Her an Allah’ın gözetiminde olduğunu unutan insan, kendine farklı gözetim mekanizmaları icat etmekte ve her geçen zaman diliminde bunlara yenilerini eklemekte. Günümüz insanının her yanını sarmış olan bu panoptik yapılar bazen zorakilik bazen de gönüllü davetler aracılığıyla kendine insan hayatında yer bulmakta. Şiddeti engellemek ve daha güvenli alanlar oluşturmak iddiasında bulunan gözetim toplumunun kendisi ne türden bir şiddet üretmekte? Varoluşsal Tehcir: Yeni Batı ve Dönüştürücü Şiddet isimli kitabın yazarı, Yer Değiller: Bir Üst Modernite Antropolojisine Giriş ve Aşırı İnsani Bir Virüs kitaplarının çevirmeni, aynı zamanda İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi’nde Dr. Öğretim Üyesi olan Ömer Kemal Buhari ile insanın düşünce evrelerinden yaşam pratiklerine, gözetim aygıtlarından süreç içerisinde geçirmiş olduğu değişime, şiddetin mahiyetinden düşünce dünyamız ve günlük hayatımızdaki yansımalarına, birçok mağduriyet ve zulmün yaşandığı Covid-19 salgın süreci ve uygulanan denetim politikalarına değin önemli ve hayati konuları gündeme getirdiğimiz röportajımızla sizleri baş başa bırakıyoruz.
İnsanın düşünme ve kültür/pratik üretme evreleri, biraz da modern süreç merkeze alınarak pre-modern, modern ve post-modern şeklinde tasnif ediliyor. İnsanlığın düşünce evrenini tarif etmek için yapılan bu tasnif açıklayıcı mıdır? Siz bu tasnifi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu yaygın tasnif sizin de belirttiğiniz gibi modern olanı merkeze almayı ve evrenselleştirmeyi dayatıyor. Hâlbuki “modern” kavramının muhtelif tanımları ve anlam çerçeveleri bir kenara, insanlık tarihinde çok küçük bir zaman dilimine işaret eden modern dönem zihin haritamızın merkezinde olacak kadar önemli ve merkezî değil. Aslında bu çok kritik bir nokta zira zihnimiz ve algımız bu tarz tasniflerle ve kategorilerle şekillendiriliyor. Varlığa, dayatılan modernist modele göre bakmıyorsanız “pre-modern” yani “ilkel/gelişmemiş” olarak etiketleniyorsunuz. “Ya bizdensiniz ya da teröristsiniz” demenin ve bu söylem üzerinden insanları dönüştürmenin biraz daha “zarif” ve yapısal bir yolu. Bu dayatmadan kurtulmak adına Enrique Dussel gibi dekolonyalistler, “transmodern” kategorisini öneriyorlar.
Dönemleri birbirinden ayıran radikal kopuşlar oluyor. Yukarıdaki şekilde yapılan tasnifte bir kopuş söz konusu mudur, nasıl? Bu süreçleri farklılıklar ve benzerlikler bakımından değerlendirir misiniz?
