(Hamîduddîn El-Ferâhî’nin “Kur’ân’da Yeminler” Kitabı Üzerine)1
Orhan Güvel2 – Nida Dergisi Sayı 169
İnsan zaman zaman muhatabının kendisine güvenini pekiştirmek için söylediklerini veya verdiği bir sözü te’kit etmeye ihtiyaç duyar. Özellikle iki topluluk arasında, yöneticiyle tebaası arasında veya fertler arasındaki anlaşmalarda bu elzemdir. Bu şekilde tarafların birbirlerine güven duymaları sağlanır, dost kim düşman kim bu yolla bilinir. Toplumsallaşan insan kendi söz ve anlaşmalarını te’kit için farklı üsluplar ve ifadelere gereksinim duymuştur. İşte yeminlerin kökeni bu ihtiyaçtır. Bu nedenle yeminlerin tarihini çok eskilere kadar götürmek mümkündür. Bu durum günümüzde de güncelliğini korumaktadır. Farklı dîn, dil ve kültürden insan gündelik hayatında sıkça yeminlere başvurmaktadır.3
Allah da Kur’ân’da kendi ismi, Hz Peygamber, Kur’ân, melekler ve kıyamet gününün yanısıra insanların gündelik hayatlarında içiçe oldukları; yer, gök, güneş, ay, gündüz, gece, tek, çift, erkek, dişi, sabah, yıldız, kuşluk vakti, şafak, kalem, Tîn, Zeytûn ve Beled’ul-Emin gibi olgulara yemin etmiştir. Kur’ân’ın sözlü kültür özelliği taşıdığını gözönüne aldığımızda bu gayet normaldir. Zira yemin etmek vahyin ilk muhatapları Arapların gündelik hayatlarında sıklıkla kullandıkları bir olgudur. Onların diliyle nazil olan vahiy de mesajını iletmek için zaman zaman bu üsluba başvurmuştur.
Kur’ân ilimleri alanında yazılmış kitapların ilgili bölümleri ve yemin ayetlerinin tefsirlerinde konuya değinilmekle birlikte yeminler üzerine yazılmış ilk telif İbnu’l-Kayyım El-Cevziyye’nin (ö.751/1350) et-Tibyân fi Aksami’l-Kur’ân’ıdır. Bunun yanısıra son dönem Şam alimlerinden Abdurrahman Hasan Habenneke el-Meydanî’nin Kavaidu’t-Tedebburi’l-Emsel li Kitabi’llahi Azze ve Cell adlı kitabının 35 sayfalık 21. bölümü Kur’ân’da yeminler konusunda özgün bilgiler içerir. Türkiye’de yeminler üzerine yapılan çalışmalara da Sadık Kılıç’ın “Yemin Olsun ki” adlı çalışması örnek gösterilebilir.
Kur’ân’da Yeminler üzerine Arapça yazılmış ikinci müstakil eser Hindistanlı Müfessir Hamîduddîn El-Ferâhî’ye (ö.1349-1930) aittir. “İm’ân fi Aksami’l-Kur’ân” (Kur’ân’daki yeminler üzerine derinlemesine inceleme) ismini taşıyan eserde yeminler hakkındaki yanlış anlayışların tashihi hedeflenmiştir. İlkin Kahire’de 1930 yılında 67 sayfalık fotokopi olarak basılan çalışma, 1994’de Şam’daki Dar’ul-Kalem ve Beyrut’taki Daru’ş-Şamiye tarafından 22 bölüm halinde 147 sayfa yayımlanmıştır. Kitabın takdimini Ebi’l Hasan Ali en-Nedvi, müellifi tanıtan kısmını ise Süleyman en-Nedvi kaleme almıştır. Kur’ân’da yeminler kitabı müellifin Arapça basılan ilk eseridir. Bunun dışında çoğunluğu matbu olmayan (Arapça, Urduca, Farsça) sure tefsirleri ve diğer kitapları vardır.4
Kitaba kısa bir giriş yazan Hindistan’ın A’zamgarh kentinde bulunan ed-Dairetu’l-Hamidiyye müessesinin sorumlularından Dr. Ubeydullah el-Ferâhî, müellefin bu eseri yazmaktan maksadının Kur’ân’daki yemin ayetlerini açıklamak olmadığını belirtir. Ferâhî’nin bu eseri yazmasının amacı, Kur’ân ilimleri alanında kaleme aldığı diğer çalışmalarında da gördüğümüz üzere “Nizâmu’l-Kur’ân Te’vili’l-Furkân bi’l-Furkân” isimli tefsiri için bir hazırlık gayesi gütmektedir. Tefsirinde ayrıntılı değinmek yerine konu hakkındaki yöntemini mustakil bir eserde ele alarak ilgili ayet tefsirlerinde tekrara düşmemeyi hedeflemiştir. Ferâhî’nin vefatından önce tamamlayabildiği Zariyat, Mürselat, Kıyamet, Şems, Tin ve Asr surelerinin ilgili ayetleri, yeminler kitabında bahsi geçen yöntem çerçevesinde yorumlanmıştır.
