Mehcerde Bir Hayat Ozanı Cibran Halil Cibran

Arap edebiyatının önemli ekollerinden biri olan Mehcer Edebiyatına değinmeden evvel mehcer kelimesini tanımlamakta fayda görüyorum. Mehcer; Arapça bir kelime olup hicret edilen yer manasına gelir. Bugün artık Türkçede sıklıkla duyduğumuz göç kelimesi ile eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Hicret (göç) ve muhacir (göç eden kimse) kelimeleri ile de aynı kökten gelir. Hicretin bildiğimiz üzere İslamiyet’te de yeri hayli büyük. Genellikle ilk olarak aklımıza İslam peygamberi Muhammed’in (as) Mekke’den Medine’ye göçü gelir. Ancak bildiğimiz üzere göç olgusu, insanlık tarihinin başlangıcından bu yana varlığını canlılıkla sürdürmüş, dünyada toplumların kültürel, sosyal, iktisadi, hukuki vb. birçok alanda ciddi dönüşümlerine sebep olmuştur. Mehcer edebiyatını oluşturan zihni ve psikolojik arka plan da tam olarak bu olguya yaslanmaktadır. Bu bağlamda mehcer edebiyatının köklerini Osmanlı’nın son dönemlerinde aramak gerekir. Osmanlı İmparatorluğu’nun hâkimiyetinde Birinci Dünya savaşı arifesinde Ortadoğu’da yaşanan ekonomik sıkıntılar, kültürel buhranlar ve mezhep çatışmaları (Marunî-Dürzi çatışması) gibi faktörlerin etkisiyle Doğu’dan Batı’ya ekseriyetini Suriye, Ürdün ve Filistinlilerin oluşturduğu büyük göç dalgaları yaşandı. Göçmenlerin ekseriyetini Lübnanlı Hristiyanlar oluşuyordu. (O yıllarda Lübnan,  Büyük Suriye yani Filistin, Lübnan ve Suriye üçlemesinin bir parçasıdır). İlerleyen yıllarda Kuzey ve Güney Amerika’ya artarak devam eden göçler neticesinde göçmenlerin zamanla gelişen ve normalleşen hayatlarında edebiyat ve sanata da yer açılmaya başlar. Muhacir edip ve şairler hem kendi kültürlerinden hem de Batı kültür ve düşünce dünyasından esinlenerek eserler kaleme almaya başlar. Mehcer edipleri şiire ve nesre yenilikler getirmiş, Doğu toplumlarının hürriyet hareketlerini aktif olarak desteklemiş, eserlerinde Batı toplumlarından kendi toplumları için faydalı buldukları tüm yenilikleri destekler mahiyette bir üslup ve yaklaşım sergilemişleridir. Telifleri ve düşünce dünyalarının uzlaştırıcı, kucaklayıcı yaklaşımı, klasik edebiyata getirdiği tenkitle modern Arap edebiyatına getirdikleri yeniliklerle Mehcer Edebiyatı, (Edebü’l Mehcer) Arapların Amerika kıtasında temsil ettikleri Arap edebiyatı olarak bir ekol halini almış ve Arap edebiyatında yerini bulmuştur. Göçmen Araplar 1900 yılından itibaren çeşitli dergiler kanalıyla teliflerini yayınlamaya başlamışlardır. Bunlardan en önemlileri; es-Sâ’ih, eş-Şark, el-Câliye ve el-Endelüsül-cedîde gibi dergilerdir. Mehcer ediplerinin en önemli faaliyetlerinden biri de Kuzey ve Güney Amerika’da çeşitli dernekler kurarak birçok edip ve şairi bir araya getirmeleridir. Brezilya’da kurulan Rivaku’l-Maarrî, Kuzey Amerika’da kurulan er-Râbıtatü’l Kalemiyye, yine Güney Amerika’da kurulanel-Usbetü’l Endelüsiyye gibi önemli dernekler edebi faaliyetlerin yanı sıra Arap toplumunun problemlerine de çözüm üretecek yayınlar ve çalışmalar ortaya koymuşlardır.[1] Mehcer edipleri kendilerini geçmiş Endülüs medeniyetinin kültürel mirası ile de özdeşleştiriyor, muvaşşah ve zecel tarzında eserler kaleme alıyorlarsa da bu durum sadece Güney mehcer edebiyatı için geçerlidir. Zira Kuzey mehcer edebiyatı edipleri klasik Arap edebiyatının vezin ve kafiye anlayışına karşı çıkıyor ve Arap şiirinde serbest vezni savunuyordu. Güney ve Kuzey Amerika mehcer edebiyatları arasında hem içerik hem de şekil bakımından farklılıklar vardır. Kuzey Amerika mehcer edebiyatında genelde İnsanî problemler, maddeden kurtarmaya çalıştıkları insan ruhu, Hristiyanlık, Batı romantizmi ve mistik eğilim ağırlıktaydı. New York neslinin divanlarında yoğun psikolojik tahliller yer alıyordu. Güney Amerika mehcer edebiyatı ise ulusal problemlerle ilgilenmekteydi.[2] Mehcer edipleri İslam dinine duydukları saygıyı her fırsatta dile getirmiş, özellikle Kuran’a büyük önem vermiş ve eserlerinde tasavvufta yer alan vahdet-i vücud düşüncesini destekler mahiyette yaklaşımlar da sergilemişlerdir. Zikredilmesi gereken birçok müellif olmakla birlikte Mehcer edebiyatında ön plana çıkan üç önemli isim vardır. Bunlar; Cibran Halil Cibran, Mihail Nuayme ve Emin er-Reyhanî’dir. Batı’da kazandığı şöhret ile Cibran Halil Cibran’ın eserleri sayesinde Mehcer edebiyatı zirvesini bulmuştur diyebiliriz.