Öncelikle bu dönemlerin bütün insanlığı bağlayacak evrensel dönemler olmadığını, Batı tarih yazıcılığına ve Batı’ya özgü kategoriler olduğunu hatırlamamız gerekiyor. İslâm medeniyetinin serencamı çok farklı ve Batı için anlamlı olabilecek pre-modern, modern ve post-modern tasnifi İslâm düşüncesinde bir zemine oturmuyor. Batı’nın son 1500 yılda geçirdiği dönüşüm pre-modern dönemde hâkim olan Hıristiyanlıktan (en azından şeklen) kopuş, modern dönemde seküler akla sığınış ve post-modern dönemde onu da sorgulamaya başlayarak bir boşluğa düşüş olarak ele alınabilir. Bu üç dönemi karakterize eden üç düşünür temel alınacak olursa, Augustinus’un, Hegel’in ve Foucault’nun düşünceleri elbette birbirinden farklı zeminlere, nesnelere ve ufuklara sahiptir. Bununla beraber değişmeyen birtakım unsurlar da mevcuttur. Mesela ana akım Batılı tarih yazıcılığına göre insanlık modern dönemle birlikte büyüden, mitlerden, irrasyonellikten, dinî-metafizik inançlardan dokunulabilir-ampirik, rasyonel ve dolayısıyla seküler/dünyevi olana doğru yönelmiştir: Alman sosyolog Max Weber’in tarifiyle “büyübozum”. Ancak Aydınlanma’ya yönelik Frankfurt Okulu’ndan gelen temel bir itiraz, onun çok geçmeden kendi mitlerini oluşturduğu yönündedir. Aslında “logos” gibi “mitos” da insan hayatının önemli bir bileşenidir ve modern dönemden sonra da manzara pek değişmemiştir. Bu tarz tarihsel kompartımanlar, kanaatimce biraz da aldatıcı bir şekilde insan adlı varlığın zaman ötesi olan bazı özelliklerini ıskalıyor, önemsiz gösteriyor veya yok sayıyor. “Tarihin Sonu” tezindeki gibi, Batı’nın şu anda içinde bulunduğu durum, doğallaştırılmak, biricikleştirilmek ve evrenselleştirilmek isteniyor. Bu sebeple bu kompartımanları mutlaklaştırmamak gerekiyor. Sanırım buradaki esas sorun; Batı düşüncesinin insanı ele alırken, bu husustaki sabitelerden yoksun oluşuna bağlı olarak görece yüzeysel kalması.
Bir diğer konu, insanlığın düşünme biçimi ve yaşam formlarında yaşadığı paradigmal kırılmalar ‘tümüyle insanın yönettiği bir süreçtir’ denebilir mi?
Modern dönemin mitlerinden birisi de müstağni/otonom insan miti. Bu “özgür insan” miti insanın parçasal aklını merkeze alarak onun kimseye ihtiyacı olmadığı yönünde bir kanaat oluşturuyor. Diğer taraftan Jürgen Habermas gibi filozoflar bize aklın kendi kendisini tanımlamaktan dahi aciz olduğunu hatırlatıyor. “İnsanın tümüyle yönettiği herhangi bir süreç var mıdır?” sorusu üzerinde düşünmek anlamlı olacaktır kanaatindeyim. Akılla yönetilemeyen, planlanamayan, öngörülemeyen, hesaplanamayan unsurlar hayatta her daim mevcut. İnsan, modern Batı’nın zannettiği ve yücelttiği kadar güçlü ve bağımsız bir varlık olmaktan çok uzakta. Diğer taraftan insan hiçbir şeydir demek de mümkün değil. İnsanlar örneğin kanaatleri, algıyı, baskın paradigmayı yönlendirmek, şekillendirmek ve desteklemek adına faaliyetlerde bulunabilir ve belirli bir başarıya ulaşabilir. Cizvit papazı Teilhard de Chardin’in deyişiyle “Kâinattaki hiçbir şey yeterli sayıda olan ve organize gruplar hâlinde birlikte çalışan aydınlanmış zihinlerin kümülatif şevkine karşı direnemez.” Müslümanlar, dönemlerinin büyük güçleri olan Sasanileri ve Bizanslıları bu şekilde mağlup etmişler, İber yarımadasını yaklaşık 12.000 kişiyle fethetmişlerdi. Karl Popper, tarihî hadiseleri insanların planlarına ve eylemlerine bağlayan görüşleri “tarihe dair komplo teorisi” olarak yaftalayarak ve sosyal bilimlerin haricinde konumlandırarak bertaraf etmeyi önerirken, insanların planladıklarının hiçbir zaman başarıya ulaşmadığını söylüyor, naif bir yaklaşım sergiliyordu. Hâlbuki tarihe bakıldığında onun (başarılı veya başarısız) komplolarla dolu olduğunu görmek mümkün. İnsanlar olarak biraz balık hafızalıyız ama Lavon Affair’in, ABD’deki şarbon hadisesinin, Watergate’in, İtalya’daki P2 locasının, Volkswagen ve diğer otomobil firmalarının dizel motor komplolarının üzerinden çok da uzun bir süre geçmedi… Bunlar acaba ifşa olmadan önce kaç yıl boyunca yürürlükte kaldı? Tuskegee frengi deneyi tam 40 yıl boyunca devam ettirildi! Acaba yaşadığımız dünyada bunların dışında da henüz ifşa olmamış komplolar var mıdır? Tuskegee’yi tasarlayıp uygulayabilecek kadar acımasız olan bir akıl neden benzer faaliyetlerde bulunmasın? Özetle, bu konuda ne ifrat ne de tefrite kaçılmalı, insan iradesi ne Tanrılaştırılmalı ne de hiçleştirilmeli. Tarih, insan iradesinin etkili olduğu ama bu etkinin mutlak olmadığı bir alan.