Kur’ân’da yeminin üç ana unsuru vardır. Bunlar Muksim (yemin eden), Muksem bihi (kendisiyle yemin edilen) ve Muksem aleyhi (kendisi üzerine yemin edilen)’dir. Yemin eden insansa, bu kişinin kendisinden emin olmadığı veya iddia ettiği şeyi ispatlama ihtiyacı duyduğu için yemine başvurduğu düşünülür. Kur’ân’da “De ki” emir kipinden sonra gelenleri istisna edilirse yeminlerin faili Allah’tır. Kur’ân’daki yeminlerin öznesinin Allah olması, ilgili ayetlerin anlaşılması hususunda farklı yorumlar yapılmasına neden olmuştur.
Yemin insan için düşünüldüğünde nakıslık ve bir olguyu ispatlama gereksinimi ihsas ettirdiğinden, bunun Allah için düşünülemeyeceği ifade edilmiş ve bunu izah için farklı yorumlara başvurulmuştur. Hz. Peygamber’in, mü’minlere Allah’tan başkası adına yemin etmeyi yasaklaması ve bunu şirkin bir türü olarak nitelemesinden hareketle de ters bir okuyuşla Allah’ın üzerine yemin ettiği herşey kutsaldır anlayışı doğmuştur. Kur’ân üslubunu dikkate almamaktan kaynaklanan bu yaklaşım nedeniyle yeminler konusunun odak noktasını, üzerine yemin edilen (muksem aleyhi) olgulardan ziyade yemin eden (muksim) Allah ve kendisiyle yemin edilen (muksem bihi) oluşturmuştur. Buradaki temel yanılgı, insan ile Allah’ın yemin etmesini kıyaslamak ve aşırı tenzihçi anlayışın etkisiyle Kur’ân’da yeri olmayan sorulara kapı aralamaktır.
Ferâhî, Kur’ân’da yeminler konusundaki temel şüpheleri gidermek için kaleme aldığı kitabının başında, İbnu’l Kayyım’ın yeminler hakkında yazdığı Tibyân’ı ile Razi tefsirinin ilgili bölümleri dışında konuya değinen çalışmaya rastlamadığını ifade eder. İkinci bölümde Ferâhî, yeminler hakkındaki üç şüpheyi zikreder.
Bunların birincisi: Yemin etmek Allah’ın yüceliği ve büyüklüğüyle bağdaşmaz. Zira yemin eden kişi sözünü ispatlama gereksinimi duyar. Bunun yanısıra yeminin yerilen bir yönü de vardır. Kalem suresinin 10. ayetinde “durmadan yemin ederek yalanlarını örtmeye çalışan kişi”ye itaat edilmemesi salık verilir. Bu nedenle yemin etmek Allah’a yaraşmaz.
