kıyas edilebilir.
Tebük de otuz bin kişilik ordunun üçt’e birini, yani on bin kişiyi savaş için teçhiz etmekle yetinmeyip bin altın dinar veren Hz. Osman’ın serveti belli ki öyle küçümsenecek bir zenginlik değildir. Fakat servetinin tümünü de vermiş değildir. Aynı sefer de Hz. Ömer, mal varlığının yarısı ile katkıda bulunmuştur. Hz. Ebubekir’in ise dört bin dirhem olan bütün varlığını verdiği kaydedilmektedir.
Resulullah (as) tarafından affedildiği müjdelenen Kab İbn Malik’in, sevicinin bir nişanesi olarak bütün servetini sadaka niyetiyle vermek istediği, fakat Peygamber (as)’in, ancak malının üç’te birini bağışlamasına izin verdiği ve bu miktarın bile çok olduğunu söylediği nakledilmektedir.
Rabbimizin, kimseye gücünün üzerinde yük yüklemeyeceğini, kimseyi takat getirmeyeceği bir işle sorumlu tutmayacağını Kur’an’ın müteaddit ayetlerinden anlamaktayız. (23/62, 2/286)
O halde, “… Sana neyi infak edeceklerini sorarlar. Deki: ihtiyaçtan artanı…” (2/219) mealindeki ayeti, başta da belirttiğimiz gibi, Kur’an bütünlüğü içinde, diğer ayetlerle birlikte anlamaya çalışmalıyız.
Bu ayetin açılımını Muhammed suresinin 36–37. ayetlerinde görmekteyiz. Mealen;”…(Allah) sizden mallarınızı (n tümünü) istemez. Eğer, O sizden onları (n tümünü) istese ve bu hususta sizi zora koşsa o takdirde cimrilik ederdiniz. Bu da sizin kinlerinizi açığa çıkarır (dı).” denmektedir. Demek ki; ihtiyaçtan artan’ın tümünün infakının mecburiyeti gibi bir yargıya varılması isabetli değildir.
Ayrıca, ihtiyaçtan arta kalan’ın tümü infak edilecekse; mirasla ilgili ayetleri anlamakta zorlanırız. Öyle ya, tüm varlığını harcamış olan biri, evladına miras olarak ne bırakacaktır ki, mirasla ilgili ayetler gelmiş olsun? Mirasçılara bırakılacak üç-beş parça kap-kacak, birkaç eski elbise için, üzerine koskoca miras hukuku inşa edilen tafsilatlı ayetlere gerek kalır mıydı? Ve miras bırakmak ve almak meşru sayılabilir miydi? İnfak edilmesi zorunlu olan bir malı miras bırakmak meşru olmamalıydı. Yine, ihtiyaçtan artanın tümü harcanacaksa, zekâtı hangi maldan kim verecektir?
Şu husus da gözden kaçmamalıdır: Şayet, ihtiyacın dışında her şey infak edilecekse, insanların sermaye sahibi olmaları, yatırım ve ticaret yapma imkânları da ortadan kalkacaktır. Bu anlayış, şahsi mülkiyeti yasaklayan, insan fıtratıyla çatışan, komünist bir anlayışı çağrıştırır. Servet düşmanlığını, haset duygularını körükler… Meşru olan mülk edinme hakkını ortadan kaldırır. Evet, gerçi özel mülk ve serveti ‘leş’ olarak niteleyen, son dönemin kimi akademisyenleri vardır. Vardır, ama özel mülkü böylesine takbih etmelerine rağmen ihtiyaçlarından artanın tümünü tasadduk edene rastlamak zordur.
Ayrıca, İslam’ı sosyalizmle neredeyse eşanlamlı gören bu insanlar, zengin birçok sahabi ve İslam büyüğünün yanı sıra, Davud (as), Süleyman (as), Yusuf (as) gibi nice yüce Peygamberin büyük bir saltanat ve mülkün sahibi olduklarını unutmuş görünmektedirler.
Süleyman (as)’nin şu duasına bakınız: “… Bana öyle bir mülk ver ki (benzeri) benden sonra kimseye verilmiş olmasın…” (38/35) şayet mülk ‘leş’ olsaydı, Süleyman (as) böyle bir talepte bulunur muydu? Bu duaya icabet eden Allah (c.c), verdiği nimetleri sıraladıktan sonra son derece manidar ve düşündürücü bir muhayyerlik tanıyarak, mealen şöyle buyurmaktadır: “ ‘işte bu’ dedik. Bizim ihsanımız. Artık dilersen kerem et (ver), dilersen tut( verme), hesabı yok.” (38/39)
Bütün bu örnekler, İslam’ın sosyal ve iktisadi yapısını, sosyalizmle aynıymış gibi algılamanın ve özel mülkiyeti çirkin görerek yadırgamanın, Kur’an ve İslam’la bir ilgisinin bulunmadığının ifadesidir.
Peki, o halde “…sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki: ihtiyaçtan artanı…” mealinde ki ayet neyi ifade etmektedir?
Bu ayette geçen “afv” kelimesinin ‘kolay gelen’, ‘çıkarıp verilmesi insana zor gelmeyen’ gibi anlamlarını dikkate değer bulan kimselerce; “…Sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki: seni sıkmayanı (veya kolay geleni)…” şeklinde anlaşılır bir tarzda yorumlamışlardır. Fakat bu yorum da çok ikna edici değildir. Zira tamamen insanların keyfine bırakılmış bir ibadet gibi görünmektedir. Bazı insanları bin liradan fazlasını vermek sıkarken, kimine bir lira vermek bile ağır gelebilir. Tabi ‘ağır geliyorsa vermezsin’ diyerek işin içinden çıkmak ya da ‘zekât gibi farz olmayıp, nafile bir ibadet olduğundan, elbet gönül rahatlığıyla verilmelidir. Zorlanmadan ve severek verilen sadakadır “afv”. İstemeye istemeye, gözün içinde kalarak verdiğin bir sadakanın ne hayrı olur ki?’ demek de mümkündür.