CİBRAN HALİL CİBRAN’IN MEHCER EDEBİYATINDA YERİ

Eserleri ile bulduğu şöhret ile Cibran Halil Cibran mehcer edebiyatının en önemli temsilcisi olarak kabul edilmektedir. 1920’de New York’ta er-Râbıtatü’l Kalemiyye’yi kurmuş, felsefi ve edebi faaliyetlerini bu dernek etrafında toplanan müellifler ile birlikte sürdürmüştür. Onun mehcer edebiyatındaki yeri, şiire ve nesre getirdiği yenilik ile Arap diline bakışında kendini gösterir. Bu bağlamda Cibran, görüşlerini destekler mahiyette şiirler yazmış ve Arap diline bakışını yansıtan makaleler kaleme almıştır. Cibran’ın edebi yönünün güçlü olmasında ressam olmasının da etkisi hayli büyüktür. Sanat hayatına ressam olarak başlamışsa da Cibran şöhretini felsefi düşüncelerini ortaya koyduğu eserleri ile kazanmıştır. Yine o, Arap edebiyatında serbest şiirin ilk örneklerini vermiştir. Bilhassa şiirlerinin merkezine insanı koyarak Arap edebiyatında adeta bir devrim yaratmış, onun Batının tekniği ile Doğunun ruhunu birleştirmek isteyen yaklaşımı kendisinden beslendiği Amerikan edebiyat iklimi ile mutabık olmasına karşın Cibran’ın romantik eğilimleri içerisinde ele aldığı kahramanların toplum ile uzlaşı içinde olması geleneksel romantik kahramanlardan ayırıcı yöndedir. Bu edebi yaklaşım Cibran’ın hem dünya edebiyatında hem de Arap edebiyatındaki ayırıcı yerini göstermesi bakımından önemlidir.[3] Cibran’ın anavatanı Lübnan’da Arapçasını geliştirecek kadar kalamadığı için Arapça telifleri dilinin yetersizliği bakımından eleştirilmiştir. Onun dili daha çok konuşma diline yatkındır. Bu durum aslında Arap diline bakışını da yansıtmaktadır. Zaten içinde yer aldığı Kuzey mehcer ekolü gereği klasik Arap edebiyatının kuralcılığına karşıdır ve o fasih dil ile halkın konuştuğu Arapça arasında bir köprü kurulması gerektiğine inanmaktadır. [4] Arap diline yönelttiği tenkitler Doğu’da pek karşılık bulmamış zaten Cibran da olgunluk eserlerini İngilizce olarak kaleme almıştır.

Cibran’ın felsefî ve sanatsal birikiminin arka planını besleyen kişilere baktığımızda bunlar; Doğu’da İsa ve Muhammed peygamberler, Hz. Ali, Gazzalî, Ebu’l-Ala el-Maarrî, İbn Fariz ve İbn Sina’dır. Cibran’ın İncil, Kur’an, Nehcül Belağa ve Hz. Muhammed’in hadislerinin de yoğun etkisi altında olduğunu görmekteyiz. Öyle ki Cibran’ın ölümünden sonra Lübnan’da kendisi adına kurulan müzede onun not defterinde peygamberimizin hadislerinden iki yüz civarında bulunduğu kaydedilmektedir. Şüphesiz bu durum, Cibran’ın İslam’a saygısını göstermesi bakımından önemli olduğu gibi Hz. Ali ve diğer İslam müelliflerinin ortak noktalarına bakıldığında Cibran’ın felsefi yönünden daha çok onun mistik kişiliğini ele vermesi bakımından da önemlidir.[5] Diğer bir yönden Cibran’ın eserleri romantizm, santimantalizm ve özellikle sembolizm ağırlıklıdır. Özellikle William Blake, J.J Rousseau, Ernest Renan, Ralf Waldo Emerson, John Keats, Friedrich Nietzsche, Auguste Rodin,  gibi Batılı düşünür ve sanatçılardan etkilenmiştir. Cibran’ın eserlerinde işlediği temel konulara baktığımızda özellikle geleneklerin insanın benliğini körleştiren hukuk anlayışına ve bunun din üzerinden sunulmasına şiddetle karşı çıkmıştır. Zengin ve acımasız toprak sahipleri ile yöneticilerini, kilise ve din adamlarını eleştirmiş hatta bu yüzden Marunî kilisesi tarafından aforoz edilmiştir. Eserlerinde yoğunluklu olarak insan, kadın hakları, aşk, sevgi, ölüm, hayat, reenkarnasyon, ilahi sevgi, inanç, adalet, hukuk, gibi konular ön plandadır.

Eserleri; Müzik, Vadinin Perileri, Asi Ruhlar, Kırık Kanatlar, Bir Gözyaşı ve Bir Tebessüm, el Mevâkib (Kafileler), Fırtınalar, Aforizmalar, Yeryüzü Tanrıları, Peygamber, İnsanoğlu İsa, Ermiş, Ermişin bahçesi, Gezgin, Gavur Halil ve Deli.