İkincisi: Kur’ân’da yeminler tevhid, hesap günü ve nübüvvet gibi önemli konular hakkında kullanılır. Bu türden önemli konularda yemin edilmesi ise inanmak için delil isteyen inkarcı için de bu olgulara iman eden mü’min için de faydasızdır.
Üçüncüsü: Kendisiyle yemin edilen (muksem bihi) olgunun kutsal ve yüce olması gerekir. Zira Hz. Peygamber: “Sizden her kim yemin edecekse bunu ya Allah adına yapsın ya da sussun!” buyurmuş ve Allah’ın dışında bir varlık adına yemin etmekten nehyetmiştir. O halde yüce Allah nasıl olur da incir ve zeytin gibi yaratılmış şeyler üzerine yemin eder? Eğer etmişse bu varlıkların tazim edildiği anlaşılır.
“İmam Razi ve şüphelere cevap vermede izlediği yol” başlığını taşıyan üçüncü bölümde, Razi’nin Saffat suresi tefsirinde Allah’ın tevhid, kıyamet ve diriliş gibi olgularla ilgili yemin etmesinin te’kit anlamına geldiği yorumuna yer verilir. Razi, yeminin birşeyi ispat ve te’kit için kullanılışının Arap dilinde bilindiğini ve Kur’ân’da da bu amaçla kullanıldığını savunur. Ferâhî, bu yaklaşımın Kur’ân’la çeliştiğini ifade ederek yeminin kullanıldığı ayetlerin ilk dönemde inen Mekki surelerde bulunduğunu dolayısıyla te’kit anlamına gelmesinin tutarlı olmadığını söyler.
Razi’nin Saffat suresinin 5. ayetini açıklarken yeminin tenbihte bulunma, dikkati çekme anlamında kullanıldığı yorumunu aktaran Ferâhî, bu yaklaşımın birinciden farksız olduğunu ifade ederek itiraz eder. Zira Razi’nin bu ve bir önceki yorumu, çeşitli suretlerde kullanılan yeminlerin gayesini ve hikmetini açıklamakta yetersizdir. Ferâhî bu bölümde Razi’ye ait örneklere yer vererek, kendisinin tefsirinde kapalı da olsa yer yer kendisiyle yemin edilen (muksem bihi) ile kendisi üzerine yemin edilenin (muksem aleyhi) delillendirilmek istendiğine işaret ettiğini, ancak bu yaklaşımı sadece Zariyat suresinin tefsirinde kullandığını söyler. Razi yeminlerin açıklanmasında daha çok iki yol benimser. Bunlardan birincisi söz konusu şüpheleri bertaraf etmek için mümkün mertebe yeminin varlığını inkar etmek, ikincisi ise yeminin ayette bahsi geçen olguyu te’kit anlamına geldiğini vurgulamak ve kendisiyle yemin edilenin (muksem bihi) değerine dikkatin çekildiğinin ifade edilmesidir.
Razi’nin yaklaşımını yeminleri açıklamakta yetersiz bulan Ferâhî, dördüncü bölümü İbnu’l Kayyım el-Cevziyye’nin ilgili şüpheleri bertaraf etmek için Kur’ân’daki yeminler konusunda kullandığı yaklaşıma ayırır. İbn’ul Kayyım’ın Tibyân fi Aksâmi’l-Kur’ân isimli eserinde yeminin kullanılma hikmetini araştırdığını ve konu hakkındaki soru işaretlerine cevap verdiğini belirten Ferâhî, zaman zaman kendisi açısından tutarlı sayılabilecek yorumlara yer verildiği, ancak bu metodun tüm yemin ayetlerinde uygulanmadığı değerlendirmesinde bulunur.