Bu konuda İmam Kurtubi’nin naklettiği, El Kelbi’nin görüşü de dikkat çekicidir. Kelbi: “ Bu durum (ihtiyaçtan fazlasını tasadduk etmek) farz olan zekâtı tespit eden ayeti kerime nazil oluncaya kadar böylece devam etti. Zekâtı emreden ayeti kerime, önce vermekle emrolundukları her türlü sadakanın (farziyetini) nesh etti.” demektedir.
Benim âcizane düşüncem ise; bu ayet ihtiyaçtan artanı tasadduk etme mecburiyeti getirmemektedir. Bilakis, elinde-avucunda ne varsa çıkarıp vermeyi yasaklamaktadır.
Yani; “‘neyi infak edelim?’ diye soranlara, ihtiyacınızı infak etmeyin, ihtiyacınız olanı mutlaka ayırın da artanından ne harcayacağınız size kalmıştır.” gibi bir anlam bence daha manidardır.
İnsanın ihtiyacını, çoluk-çocuğunun maişetini, evinin giderlerini, yakın çevre ve akrabalarının ihtiyaçlarını gidermek için kullandığı servetini harcayarak, hem kendisini hem de yakın çevresini muhtaç halde bırakması hoş görülmemiştir.
Bu yüzden, her konuda olduğu gibi infak ederken bile orta yol tutulmalı, mutedil olunmalıdır.
“Elini boynuna bağlayıp kalma. Onu büsbütün de açma (saçıp savurma). Yoksa sonra kınanmış, yaptığına pişman olarak kalakalırsın.” (17/29)
“Ve onlar ki mallarını infak ettiklerinde israf da etmezler, cimrilik de etmezler. Bunun arasında orta bir yol tutarlar.” (25/67) mealindeki ayetler yine aynı manayı teyit eden mahiyettedir.
Müslümanların kendi ihtiyaçlarını, infak ediyorum diye saçıp-savurması, kendisini ve yakınlarını ihtiyaç içinde bırakması, infak değil belki israf sayılmalıdır. Bu savurganlığı sonunda pişmanlık duyarak, sevap yerine günah kazanabilir.
Cahiliye dönemi adetleri de düşüncemizi destekler mahiyettedir ve dikkat çekicidir. Cahiliye döneminde Arapların, kerem sahibi olmakla çokça övündüklerini öğrenmekteyiz. Şan, şeref kazanmak için ellerindeki malı dağıtıp yoksullaşmayı, muhtaç hale gelmeyi meziyet sayanlar oluyordu.
İşte “…(ancak) ihtiyacınızdan artanı infak edin…”, “saçıp savurmayın”, “…infak ederken (bile) israf etmeyin, orta yolu tutun…” mealindeki ayetler, cahiliye Araplarından gelen bu yanlış cömertlik anlayışına bir itiraz olabilir.
Elbette İslam hayrın önünü dileyen için sonuna kadar açmıştır. Dileyen, güç yetiren, pişmanlık duymayacağından emin olan bir insan, istiyorsa ihtiyacı dışında kalan tüm varlığını tasadduk edebilir. Fakat bunu bir mecburiyet olarak görmek veya yapmayanların haram işlediklerini iddia etmek yanlıştır.
Hiç şüphe yok ki infak, sadaka sıkça ve önemle tavsiye edilen bir husustur. İnfakın önemi, getireceği büyük ecri, toplumu ıslah edici, kardeşliği pekiştirici özelliklerini hafife almak mümkün değildir. Allah’a yaklaştırıcı, cehennem azabını savıcı böyle bir amel elbet övgüye değerdir.
Bugün artık iyice çirkinleşmeye başlayan, kimi Müslümanların dünya, para ve lüks düşkünlükleri ve yoksul insanlara karşı kayıtsız kalmaları tabii ki eleştirilmelidir. Sefahat ve israf’ın modern çağ Müslümanlarının en büyük zaafı olduğu dünya’ya olan hırslarının, dinlerini ihmale kadar götürdüğü de iddia edilebilir.
Fakat bütün bunlar, özel mülkiyet hakkını inkâra, servet düşmanlığına kadar vardırılmamalıdır.
Unutulmamalıdır ki; Allah (c.c) “dilediğine rızkı açıp yaymakta, dilediğine kısmaktadır?” Ya da, “insanlar birbirlerine iş gördürsünler diye kimini kimine derecelerle üstün kılmaktadır…” (43/32) Yine bilinmelidir ki; “ Rablerinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya hayatının geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık…” (43/32) diyerek ikaz eden Rabbe rağmen, insanlar arasında eşitliği savunmak Müslümanların talebi olmamalıdır. Bu sadece sosyalistlere heves etmekten başka bir şey değildir. İslam, eşitliği değil, her hak sahibine hakkının verilmesini yani adaleti telkin etmektedir. Adalet ise çoğu kez eşitsizlikler üzerine bina edilir. Ve yine çoğu kez eşitlik adalet değil zulümdür. Cin fikirli kardeşlerimize duyurulur.