Teliflerinin yanı sıra şiirleri ve iki bine yakın Arapça ve İngilizce mektubu bulunur. Mektup türünde eserlerine en iyi örnek May Ziyade ve Mary Haskell ile mektuplaşmalarıdır. Birçok resim ve illüstrasyon çalışması da bulunmaktadır. Bunlar, Lübnan’da Cibran müzesinde muhafaza edilmektedir.

CİBRAN HALİL CİBRAN’IN HAYATI

Cibran Halil Cibran, 6 Ocak 1883 yılında Lübnan’ın dağlık bir bölgesi olan Bişerri’de Marunî mezhebine bağlı bir ailede dünyaya geldi. Babası Halil, ticaret ile uğraşan içki müptelası biriydi. Annesi Kamile bir Marunî papazının kızıydı.[6] Peter adında bir üvey ağabeyi, Mariana ve Sultana adında iki kız kardeşi vardı. Cibran’ın babasının ticarette yaptığı usulsüzlükler nedeni ile ailenin tüm mallarına devlet tarafından el konulduktan sonra anne Kamile, aile reisini Lübnan’da bırakarak çocukları ile Amerika’ya Boston’a göç eder. Halil Cibran, bu sıralarda on iki yaşlarındadır. İlk eğitimini Lübnan’da bir papazdan almış, Arapça İncil’i okumuş, ondan Süryanice ve Hıristiyanlığın temel bilgilerini öğrenmiştir. Daha Lübnan’da iken resme olan yeteneği öğretmenleri tarafından fark edilmiş, Amerika’ya göç ettikten sonra da burada İngilizce ve resim eğitimine yönelmiş, Boston’da öğretmenleri aracılığı ile fotoğraf sanatçısı Fred Holland Day ile tanıştırılmıştır. Yaşamının ilerleyen yıllarında Day, Cibran’ın sanat çevrelerinde tanınması için önemli rol oynayacaktır.[7] Cibran on beş yaşında Lübnan’a dönerek el-Hikme okulunda dört yıl Arapça eğitimi aldı. Cibran ile Paris anılarını kitaplaştıran ünlü ressam ve heykeltıraş Yusuf el Huveyyik ile dostlukları da burada başlamış daha sonra ikili, gençlik yıllarında Paris’te tekrar bir araya gelerek birçok sanatsal faaliyette bulunmuşlardır. Cibran okulundan kendi ilgi ve ihtiyaçlarına yönelik münferit bir müfredat talep ederek Arap edebiyatı üzerine çalışmıştır. Arapça İncil’den hayli etkilenmiş ve onu incelemiştir. Asi ve bireyci bir doğaya sahip Cibran hakkında bir öğretmeninin yorumu şöyledir; sevgi dolu ama kontrollü bir kalp, kabına sığamayan bir ruh, asi bir zihin ve gördüğü her şeyle dalga geçebilen bir göz”… Okulunun katı disiplininden sıkılan Cibran, Yusuf el-Huveyyik ile el-Manara(Fener) adında bir dergi çıkarır ve diğer taraftan da çizimlerine devam eder.[8] Dört yıllık Arapça eğitimi esnasında annesi kanser hastalığına yakalanır. Kız kardeşi Sultana’nın da ağır hasta olduğunu öğrenince Lübnan’dan ayrılıp Boston’a geri döner. Döndüğünde önce kız kardeşi Sultana ve daha sonraki yılda üvey ağabeyi Peter vefat ederler. Ve kaderin bir cilvesi olarak ilerleyen birkaç ay içerisinde de annesini kaybedecektir. Ailesini kaybettikten sonra Cibran dükkânı satıp kendini Arapça ve İngilizce yazımda geliştirmeye adadı. İlk resim sergisini 21 yaşında 1904’te açan Cibran, sanat çevrelerinden oldukça yüksek bir beğeni toplar. Hiç evlenmemiş olmasına rağmen onun sanat zirvelerinde adım adım tırmanmasına vesile olan ve onu maddi-manevi destekleyen kadınlar, Cibran’ın hayatında önemli yer tutar. Bu kadınların onun kişiliği ve sanatı üzerinde etkisi büyüktür. Aynı yılda bu resim sergisi vesilesi ile Cibran’ın hayatında ölümüne kadar çok etkili olacak bir kız okulunun müdürü olan Mary Haskell ile tanışır. Mary, Cibran’ın ölümüne kadar -hatta ölümünden sonra dahi- felsefi ve sanatsal tüm faaliyetlerinde onun yanında olacak, onun İngilizce yazılarını edite edecektir. Cibran, Mary ile evlenmek ister ancak Cibran’ın kendisinden on yaş küçük olmasından dolayı Mary evlenmeyi kabul etmez. Ölümüne değin ilişkileri dostluk çerçevesinde devam eder. Cibran hiç görmediği ama uzun yıllar kendisi ile mektuplaştığı Lübnan asıllı Mısırlı yazar May Ziyade ile on iki yıl, Mary Haskell ile de tam on yedi yıl mektuplaşmıştır.[9] Henrietta Brekenridge de Cibran’ın eserleri ile tanınan biri olduğu zamanlarda onun yanında bulunan, yazılarını edite eden ve çalışmalarını düzenleyen kadınlardan biri olmuştur.