İbnu’l-Kayyım’ın da tıpkı Razi gibi yanlış yol izlediğini söyleyen Ferâhî, müellifin yeminleri daha çok Allah’ın zatı, sıfatları ve yeryüzündeki ayetleriyle ilişkilendirdiğini ifade eder. Zira İbnu’l-Kayyım’a göre Allah’ın yaratılmış bir olguya yemin etmesi, ilgili varlığın Allah’ın büyük ayetlerinden olduğuna delildir. İmam Razi’nin birbirinden farklı ve çelişkili yaklaşımlarına nazaran İbn’ul Kayyım’ın kendi içinde daha tutarlı bir metot izlediğini söyleyen Ferâhî, İbnu’l-Kayyım’ın yeminler konusunda iki kabule dayandığını belirtir. Bunlardan birincisi Allah’ın Kur’ân’da zatı, sıfatları ve ayetlerine yemin ettiği; ikincisi ise tüm yeminlerin kendisi üzerine yemin edilene (muksem aleyhi) işaret eden deliller olduğu yönündedir. İbnu’l-Kayyım’ın yeminleri açıklamakta yetersiz olmakla birlikte Razi’ye göre daha tutarlı ve doğruya yakın bir yol izlediğini belirten Ferâhî, iki müellifin de söz konusu şüphelere cevap verme ve yemin olgusunu açıklamada nakıs olduğunu savunmaktadır.
Ferâhî, Razi ve İbnu’l-Kayyım’ın görüşlerine yer verdikten sonra kısaca kendi yöntemine değineceği beşinci bölüme geçer. Müellife göre geçmiş alimlerden verilen örneklere bakılırsa yemin konusunda en iyi denilebilecek yorum; bu ifadelerin birtakım deliller ve işaretler olduğudur. “Yeminin, kendisiyle yemin edileni (muksem bihi) tazim mânâsını barındırması gerekir” yanılgısı kendilerini içinden çıkamadıkları dar boğaza sürüklemiştir. Yeminler konusunun doğru anlaşılmasının önündeki engel ve şüphelerin kökeni de bu anlayıştır.
Ferâhî bu bölümde kitabın ilerleyen bölümlerinde değineceği konuların taslağını sunar. Öncelikle yeminin tazim ve yüceltmeyle ilişkili olmadığının ispatı gerekir. Zira yeminde tazim mânâsı ancak bazı çeşitlerinde dolaylı olarak anlaşılabilir. İkinci olarak yaratılmış olgularla yemin edilmesinin sadece bazı hakikatlere işaret eden deliller olduğunu açıklayacağını belirtir. Zira Kur’ân’daki yeminle, tazim için kullanılan yemin arasında fark vardır. İbnu’l-Kayyım’ın dediği gibi de Kur’ân’daki yeminlerde Allah’ın sıfatlarına değinilmemektedir. Üçüncü ve son olarak da övülen yemin ile yerilen yemin arasındaki farkı açıklamak icab eder. Öyle ki yeminin mutlak anlamda nehyedildiği iddiasının yanlış olduğu anlaşılsın. Çalışmasının bu üç konu çerçevesinde şekillendiğini belirten Ferâhî, bunun için farklı başlıklarda izaha ve tafsilata gereksenim duyduğunu ifade eder.
Kitabın sonraki bölümlerinde yeminin asıl mânâsıyla tazim mânâsı içermeyen ikram, takdis ve istidlal mânâsında kullanılışına değineceğini söyleyen müellif, bunun yanısıra yemin ayetlerinin anlaşılması için bizzat Kur’ân’dan deliller ortaya koyacağını belirtir. Kur’ân’daki yeminleri yanlış anlamaya iten saikleri açıklayarak kendinden önce yaşamış büyük alimlerin bu konudaki yanılgı nedenlerine işaret edeceğini ifade eden Ferâhî, aynı zamanda Kur’ân’daki yeminlerin belagat vecihlerinden örnekler sunacağını söyler. Müellif, yeminin nehyedilen, mübah ve güzel görüldüğü çeşitlerine değineceği sonraki bölümlerde İncil’de Hz. İsa’nın öğrencilerini yemin etmekten nehyeden sözünün doğru teviline de yer verecektir. Kitapta ayrıca Kur’ân’da zikredilen “kasem” ve yemin mânâsında kullanılan ve bazıları nehyedilen yemini ifade eden diğer kelimelerin karşılaştırması yapılır.