Bu soruda üzerinde özellikle durmak istediğim konu: Jeremy Bentham’ın “Panoptikon” olarak adlandırdığı “Gözetim”. İlk olarak; Bentham’ın kullanmış olduğu “Panoptikon” ifadesi nedir ve ne anlam ifade etmektedir?
Faydacılığın kurucularından İngiliz filozof Jeremy Bentham hukuk reformu alanında çalışmalar yaparken cezaevlerini de daha etkili yapılar hâlinde tasarlamak istiyor ve “panoptikon” adını verdiği yapıyı geliştiriyor. Bu modele göre mahkûmlar gardiyanları göremiyor ama kendileri her an görülebilir mekânlarda yaşıyorlar. Tam olarak ne zaman gözetim altında bulunduklarını bilmedikleri için her an gözetim altında olduklarını varsayıyorlar. Bentham’ın Yunancada “her şeyi gören” anlamına gelen panoptes kelimesinden türetilmiş panoptikonu gerçek bir yapı ve muhtelif ülkelerde bu tasarıma uygun hapishaneler inşa ediliyor.
Yukarıda insanlığın düşünme biçimleri ve dönemlerinden bahsetmiştik, gözetim ve gözetim aygıtlarının bu dönemsel değişim içerisinde nerede konumlandığına dair neler söylemek istersiniz?
Varoluşsal Tehcir’de de değindiğimiz gibi Batı, 18. yüzyıldan itibaren fiziksel şiddet türlerinden görünmez şiddet türlerine yöneliyor çünkü bunların daha etkili olduğunu ve insanları yönetmek adına daha az emek gerektirdiğini keşfediyor. Gözetim, bu görünmez şiddet türlerinin tam kalbinde yer alıyor. Nasıl ki Bentham’ın tasarımında daha az gardiyanla daha etkili bir gözetim ve yönetim sistemi kurmak mümkünse toplumların da aynı şekilde yönetilebileceği anlaşılıyor. Foucault’nun işaret ettiği husus. Bu temayülün zirveye vardığı günümüzde ise “Pandora’nın kutusu” açılmış durumda. Gözetim mekanizmaları teknolojik imkânlar ile devasa boyutlara vardı. Bilgisayarlarımızdaki ve telefonlarımızdaki kameralardan göz bebeğimizin hareketlerinin tespit edilebileceğine ve bu hareketlerden psikolojimize, siyasi tutumlarımıza, tercihlerimize, sempati, antipati ve apatilerimize yönelik çıkarımlar yapılabileceğine dair bilimsel çalışmalar mevcut. İnsanların yürüyüş tarzlarından kimlikleri teşhis edilebiliyor. Bütün bunlar bu aygıtların başında duranlara devasa bir güç veriyor. Eğer onlar tarafından belirli bir ajanda belirlenirse, bu veriler (big data) kullanılarak insanlık rahatlıkla manipüle edilebilir. Artık eskiye nazaran çok daha az insanla çok daha büyük kitleleri yönetmek mümkün hâle geldi.
Özellikle Byung-Chul Han, “Psikopolitika” isimli kitabında gözetim aygıtlarının değiştiğini ve farklı bir hâl aldığını ifade etmekte. Bu konuda neler söylersiniz? Post-modern gözetim aygıtları mahiyet itibarı ile değişim göstermekte midir?