Cibran, 1908’de 25 yaşında Mary Haskell’in maddi desteği ile Fransa’ya sanat eğitimi almaya gider. Yıllar önce Lübnan’da beraber Arapça eğitimi aldığı Yusuf el Huveyyik ile burada tekrar bir araya gelirler. Fransa’da beraber geçirdikleri iki yıl, müzelere yaptıkları geziler, felsefî tartışmaları ve resim eğitimi noktasında Cibran için muazzam verimli yıllardır. Yusuf onun mizacına dair şunları söyler; Cibran, Amerikan toplumunun tarzını; baş başa sakince konuşmayı severdi. Seine kıyısında ya da Paris’in sokaklarında gezmek hoşuna giderdi. Bu konuda tıpkı dostu Balzac gibiydi. Ayrıca Cibran uykusuz kalmayı da sevmezdi. Ne gece, ne de başka vakitlerde. Bünyesi zayıftı. Erkenden uyumayı, düşünceye dalmayı ve yazmayı severdi.[10] Cibran hayatının bu devresinde farklı bir psikolojik sürecin etkisi altındaydı. Ben buna Fransiskencilik (Fransisken; sadelik, sevinç ve yoksullara olan sevgisiyle ünlü İtalyan ruhanî kişilik) diyordum. Bütün derdi toplumu düzeltmek, zayıfı korumak, katışıksız insanlık, anlayışlılık ve alicenaplık… Cibran konuşmasını her zaman; “paranın gözü çıksın nasıl da kişi ile hedefleri arasında pusuya yatıyor sözü ile bitirirdi”.[11]

Yusuf ile bulundukları her ortamda ve yaptıkları uzun yürüyüşlerde toplumsal meselelere değinmekte, entelektüel içerikli sohbetler etmektedirler. Bazen bir kavramı ele almakta veya herhangi bir konu hakkında görüş beyan ederken meseleyi antik yunan tanrıları ve kadim inanç geleneklerine bağlayarak espriler yapmaktadırlar. Yusuf ona Dante’den mısralar okurken Cibran mest olmaktadır. Her Pazar meşhur Louvre müzesini ziyaret ediyorlar, restoran ve kafelerde birçok sanatçı ve öğrenci ile bir araya gelerek sanata ve felsefeye dair önemli meseleler hakkında sohbet ederler. Kendisine niye bu kadar yazmak istediği sorulduğunda; “belki de bir içgüdü, Yusuf. İyi hatırlıyorum, daha çocukken “uhturuş’a başladığımda, evet, o zaman bile resimlerimi satıp kazanmayı düşlerdim. Yine, güzel bir öykü okuduğumda güçlü bir his beni öykü yazmaya iterdi. Şimdi de kitaplarımın bir gün bana para kazandıracağına inanıyorum. İnan bana, ben gerçek keyfi resim yaparken ve yazarken yaşıyorum demektedir.[12]

Öte yandan zamanla Cibran, Fransa’da da tıpkı Lübnan’da olduğu gibi akademinin resmi eğitimini katı bulacak ve ilerleyen zamanlarda akademiyi bırakıp yalnız çalışmaya başlayacaktır. Fransa’da geçirdiği bu verimli iki yılın ardından Cibran, önce Londra’ya ardından 1910 yılında temelli ikamet edeceği ABD’ye New York’a gitti. ABD’ye seyahati ve yerleşmesi hakkında Yusuf’a göre Cibran kâğıdını Amerika’da oynamak düşüncesinde, bunun için hazırlık yapıyor. Orada onun yeteneklerini takdir eden ve ona çok önem veren dostları var. Ayrıca Cibran, İngilizceyi tıpkı İngilizler kadar iyi biliyor. Bununla Amerika ortamında kolaylıkla hareket edebilir”[13]. Arkadaşı Yusuf’un da dediği gibi Cibran Amerika’ya yerleştikten sonra kendisini maddi ve manevi destekleyen birçok kişi vesilesiyle eserler verecek ve ilerde Mehcer edebiyatın önemli simalarından biri olacaktır.

1922’de Cibran psikolojik durumuna bağlı olarak bir kalp rahatsızlığı geçirir. Hastalığı ile ilgili şöyle der; “fakat benim en büyük acım bedensel değil. İçimde büyük bir şey var… Onu öteden beri biliyorum ama dışarı çıkaramıyorum: Bütün bu şeyleri yapan küçük birini oturup seyreden yüce sessiz bir benlik.”[14]

Cibran Batı’da şöhretinin zirvesinde iken alkole bağımlı hale gelir. Zamanla alkol Cibran’ı hasta eder. İlerleyen rahatsızlığına rağmen hastaneye yatmayı kabul etmez. Ölüm korkusunu May’e şöyle ifade eder; May ağzı kapalı küçük bir volkanım[15]

10 Nisan 1931’de 48 yaşındayken ilerlemiş tüberküloz yüzünden şuurunu yitirmiş bir şekilde ölür. Yaşamı boyunca Cibran’ın çalışmalarını edite eden kadınları, Cibran’ın ölümünden sonra da sahnede görmekteyiz. Onlar Cibran’ın ülkesinde tarihi bir manastıra (Sir Markis) defnedilmesini sağlayıp, Cibran’ın tüm sanatsal faaliyetlerini bir araya getirip Lübnan hükümetinin de desteğini alarak Cibran Halil Cibran müzesi kurulmasını sağlamışlardır. Ancak Cibran’ın kemikleri mezarından çalınmış şimdi kim bilir nerede sürgünlük hayatını devam ettirmektedir. Lahit ise çalınmaması için yere zincirlenmiştir. [16]

Mezarının üstünde ise şu sözler yazmaktadır; “ben de senin gibi diriyim şimdi yanında duruyorum kapa gözlerini ve etrafına bak beni önünde göreceksin”