Kur’ân’daki kasemlerin nasıl anlaşılması gerektiğini Ferâhî şöyle açıklar: “Kur’ân üslubundan, O’nun bazı kelimeleri hem Allah hem de kullar hakkında kullandığı görülür. Allah’ın büyüklüğüne aykırı düşmemesi için bu kelimelerin değişik vecihleri arasından seçim yapılarak uygun olan anlamlar O’nun adına kullanılmıştır. Örneğin “salat” kelimesi, kul hakkında kullanıldığında dua anlamına gelirken, Allah hakkında rahmet mânâsına gelir. “Şükür” kelimesi de, kul için nimetin itirafı, Allah için ise kulundan iyiliklerin kabulü anlamına gelir. Tevbe, mekr, keyd ve hasret gibi Kur’ân kelimeleri Allah hakkında kullanıldığında, O’nun zatına uygun olmayan yönleri terk edilir, en güzelleri alınır. Kur’ân’da da yeminlerin Allah’ın şanına yaraşır vecihleri kullanılmıştır.
Konunun doğru anlaşılmasının önündeki en büyük engel, Allah’ın yeminlerinin kulların yeminleri düzeyine indirgenmesidir. Ferâhî’nin yaptığı açıklamalardan Kur’ân’daki yeminlerin tazim ve yüceltme anlamı yerine kendisi üzerine yemin edilen (muksem aleyhi) hakkında istidlalde bulunmak maksadıyla kullanıldığı anlaşılmaktadır. İnsan için bir anlamda noksanlık ifade eden yeminin Allah’ın büyüklüğüne yaraşmayacağı, bu nedenle yemin ayetlerinin te’vil edilmesi gerektiği anlayışıyla, söz konusu ayetlerde kendisiyle yemin edilenin (muksem bihi) tazim edildiği önkabulü konunun doğru anlaşılmasına engel olmuştur.
Ubeydullah el-Ferâhî, özellikle İslâm öncesi Arap edebiyatından örnekler vererek, Kur’ân’daki yeminlerle insanların gündelik hayatlarında kullandıkları arasındaki farkları ortaya koyan müellifin yeminleri dört farklı kategoride ele aldığını söyler. Bunlardan birincisi: Yeminin, kendisiyle yemin edilen (muksem bihi) olgudan mücerred (yalın) kullanılmasıdır. Zira her yemin muksem bihi’ye ihtiyaç duymaz. Bu tür yeminlerde gaye bir sözün te’kidi veya yemin sahibinin kararlılığını vurgulamasıdır.
İkincisi: Eğer yemin kendisiyle yemin edilenle (muksem bihi) kullanılmışsa burada maksat işhad (şahid gösterme)’dır. Dînî içerikli yeminlerde de böyledir. Bu tür yeminlerde tazim mânâsının olduğu muksem bihi’den hareketle ortaya atılmış bir yanılgıdır. Zira yeminin aslında tazim mânâsı yoktur.
Üçüncüsü: Yeminin sadece istidlalde bulunmak maksadıyla kullanılmasıdır.
Dördüncü: Kur’ân’daki yeminlerdir. Bu yeminlerde kendisi üzerine yemin edilen (muksem aleyhi) olgulara yönelik istidlal (delillendirme) ve istişhad (şahid getirme) mânâsı vardır.
Kur’ân’da kendisiyle yemin edilen (muksem bihi) farklı varlık kategorilerini zikretmekten maksat söz konusu olguları takdis ve tazim etmek değildir. Burada gaye söz konusu varlıkların “gerçekliğini” muhatapların zihninde itiraz edilemeyecek şekilde canlandırmaktır. Tabiri caizse muhataplara nasıl güneş, yıldızlar, zaman, koşan atlar, Doğular ve Batılar gibi kendisiyle yemin edilen (muksem bihi) varlıklar itirazı mümkün olmayacak şekilde gerçek iseler, kendisi üzerine yemin edilen (muksem aleyhi) tevhid, nübüvvet, hesap ve vahiy de inkârı mümkün olmayan birer gerçektir denilmektedir. Bunun tek istisnası Allah ve şiarları üzerine yemin edilmesidir. Zira Allah üzerine yemin edildiğinde bu tazim mânâsı da içerir.