Chul Han’ın işaret ettiği husus gözetimin, tahakkümün ve sistemin diğer araçlarının artık psişemizde yer aldığıdır ve çok önemli bir tespittir. Önceki dönemlere bakıldığında, sömürgecilikte doğrudan fiziksel şiddet ve yeni sömürgecilikte ekonomik-siyasal şiddet göze çarpıyor. Ancak içinde yaşadığımız “yeni sömürgesellik” döneminde artık nefsimiz de tahakkümümüzün bir aracı hâline getirilmiş durumda. Sosyal medya hesaplarımızda tahakküm edilmemiz için gerekli olan makro ve mikro düzeydeki tüm bilgileri kendi elimizle veriyoruz. Paradoksal biçimde artık biz de kendi tahakkümümüzün bir parçası olduk. Chul Han’ın dediği gibi bu yeni gözetim sisteminde artık istihbarat örgütlerine ihtiyaç kalmadı. Sizce Facebook’un kuruluş tarihinin DARPA tarafından yönetilen LifeLog projesinin “bitiş” tarihiyle günü gününe aynı olması (4 Şubat 2004) bir tesadüf olarak değerlendirilebilir mi? Burada kendi nefsimizin arzularını dizginlememiz gerektiği hususu bir kez daha öne çıkıyor zira mevzubahis sosyal medya hesaplarımızı (örneğin Instagram’ı düşünün!) bize doldurtan yine kendi narsisizmimiz.
George Orwell’ın “Big Brother”ı günümüz iktidar aygıtlarında geçerliliğini korumakta mıdır? Değişme durumu söz konusu ise bu değişim kendini nasıl dışa vurmaktadır?
Orwell, II. Dünya Savaşı’nın akabinde, 1949 yılında yayınladığı kurgusunda geleceğe yönelik totaliter bir distopyayı işlemişti. Toplumun tamamını gözetim altında bulunduran, kendisinden habersiz nefes almanın dahi mümkün olmadığı bir sistem. İçinde yaşadığı dönemde piyasaya sürülen sistem ise “özgür dünya” söylemini içermekteydi. Daha çok Aldous Huxley’nin “pozitif şiddete” dayanan distopyası… Bu illüzyon aşağı yukarı 11 Eylül 2001’e kadar devam ettirildi. Bu tarihten sonra ise güvenlik gerekçesiyle insanların özgürlükleri birbiri ardına ellerinden alınmaya başlandı. İçinde bulunduğumuz yıllarda da Covid-19 süreciyle birlikte sağlığı koruma gerekçesiyle dünya toplumlarının elinden özgürlükleri alınmakta. Elektronik takip sistemleri, kısıtlamalar, henüz denenmemiş (veya denenmekte olan!) genetik aşılar, İsveç’te ve başka yerlerde binlerce insanın “gönüllü olarak” bedenlerine yerleştirdiği RFID çipleri, Starlink ve Neuralink projeleri… Şahsi kanaatim Orwell’in distopyasının adım adım inşa edilmekte olduğu yönünde. Teknoloji bu süreçte çok kritik bir yerde zira 1950’lerde mümkün olmayan gözetim mekanizmalarını inşa etmek günümüzde artık hiç de zor değil. Şaşırtıcı olan bu sonucun ortaya çıkması değil bu sonuca şaşıranların olması zira en büyük arzusu ve eskatolojik senaryoları insanlığa topyekûn tahakküm etmek olan bir oluşumun insanlığı götüreceği yer başka neresi olabilirdi ki?
Konumuzun ilişkili olduğu bir diğer husus ise gözetim aygıtlarının oluşturmuş olduğu şiddet meselesi. Fakat gözetim aygıtları ve şiddet ilişkisine geçmeden önce; şiddet en genel anlamıyla nedir?