HALİL CİBRAN’IN DİNİ İNANIŞININ DÜŞÜNCE DÜNYASI VE KİTAPLARINA YANSIMASI

Sanat, felsefe ve edebiyat penceresinden Cibran’ın hakkını teslim ettikten sonra penceremizi başka bir yönden, bir de kendi penceremizden açalım istiyorum. Bizler müslümanız ve Hıristiyan Marunî Cibran’ın eserlerine nasıl yaklaşmalıyız? Diye sormak istiyorum. Çünkü biliyorum ki kişi, okuduğu yazarın sahip olduğu düşünce dünyasından etkilenmekte, doğrusu kitaplar da düşünce, ideoloji ve inançların –yazar bu amacı gütmese de- yayılması için en önemli araçlardan olabilmektedir. Her yazarın eserinin alt yapısını oluşturan ve onu besleyen bir ideoloji yahut inanç dünyası vardır. Aslında bu durum insan söz konusu olduğunda kaçınılmazdır. Bunu göz ardı ederek yapılacak bir okuma yanlış bir okuma olacaktır. Çünkü böylesi bir okuma bütüncül bakmayı engellediği için sınırlı bilginin tahakkümüne gireriz ve hakikati ıskalamış oluruz. Dolayısı ile cüzî olan insan yorumunun içinde kalır, küllî olana ulaşamamış oluruz. Bu durum ise bize entelektüel bilgimizi beslemek dışında bir derinlik katmaz ve en önemlisi de bizi aydınlatmaz. Zira aydın olmak ve entelektüel olmak farklı şeylerdir. Müslümanın ise entelektüel olmak kadar belki ondan daha çok aydınlığa, münevver olmaya ihtiyacı vardır. Öte yandan okuduğumuz eserin bakış açısını doğru tahlil edip kendi inanç dünyamız ile mukayesesini yaparak muhakememizi geliştirir ve bugünümüze dair doğru çıkarımlarda da bulunabiliriz diye düşünüyorum. Bu kaide, her esere yaklaşım için elzemdir. Çünkü biliriz ki insanın ürettiği her şey bir yorumun ürünüdür. Söz gelimi Halil Cibran’ın eserlerinde genellikle sevgi, inanç, adalet, özgürlük, kadın hakları, toplum baskısı gibi konular işlendiğini yukarıda belirttik. Bir Hindu’nun bu kavramları ve sorunları ele alışı ile bir kapitalistin ele alışı ve yorumlayışı veya bir Müslümanın yorumlayışı elbette farklı olacaktır. Bütün bu yorumlarda belirleyici olacak olan temel faktör ise insanın içinde yetiştiği toplumsal değerler, içinde yaşadığı çağın hâkim dili, sosyal ilişki ağları, çeşitli cemaat ve yapılanmalara aidiyetlerdir.