Kur’ân’da yeminlerin odağını, kendisi üzerine yemin edilen (muksem aleyhi) tevhid inancı, Kur’ân’ın Allah katından indirilen vahiy olduğu, Hz. Muhammed’in hak peygamber olduğu, kıyamet, hesap, cennet, cehennemin gerçek olduğu ve salih amel işlemeyen insanın hüsranı gibi konular oluştururken, tefsirlerde daha çok kendisiyle yemin edilen (muksem bihi) olguların açıklanmasına teşriki mesai harcanmıştır.
Örnek vermek gerekirse; Türkçe’ye “akıp giden zaman” olarak da çevrilen “Asr” kelimesi derinlemesine irdelenmiş ancak yeminle asıl vurgulanmak istenen, salih amelden yoksun, birbirlerine hakkaniyeti ve sabrı tavsiye etmeyenlerin hüsrana uğrayacağı mânâsı üzerinde o kadar durulmamıştır. Bu metot, kendisiyle yemin edilen (muksem bihi) olgular yanlış anlaşıldığında daha da trajik sonuçlar doğurmuştur.
Mesela Tîn suresinde incir anlamına gelen “Tîn” ve zeytin mânâsındaki “Zeytûn” kelimeleri üzerine yemin edilir. Sonrasında gelen “Tûr-i Sinîn” (Hz. Mûsâ’ya işaretle Sîna dağı) ve “Beledu’l-Emîn” (Hz. Peygamber’e işaretle Mekke) ifadelerinden de anlaşılacağı üzere bu iki kelime Araplar tarafından da bilinen vahiy geleneğini temsil eden iki farklı bölge ismidir.5
Tefsirlerde kendisiyle yemin edilen (muksem bihi) olguların tazim edildiği önkabulünden hareketle incir meyvesi ve gündelik hayatta sıklıkla tüketilen zeytinin faziletleri üzerinde o kadar durulmuştur ki, “ahsen-i takvim insanın esfele safilin olmaktan korunma yolları, salih amellere karşılık verilecek büyük mükafat, hesap gününü yalanlama yanılgısı ve Allah’ın, gerçekleşmesi kaçınılmaz o günde hakimler hakimi olacağı vurgusunu açıklamaya pek fırsat kalmamıştır. Bu durum, ayı gösteren parmağa takılıp kalarak ayı görmezden gelmeye benzetilebilecek bir metot yanlışıdır.
Hindistanlı âlim Hamîduddîn El-Ferâhî, Kur’ân’daki yeminlerin doğru anlaşılmasına yönelik yaklaşımını açıklamak için Kur’ân ayetleri, İslâm öncesi Arap edebiyatına ait şiir örnekleri ve ehl-i kitaba ait kutsal metinler gibi Arapça, İngilizce ve İbranice geniş bir kaynak kullanır. Çalışmanın 12 ve 13’üncü bölümlerini eski dönem Yunan edebiyatçıları Demosthenes ve Eupolis’un yemin hakkındaki görüşlerine ayıran müellif, İncil’de zikri geçen Hz. Îsa’nın öğrencilerine yönelik yemin yasağını da birkaç başlıkla ayrıntılı ele alır.
Müellife göre yeminler insanlığın kadim ve güncel gereksinimidir. Yeminin çeşitleri, ikram, takdis ve istidlal mânâlarında kullanışını örnekler vererek açıklayan Ferâhî’nin verdiği bilgilerden, Kur’ân’daki kullanılışına en yakın yemin çeşidinin istidlalde bulunmak maksadıyla kullanılanları olduğunu söyleyebiliriz. Özetle Ferâhî’nin İm’ân fi Aksâmi’l-Kur’ân adlı çalışması, önceki dönemde konu hakkında görüş serdedilen eserlere nispeten oldukça özgün açılımlar sunmaktadır. Müellifin Kur’ân’daki yeminler eseri ve “Nizâmu’l-Kur’ân Te’vili’l-Furkân bi’l-Furkân” isimli çalışmasındaki ilgili ayet tefsirleri incelendiğinde bu daha da açık görülecektir.