Şiddet kavramı önceleri fiziksel şiddet gibi doğrudan şiddet çeşitleriyle sınırlandırılıyordu ancak 1970’lerden itibaren bu konuda semantik bir zenginleşme yaşandığı söylenebilir. Bu yıllardan sonra mefhuma artık daha derin, felsefi boyutlarıyla yaklaşılmaya başlandı. Yeni şiddet türleri uydurulmadı; insanların üzerinde uygulanmakta olan görünmez şiddet türleri açığa çıkarılmaya başlandı. Bir ülkeye atom bombası atmanın bir şiddet eylemi olduğu noktasında kimsenin bir itirazı olmayacaktır ama bir ülkeye ilaç ambargosu uygulayarak oradaki insanların yavaş yavaş ölmelerine sebep olmak söz konusu olduğunda uygulanan şiddet ilkindeki kadar görünür değildir. Fakat yine de şiddettir. İnsanların kutsal değerlerine hakaret etmek de (ifade özgürlüğünü istismar ederek) açıkça onlara varoluşsal boyutta şiddet uygulamaktır. Literatürdeki bazı tanımlara gelince; “yapısal şiddet” ve “kültürel şiddet” kavramlarının geliştiricisi Norveçli barış araştırmacısı Johan Galtung’un tanımıyla şiddet “insanların potansiyelleri ile realiteleri arasındaki farkın sebebidir”. Yine Amerikalı siyaset filozofu Robert Paul Wolff şiddeti “diğerlerinin iradesine veya arzusuna karşı, kararları etkilemek için başvurulan gayrimeşru veya yetkisiz kuvvet kullanımı” olarak tanımlamaktadır. Daha da genel bir tanıma göre şiddet “varlığın azaltılmasıdır”. Şiddetin çok çeşitli tezahürleri ve tanımları var ama onu “bir öznenin başka bir özneye, ona zarar vermek, onu araçsallaştırmak veya ona (kendi çıkarları doğrultusunda) dönüştürmek amacıyla uyguladığı ahlakdışı/gayrimeşru etki” olarak yaklaşmak bana makul görünüyor.
Peki, gözetim bir şiddet doğurmakta mıdır?
Bu soruya cevap verirken gözetimin ne amaçla yapıldığını hatırda tutmak gerekiyor. Örneğin siyasi otoriteler insanları neden gözetim altında tutarlar? Gözetimi meşru gösteren yorumlara göre suç işlenmesinin, toplum düzeninin bozulmasının önüne geçmek için. Madalyonun diğer yüzünde ise iktidar mefhumu var. Otoriteyi ellerinde bulunduranlar toplumların gözetilmesiyle elde edilen verilere dayanarak iktidarlarını pekiştirebilirler. İktidar sahiplerinin böylesi devasa bir gücü iktidarlarını muhafaza etmek adına kullanmayacaklarını varsaymak safdillik olacaktır. İktidar insanın en temel imtihanlarından birisi olarak insanın en son vazgeçtiği şeylerden biri. İşte şiddetin gözetim bağlamında ortaya çıktığı alan bu. Kişilerin rızaları dışında gözetlenmeleri, kişisel verilerinin depolanması ve bunların belirli amaçlar için kullanılması onlar üzerinde uygulanan bir şiddet anlamına geliyor çünkü toplanan bu verilerle iradelerine müdahale ediliyor, yönlendiriliyorlar.
Sosyal medya hakkında neler söylersiniz? Sergilenen bedenlerin yanında sergilenen düşünceler ve bunların gözetlenmesi… Sizce bu kadar şeffaf bir toplumla karşı karşıya olmak nasıl bir zihin dünyasını açığa çıkarmaktadır? Sosyal medya insanlara hesabı verilebilir bir hayatın imkânlarını mı sunmaktadır yoksa ahlâkî çöküş ve dezenformasyonu meşrulaştırmakta mıdır?