Vahyi muhatap olan bizler onu doğru anlamakla mesulüz. Bunun için beslendiğimiz bilgi kanallarını kontrol etmeli, okuduğumuz eserin ve yazarın esiri olmadan doğru bilgiyi vahyin kılavuzluğunda değerlendirmeliyiz. Aksi takdirde yukarıda bahsettiğim sonuçlar insan için kaçınılmaz olacaktır. Vahye uymayan bilgi ve yorumu da gözden kaçırmadan teyakkuz halinde, bilinç ve şuur üzere okuma yapmak, sanılanın aksine bize muazzam bir esneklik katacağı gibi İslam’ı doğru anlamak noktasında da ayrı bir derinlik de katacaktır. Bu kısa tembihten sonra öncelikle filozofumuzun ve edibimizin Marunî kökenli bir Hıristiyan olduğunu unutmamak gerekir. Lübnan’dan Amerika’ya ekseriyetle Lübnanlı Hıristiyanların göçtüğünü, bunda Lübnan’daki misyonerlik faaliyetlerinin komşu ülkelere göre daha yoğun olduğunun etkili olduğunu biliyoruz. [17] Bundan dolayı bu Doğulu Hıristiyanların Amerika’da kurdukları yeni hayat ve ortaya koydukları sanatsal faaliyetler için Hıristiyan cemaat yapılanmalarından destek almışlardır gibi bir çıkarımda bulunmak yanlış olmayacaktır. Zira Cibran’ın New York’ta kurmuş olduğu er-Râbıtatü’l Kalemiyye nin amaçları, Hıristiyan cemaat ve yapılanmalarının misyonu ile birebir örtüşmektedir.[18] Ancak bununla birlikte Halil Cibran’ın Hıristiyanlığı kilise Hıristiyanlığından farklıdır. O, kilise Hıristiyanlığını şiddetle eleştirmekte ve Hıristiyan din adamlarına saldırmaktadır. Halil Cibran’ın daha çok gençlik dönemlerinde ele aldığı eserlerde bu yaklaşım hayli ön plandadır. Bu durumu en iyi onun Gavur Halil eserinde görmekteyiz. Buradaki Halil, kilisede barınan bir gençtir. Halil, başrahiplerin halkın Tanrı adına kiliseye yaptığı bağışlara haksızca el koyduğuna şahit olmaktadır. Bunun için rahipleri uyarır ancak onların aşağılamasına ve şiddetine maruz kalır. En sonunda manastırdan kovulur ve bir köye kaçar. Bu köyde zalim bir toprak ağası vardır. Köylüler onun kamçısı altında inlemektedirler. Bu arada köy ağası töreye uygun olarak üç kişinin ölümüne onlara kendini savunma hakkı vermeden hükmetmiştir. Bunlar; zina suçu ile kendisine iftira atılan bir kadın, aç olduğu için kiliseden yemek çalan bir yaşlı ve katil olduğu söylenen biridir.Bu üç kişi bu suçları aslında işlememişler, haklarında meselenin zahirine bakılarak hükmedilmiş olup töreye uygun olarak haksızca yargılanır ve infaz edilirler. Halil, köy halkını vaazları ile aydınlatmaya çalışır. Cibran burada felsefi düşüncelerini aktarır. Kitapta Halil’in köy halkına doğru inancın temelleri ile hayata, adalete, çalışmaya, hukuka, sevgiye, töreye ve kadına dair fikirleri ele alır. Tüm bu aforizma niteliğindeki söylemlerinde Cibran’ın mistik yönü oldukça baskındır. Onun vaazları toprak ağasının hoşuna gitmez ve onu rahatsız eder. Köylülerin bilinçlenmesinden çekinen toprak ağası Halil’i de öldürmek ister. Köy halkı Halil’in vaazlarına yüreklerinde karşılık verir ve onu kurtarır. Daha sonra köy halkı benliklerini kölelikten kurtardıkları gibi toprak ağasına karşı gelip onun kölesi olmaktan da kurtulurlar. Halil, isyanını şu sözlerle gerekçelendirir; “evet ben manastırdan kovuldum; çünkü ben mezarımı kendi elimle kazamadım. Çünkü kalbim, sürekli yalan ve ikiyüzlülükten yorulmuştu. Çünkü bedenim fakir ve yoksulların mallarıyla beslenmeyi reddetti. Çünkü ruhum zulme teslim olmuş halkın bağışlarıyla zevk-ü sefa içinde yaşamayı kabul etmedi”.[19] Cibran’ın bu kitabı, gençliği olumsuz etkilediği düşüncesi nedeniyle Beyrut’ta bir pazar yerinde yakılmış, Cibran da Marunî kilisesi tarafından aforoz edilmiştir.[20] Hıristiyan olmakla beraber Cibran’ın inanç dünyasının tam olarak ne olduğu da belli değildir. O, daha çok belki de kendisini, nefsinin rabbi görmektedir.[21] Bu belirsizlik onun herhangi bir otoriteyi benimsememesi ve kurallara bağlı kalmamasındandır. Zaten İnsanoğlu İsa adlı eserindeki İsa, İncil’deki İsa’dan farklıdır. Onun İsa’sı üstün insandır. Eserde Roma yönetimindeki İsa’nın takipçileri, İsa’dan nefret eden Ferisiler, onunla bir yerde karşılaşmış sıradan bir Roma vatandaşı, bir marangoz, bahtsız bir fahişe, bir filozof, bir mantıkçı, İsa’nın havarileri ve İncil’de yer alan birçok karakter konuşturulmuştur. Roma yönetimi altındaki Filistin’de herkesin bu üstün insan ile bir anısı vardır ve bu Cibran’ın diliyle hikâye edilir.[22] Cibran’ın kiliseye ve din adamlarına bakışı ile toptancı bir okumaya gidilmemesine çok dikkat edilmelidir. Çünkü Cibran’ın din adamlarına isyanı kendi kültür ve inanç dünyasının bir sonucu olup bizim toplumumuzun ve Müslümanların problemlerine tevdi edilemez. Zira İslam’da kilise gibi bir kurum yoktur. Cibran’ın eserlerinde kadın konusuna yaklaşımı da hayli dikkat çekicidir. Doğu toplumlarında kadının özgürlüğünü savunan özgürlükçü kimliğinin yanı sıra bana kalırsa bazı ifadelerinin ayağı yere basmamaktadır. Bunun en güzel örneğini Cibran’a Arap edebiyat dünyasında şöhret getiren ve May Ziyade ile mektuplaşmalarını başlatan Kırık Kanatlar eseridir. Hikâyede Selma Karami babasının isteği üzerine sevmediği biri ile zorla evlendirilir. Ancak babasının arkadaşının oğlu ile birbirini sevmektedirler. Selma’nın duyguları ve yaşadığı aşk Cibran’ın edebi dili ile okuyucuda lezzet uyandırsa da Selmaâşık olduğu genç ile bir başkası ile evli olmasına rağmen görüşür.Kanaatime göre kitapta yer alan bu detay, mistisizmin dozunu kaçırmak demektir. Bu ise sadece töreyi ve gelenekleri eleştirmenin ötesinde bir durumdur. Cibran bu durumu şöyle ifade eder: “Ne görenlerin gözlerinden korkuyorduk ne de vicdanımız bizi rahatsız ediyordu; ateşle saflaştırılan ve gözyaşlarıyla yıkanan ruh, insanların ayıp ve utanmazlık diye nitelendirdiğinden daha yüceydi; kölelik kanunlarından ve insan kalbinin sevgisine karşı gelen eski geleneklerden arınmıştı. Bu ruh, Tanrı’nın tahtı önünde, hiç utanmaksızın ve gururla durabilirdi.” [23]