Rahmeti sonsuz, merhameti sınırsız Allah’ın adıyla!
Andolsun [Îsa’nın vahye mazhar olduğu] İncir dağına ve Zeytin dağına,
Andolsun [Mûsâ’nın vahye mazhar olduğu] Sina dağına,
Andolsun [Muhammed’in vahye mazhar olduğu] bu güvenli Mekke şehrine ki,
Biz [o kâfir] insanı en güzel şekilde yarattık.6
Sonra da onu [yaratılış amacına aykırı amelleri sebebiyle] aşağıların en aşağısına [cehenneme] attık.
Buna mukabil, iman edip imanlarına yaraşır güzellikte işler yapanlar için bitmez tükenmez bir mükâfat hazırladık.
[Ey kâfir insan!] Bütün bunlara rağmen ölümden sonra diriliş ve hesap günü gerçeğini asılsız saymanın mânâsı nedir?!
Seni hesaba çekip en âdil hükmü verecek olan Allah değil midir?! (Tîn suresi7 1-8)
1 Bu yazının hazırlanmasında Prof. Dr. M. Faik Yılmaz’ın İslami İlimler Dergisi’nin 2010’da yayımlanan 1. sayısında yer alan “Aksamu’l-Kur’an bağlamında ‘Allah nelere, niçin ve neden yemin eder?’ sorularını yeniden düşünmek” başlıklı makalesinden de istifade edilmiştir. Bkz. s. (133-149)
Hindistanlı Âlim Hamîduddîn el-Ferâhî (1863–1930) Müellif, yeminler üzerine yaptığı çalışma dahil Arapça yazdığı kitablarda kendisini Abdulhamid ismiyle tanıtmayı tercih etmiştir. Süleyman en-Nedvi’ye göre bunun nedeni, Hamîduddîn isminin Arapçada övgü içeren bir lakap olmasıdır. Müellif, tevazu gereği bu ismi kullanmayı tercih etmiştir. Ferâhî, Urduca, Arapça, Farsça, İngilizce ve İbranice bilmektedir.
2 Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Tefsir Bilim Dalı Doktora öğrencisi.
3 Türk dilinde kullanılan yeminler için bkz. Ferzeliyev, Tehmasib, “Türk Dilinde Dualar, Beddualar, Yeminler”, Yay. Haz. Cengiz Alyılmaz, Erzurum, Atatürk Üniversitesi, 1996.
4 Ferâhî, başta Kur’ân ilimleri ve tefsir olmak üzere, dil, belagat, kelam ve şiir konusunda pek çok eser kaleme almıştır. Bunların bazıları matbu, bazıları ise yazma eser olarak mevcuttur. Basılan eserlerinin bazıları şunlardır:
I-“Tefsiru Nizamı’l-Kur’ân ve Tevili’l-Furkân bi’l-Furkân”: Bu eserde Ferâhî’nin tefsir metodunu ve düşünce yapısını görmek mümkündür. O, rey ve dirayet yöntemini reddederek ayet ve sureler arasındaki rabıtayı (nazm/nizam) ortaya koymaya ve Kur’ân’ı Kur’ân’la tefsir etmeye çalışmıştır. Eserde yer alan Haşr, Şems, Tahrîm, Asr, Kafirûn ve Leheb sureleri aynı tarihte (Aligarh 1908), Fatiha, Zariyat, Kıyame, Mürselat, Abese, Tîn, Fîl, Kevser ve İhlas sureleri ise farklı tarihlerde basılmıştır. Fatihatu Tefsiri Nizami’l-Kur’ân adıyla müstakil yayımlanan bölümde (Azamgarh 1937) kendi tefsir metodunu açıklayan yazar, besmele ve Fatiha suresinin tefsirine de yer vermiştir. Bazı noksanlıklardan dolayı halen yayınlanmamış Bakara ve Âl-i İmran surelerinin dışındaki tefsir ettiği sureler öğrencisi Emin Ahsen el-Islahi tarafından Urduca’ya tercüme edilerek Mecmuai’t-Tefasiri Ferâhî adıyla neşredilmiştir.