Sosyal medyanın beraberinde getirdiği şeffaflık kültürü gözetlenmek isteyen ve gözetlemek isteyen insanların sayısını çoğaltmaktadır. Psikoloji dilinde ifade edilecek olursa “teşhirciler” ve “röntgenciler”. Burada elbette ahlaki bir sorun doğuyor. İnsan, en temel haklarından birisi olan ve kendisini onurlu kılan mahremiyetini kendi eliyle, psikolojik tatmin adına yok ediyor, günlük hayatında diğer insanlarla paylaşmayacağı hayatının özel yönlerini sosyal medya hesaplarında milyonlarca insanla paylaşıyor. Aslında insanın bunu kendi rızasıyla yaptığını söylemek zor çünkü içinde yaşadığı kültür onu buna, psikolojik zaafları üzerinden itiyor. Şöhret hevesiyle hareket eden bir insanın bu hareketinde özgür iradesini ne kadar kullandığı hususu, insanın içindeki muhtelif benlik katmanlarıyla ilgili bir soru. Sorunuzun ikinci kısmına gelince… “Medya” Latince “medium” kelimesinin çoğulu, yani adı üstünde bir araç. İki ucu keskin bir bıçağa benziyor. Günümüzde dikkat edilirse Twitter, YouTube, Facebook, Google, Wikipedia, Reddit ve yeni medyaya yön veren diğer teknoloji devleri yoğun bir sansür mekanizması uyguluyor. Her biri kendisini “özgür bilgi platformu” olarak tanıtıyor, ifade özgürlüğünü savunduğunu iddia ediyor, diğer taraftan kullanıcıların hiçbir müdahalesinin olmadığı, karanlık bir “moderasyon” yapısıyla işlev görüyor. Sadece kurallara uymayanları ve düzeni bozanları değil, siyaseten istemedikleri görüşleri ve sahiplerini de bu şekilde tartışma platformlarının dışına atıyorlar. Yine ahlaki çöküş ve dezenformasyon unsurları bu kanallardan kendilerine rahatlıkla yol bulabilirken, bunları konu eden ve eleştiren görüşlerin sansüre maruz bırakıldığını gözlemliyoruz. Kendi siyasal anlatılarına uymayan görüşlerin yanına zan altında bırakıcı bir “bayrak” koyan Twitter, istismara uğrayan insan kaçakçılığı mağduru bir çocuğun uygunsuz resimlerini ve videolarını platformdan kaldırmayı, “kurallarının ihlal edilmediği” gerekçesiyle reddedebiliyor.[1] Yani sosyal medyanın belirli bir istikamette seferber edilmesi söz konusu ve bu, âdil rekabetten söz edilemeyecek, “hileli” bir düzenek.
Şiddetin görsellik kazandığı toplumlar ile şiddetin görünürlüğünü yitirdiği ve şiddet karşıtı söylemlerin dile getirildiği toplumlar açısından kıyaslama yapılacak olursa, çağdaş zamanlarda şiddetin ortadan kalktığını söyleyebilir miyiz?
Sorunuzun muhtelif veçheleri var. Öncelikle modernist düşünürlerin şiddete dair temel savlarından birisi modern dönemde şiddetin azaldığı yönünde. Onlar bunu söylerken şiddeti fiziksel şiddete indirgeyerek görüşlerini temellendiriyorlar. Bundan sonraki aşamada da “modern dönemde cinayetlerin azaldığı” argümanına başvuruyorlar. Ancak ilginçtir ki bunu ileri sürerken sadece Batı içi istatistikleri temel alıyorlar. 1990’lardan bu yana sadece Irak’ta ve Afganistan’da öldürülen insan sayısı 4 milyon civarında. Bu satırların yazıldığı günlerde Filistin şehirleri işgalci siyonist rejim tarafından bir kez daha dümdüz edildi, yüzlerce insan öldürüldü, yaralandı, evsiz, annesiz, babasız, evlatsız bırakıldı. Rakamlara göre yirminci yüzyılda organize şiddet sebebiyle yaşanan ölümler son beş bin yıldaki savaş sebepli ölümlerin %75’ini teşkil ediyor. Bu ölümlerin faillerinin çoğunluğu da yine soruda değindiğiniz “şiddet karşıtı söylemlerin dile getirildiği” toplumların mensupları. Yani gerçeklikle söylem birbirini desteklemiyor. Bunun da ötesinde şiddetin görünürlüğünü yitirmesi şiddetin yok olması anlamına gelmiyor. Fiziksel şiddet görünür bir şiddet türü çünkü kan akıtıyor. Ekonomik şiddette ise insanlar aç ve biilaç bırakılıyor ve yavaş bir ölüme terk ediliyor. ABD’de iş güç sahibi insanlar şirketlerinin aç gözlülüğü (neoliberal şiddet) yüzünden bir gecede tüm kariyerlerini ve mal varlıklarını kaybedebiliyor, sokakta yaşamaya başlayabiliyor. Bunlardan hangisi daha acımasız, daha çok şiddet içeriyor? Günümüzdeki şiddet karşıtı söylemlere gelince, elbette birçoğu samimi sesler. Ama içlerinde yaşadıkları dünyayı okuyamıyorlar. Mesela pasifist bir İskandinavyalı elinde “savaşa hayır!” pankartıyla sokağa çıktığında, dünyadaki refah pastasının aslında tek olduğunu, sahip olduğu müreffeh yaşantının bedelinin “yeryüzünün lanetlilerinin” içler acısı yaşantısı olduğunu unutuveriyor. Yapısal bir çözüm getirilmesine uğraşmayıp konuşmak kolaya kaçmak ve aslında, niyet belki iyi olsa da ikiyüzlülük teşkil ediyor…
İçinde yaşadığımız dönemde “şiddet” kavramı kendini çok farklı bağlamlarda ifşa etmektedir. Fiziksel şiddet, psikolojik şiddet, epistemik şiddet vs. Sizce şiddetin en çok dikkat edilmesi gereken veçhesi hangisidir?