Cibran’ın inanç dünyasına dair bir diğer önemli nokta da yaşamının ilerleyen yıllarında tanıştığı bir Hintli aydın vesilesi ile onun görüşlerinden etkilenip reenkarnasyona inanmaya başlamasıdır. Ona göre ruh bedenden ayrıldıktan sonra yolculuğuna devam ederek yeryüzünde varlığını kemale erdirmektedir. Üstelik bu görüşlerine Kur’an’dan da Bakara suresi 28.ayette olduğu gibi bazı ayetleri delil getirmektedir ki bu İslam’ın ahiret inancı ile tamamen uyumsuz bir karşılaştırmadır.[24] Cibran’ı böylesi bir çıkarıma sürükleyen, felsefi görüşlerini temellendirme gayretidir diyebiliriz. Halil Cibran’ın İslam’a bakışı; Kuran’a duyduğu saygı, peygamberin hadisinden not defterine yazdığı 200 kadar hadis ve görüşlerinden etkilendiği mutasavvıflar çerçevesindedir. Gazali’nin resminin İtalya Floransa’da on beşinci yüzyıldan kalma bir kilisede büyük mistik kişilerin tabloları arasında sergilendiğini görür ve hayret eder. Gazali’yi Batılıların Doğululardan daha iyi okuduğunu ve anladığını ifade eder. Bu yaklaşımı da keza Cibran’ın Gazali’yi çok yönlü Müslüman bir âlim olmasından daha çok onun mistik kişiliği ile ilgilendiğini gösterir. Ya da belki de Cibran’ın dediği gibi bizler Gazali’yi çok iyi tanımıyoruzdur. Yine o, İbn Sina’nın nefis hakkındaki şiirinin Shakespeare’in dizeleri ile çok benzer olduğunu ifade eder. İbn Fâriz’i ise rabbani bir şair olarak tanımlar. Ve şöyle der onun için;onun mutlak düşünce tapınağında bir kâhin, engin hayal devletinde bir prens, mutasavvıfların büyük ordusunda bir komutan olduğunu görürüz.[25] Tüm bunlardan anlaşıldığı üzere Cibran’ın İslam’a bakışı tasavvuf üzerinden sınırlı olup kendi inanç dünyasına uygun mistisizm ile beslenmektedir. Bu durum ise Cibran’ın eserlerini okurken gözden kaçırılmaması gereken bir husustur. Nitekim tasavvuf da İslam’ın bir yorumu olup İslam’ın bizatihi kendisi değildir. Bundan dolayı Cibran’ın mistisizminin zirve eseri Ermiş’e değinmekte de fayda görüyorum. Ermiş, Cibran’ın eserlerinde işlediği temel konularda aforizma niteliğinde eseridir. Batı’da hayli şöhret bulmuş İncil’den sonra en fazla okunan kitaplardan biri olduğu söylenir.[26] Cibran’ın Batı’da gerek Ermişle gerek İnsanoğlu İsa’sı ile Hıristiyan grup ve cemaatlerinden kazandığı takdir göz önüne alınınca onun Hıristiyan kimliği, din adamlarına yönelttiği ithamlarına ve saldırganlığına rağmen aslında eserlerinin alt yapısını çok güçlü beslemektedir de diyebiliriz.

Kur’an-ı Kerim’den ilham alarak kaleme aldığı İrem Kavmi adlı oyunu ise Fecr Suresi 6-8 ayetleri ve Hz Muhammed’in ümmetimden bazıları o şehre girerler” hadisi ile başlar ve İrem’in nasıl bina edildiğine değinen tarihi bir alıntıdan sonra hikâye kendini yoğun mistik diyaloglara bırakır. Aleviye adındaki genç ve olgun bir kadından yaşam, ölüm ve ruh gibi temel konularda vahdeti vücut ile özdeşleşen cümleler dinleriz. Buradaki Aleviye ismi de zannımca bir tesadüf değil Cibran’ın Hz. Ali’ye ve Nehcül Belağa’ya sempatisinden ileri gelmektedir. Hz Muhammed’den Hz. Ali’ye kadar Cibran’ın kendisinden etkilendiği kişilerin tek ortak noktası aslında onun hikmete ve evrenselliğe olan düşüncelerini mistik meyli ile temellendirmek istemesinden ileri gelmektedir.Bu detayı atlamadan yapılacak bir okuma ile lezzet alarak okuduğum bu hikâyeye aslında Kur’an’ın sadece ilham olduğunu belirtmek isterim.

Sonuç yerine “Ben ve Halil Cibran”