II- Delailu’n-Nizam: Kur’ân-ı Kerim’in ayet ve sureler arasındaki irtibatını incelediği ve kendi metodunu anlattığı eseridir.
III- Esalibu’l-Kur’ân: Kur’ân’ın hitap, iltifat, hazf, icmal, tafsil, istifham, vasıl, fasıl, takdim-tehir gibi anlatım üslubunu anlattığı eseridir.
IV- et-Tekmil fi Usuli’t-Tevil: Tevil, tafsil ve tahrif kavramlarıyla, tevilde hataya düşme sebepleri, Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsîri ve tevilin esasları gibi konuları kapsayan çalışmasıdır. Bu son üç eser “Resailu’l-İmam el-Ferâhî fi ulumi’l-Kur’ân” adıyla yayınlanmıştır.
V- Müfredatu’l-Kur’ân Nazaratun Cedidetun fi Elfazın Kur’âniyyetin: Ferâhî’nin, ayet ve surelerin bir kısmını diğerleriyle açıklama metodundan hareketle lugatçılar ve müfessirlerden farklı anladığı bazı Kur’ân lafızlarını şerhettiği bir çalışma olup müellifin Arap diline hakimiyetinin bir delili olarak kabul edilir.
VI- Cemheratu’l-Belaga: Müellifin Kur’ân’dan, cahiliyye dönemi Arap şiiri ve edebiyatından faydalanarak belagat konusunda geliştirdiği düşünce ve nazariyelerinin yer aldığı eseridir.
VII- er-Ra’yu’s-Sahih fi men Huve’z-Zebih: Hz. İbrahim’in kurban etmeye teşebbüs ettiği oğlunun İshak değil İsmail olduğunu, Yahudi ve İslâm kaynaklarıyla mukayese ederek yazdığı eserdir.
VIII- İm’an fi Aksami’l-Kur’ân: Kur’ân’da geçen yeminleri kaleme alan yazar, Fahrettin er-Razi’nin (ö. 606/1209) tefsirindeki yeminlerle ilgili görüşlerini ve İbnu’l-Cevziyye’nin (ö.751/1350) yeminlerle ilgili “Aksamu’l-Kur’ân” adlı eserini karşılaştırarak yazdığı önemli bir eserdir.
IX- el-Kaid ila Uyuni’l-Akaid: İslâm akaidi ile ilgili eseridir. Uluhiyyet ve risalet konularını incelemiştir.
5 Bkz. Ferâhî, Tîn suresi tefsiri.
6 Birçok müfessire göre bu ayetteki el-insân kelimesi genel olarak insan cinsine delalet etmektedir. Ancak İbn Abbas, Atâ ve diğer bazı müfessirlere göre söz konusu kelime özelde Kelde b. Üseyd, Ebû Cehl b. Hişâm, Velid b. Muğîre, Utbe ve Şeybe gibi müşriklere, genelde ise kâfir/müşrik insan tipine delalet etmektedir (Bkz. İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr, IX. 171-172; Mâverdî, en-Nüket, VI. 301-302).
7 Mekke döneminde vahyedilmiştir. Nüzul sıralamasında 28. sure olduğu ve Burûc suresinden sonra, Kureyş suresinden önce indiği belirtilir. Toplam 8 ayettir. İsmini ilk ayette geçen ve lafzî/literal olarak “incir” anlamına gelen “tîn” kelimesinden almıştır. (Meal, Prof. Dr. Mustafa Öztürk’ten iktibas edilmiştir.)