Halil Cibran’ı okuyan birinin onun aforizmalarının, güçlü edebi dilinin ve hatta fikirlerinin etkisinde kalmaması mümkün değil gibi. Çünkü üslup, fikirlere giydirilmiş bir elbisedir. Güçlü bir üslup ile güçsüz fikirleri canlandırabilir veya ona güç katabilirsiniz. Başlangıçta yaptığım tembihlere mukabil olarak belirtmeliyim ki iç dünyamızın dinamiklerinin ve mizacımızın da meylettiğimiz düşünürler ve eserleri üzerinde bir etkisi vardır. Onların, verdikleri eserlerle zihnimizi inşa etmeleri gibi bizler de aslında beğeni ve arayışlarımıza uygun zihniyette yazarlara ve eserlere yöneliriz. Böyle baktığımda Halil Cibran’ı ruhsal eğilimlerime yakın bulmaktayım. Tıpkı Gazali, İbn Sina, İbn Fâriz ve Hz. Ali’yi kendime yakın bulduğum gibi. Cibran’ın Müslüman âlimlere duyduğu bu ruhsal yakınlık aslında benim de Cibran’a yakınlık duyma sebebim. Ancak bir detay, yukarıda bulunduğum uyarılar muvacehesinde beni Cibran’ın bohem ve mistik havasından sıyırmakta ve beni onunla buluşturan mistik zaviyeden ayrıldığım noktaya çekmekte. İşte ben orada İslam peygamberini bulmakta, Cibran’ın sesinin ise kısıldığını duymaktayım. Düşüşlerim ve kalkışlarımla sabrederek bu hayat yolunu yürüyüşüm, vahyin benliliğimin tüm kokuşmuşluğuna meydan okuyuşu ve tazeliğini hissettirişi ile beni bugünde var kılışı ve onu hayatımda var kılma gayretim beni mehcerim olan bu dünyadan salih amellerde yarışarak kendisine kavuşacağım bir diyara doğru sürüklemekte… Bunu ise İslam peygamberinin kimliğinde, onu hayatın her yönü ile tanımakta buluyorum. Zihnimi besleyecek okumalara buradan bakmaya başladığım zaman Cibran’ın mistisizminin beni yorduğunu ve hayat karşısında tıpkı bir vadide yankılanan latif ama kısık bir ses hüviyetine büründüğünü görüyorum. Böylesi bir bakış ile Cibran’ın mistisizminin bir yerden sonra ayağının yere basmadığını görecek bunca değer yüklü cümlenin ayaklarını, Kuran’ın sayfaları arasında aramaya başlayacaksınız.

[1] Mehcer Ekolünde yer alan edip ve şairlerin telifleri, kurdukları dernekler hakkında detaylı bilgi için İslam Ansiklopedisinden Mehcer maddesine ve Ahmet Gemi, Mehcer Edebiyatı üzerine Bir Değerlendirme adlı makalesine de bakılabilir.

[2] DİA, Mehcer, s. 366.

[3] Modern Arap Edebiyatının Usta Kalemleri, Prof. Dr. Aida İmanquliyeva, Kitap Değerlendirmesi Serdar uslu.

[4] III. Uluslararası doğu dilleri ve edebiyatları sempozyumu bildirileri “Cibran Halil Cibran’ın ölümünün 80. yıldönümü münasebetiyle: doğu edebiyatlarında göç olgusu” İstanbul, 29-30 Kasım 2011 [Uluslararası Doğu Dilleri ve Edebiyatları Sempozyumu (2011 : İstanbul)]. / editörler Eyüp Sarıtaş, İbrahim Şaban, İstanbul : Akademi Titiz Yayınları

[5] İslam’ın Mehcer üzerindeki etkisi, Sultan Şimşek, s.2-5.

[6] DİA, Cibrân Halîl Cibrân, s. 259.

[7]Bir Gözyaşı ve Bir Tebessüm, çev. Ali Burak, s.13.

[8] A.g.e, s.15,16.

[9]May Ziyade ile mektuplaşmaları 1912’de 29 yaşında iken başlamıştı. May, kadın hakları ile yakından ilgileniyordu ve Kırık Kanatlar’daki Selma Karami’den çok etkilenmişti. İlerleyen yıllarda Mary’den sonra Cibran’ın editör rolünü üstelenecekti. Cibran ölene kadar onunla mektuplaştı. Birbirlerini hiç görmedikleri halde mektuplarından anlaşıldığı kadarıyla birbirlerine derin saygı duymaktadırlar. Bazıları bunun aşk olduğunu söyler. Cibran’ın vefatından sonra May derin psikolojik bir çöküntü yaşamıştır.(Bir Gözyaşı bir Tebessüm, çev. Ali Burak s.43.)

[10]Yusuf el-Huveyyik, Halil Cibran’la Anılarım, Kaknüs yayınları, s.28.

[11] A.g.e.

[12] A.g.e. s.50.

[13] A.g.e. s. 44.

[14] Bir Gözyaşı ve Bir Tebessüm, çev. Ali Burak, s. 40.

[15]A.g. s. 49.

[16] A.g.e s.51.

[17] İslam Ansiklopedisi, Mehcer, Hüseyin yazıcı, s. 365.

[18] Derneğin amaçları hakkında Hüseyin Yazıcı’nın DİA’daki Mehcer maddesine bakılabilir.

[19]Gavur Halil ve Deli, Halil Cibran, parşömen yayınları, s. 18.

[20] İslam Ansiklopedisi, Cibran Halil Cibran, Kenan Demirayak, s. 261.

[21]III. Uluslararası Doğu Dilleri ve Edebiyatları Sempozyumu Bildirileri, Sevim Özdemir.

[22]İnsanoğlu İsa bana kalırsa bir Hristiyan’ın İsa peygambere yaklaşımı noktasında güzel bir kitap, okumanızı tavsiye ederim.

[23]Kırık kanatlar, Halil Cibran, Kaknüs yayınları, s. 61.

[24]“Sizler cansız iken size O hayat verdiği halde Allah’ı nasıl inkâr edebiliyorsunuz? Sonra sizi öldürecek, sonra diriltecek, sonra Ona götürüleceksiniz”.(Bakara suresi 28)

[25]Kabuklar ve Özler, Halil Cibran, ağaç yayınları, s. 105.

[26]New York’a yerleştiği sıralarda uzlet dönemlerinde günlerini Friedrich Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt’ünü okuyarak geçirir. Bundan dolayı bazı eleştirmenler Ermiş’in kötü bir Böyle Buyurdu Zerdüşt kopyası olduğunu ima eder.

Bunları da sevebilirsiniz