Şiddet, Rus edebiyatçı Alexander Soljenitsin’in de ifade ettiği üzere bâtılla iç içedir. Bâtıl şiddete, şiddet bâtıla ihtiyaç duyar. Kanaatimce şiddetin en çok üzerinde durulması gereken yönü burasıdır zira şiddeti azaltmanın yolu önce bâtılın bâtıl olduğunu tespit etmekten geçer. Günümüzde insanlık olarak küresel çapta bir kafa karışıklığı yaşıyoruz. Bunun da en büyük müsebbibi iktidar aygıtlarını elinde tutan küreselci ideoloji ve onun taraftarlarıdır. “Yeni Dünya Düzeni” adını verdikleri tek dünya devleti hedeflerinin bâtıl olduğunu idrak ettiğimizde, bu ajanda doğrultusunda seferber edilen devasa şiddeti de fark edeceğiz ve bu ajandaya hizmet edecek eylem ve fikirlerden uzak durmamız mümkün olacak.
Transhuman, posthuman tartışmalarını da dikkate aldığınızda özellikle içinde bulunduğumuz ve etkilerinin ne olacağı hususunda net ifadeler kullanmaktan kaçınılan salgın süreci, denetim/gözetim mekanizmalarının gündeme gelmesi ve geleceğe dair görüşlerinizi merak ediyorum.
En hafif tabirle “insanlık açısından avantajlı olmayan” bir dünya inşa ediliyor. Transhümanistler insanın, bir bilgisayar veya bir robot gibi, geliştirilebilecek, aşılabilecek bir varlık olduğunu iddia ediyor. Ray Kurzweil’ın bu konudaki düşünceleri zihinsel haritalarını gözler önüne seriyor. Posthümanizm ise artık insansız bir dünyaya doğru gidildiğini savlayan bir kavram. İnsansız savaş araçları bunun sadece bir yönü. Robot hayat arkadaşları, yapay zekâ ile bilincin buluşturulması, Neuralink projesinde amaçlandığı üzere beyinlerle dijital arasında bağlantı kurulması, nesnelerin/eşyanın interneti, insanı “upgrade” eden mRna ve DNA aşıları, nano-robotlar, önümüzdeki tablo oldukça ciddi. İnsanı milyonlarca yıl dâhilinde rastlantısal olarak ortaya çıkmış bir varlık olarak ele aldığınızda bütün bunları meşru görebiliyor, insanın faydasına olduklarını düşünebiliyorsunuz. Kur’an-ı Kerim’de ise Allah’ın yarattığını değiştirmememiz, yani sahih olana müdahale etmememiz gerektiği buyuruluyor. Bu iki paradigma arasında kapanmaz bir uçurum var. Günümüzde bu yeni teknolojilerin sözcülüğünü yapanlar, onlarda insanlık adına fayda ve fırsat görenler, iş kendilerine dokunmaya başlayınca, insan yok olmaya başlayınca bazı hayati konuların farkına varacaklar. Ümit ediyorum insanlık için iş işten geçmiş olmaz.
Panoptikon ve gözetim konusu ele alındığında genellikle karamsar bir tablo ile karşı karşıya kalmaktayız. Biraz da durum tespiti bunu gerektiriyor diyebiliriz. Fakat bu olumsuz gibi görünen tablo varoluşa dair ümitlerimizi yitirmemize ve çaresizlik içerisinde bu durumu kabullenmemize sebebiyet vermeli midir? Ya da bu tabloya dönük boyutuyla ve buna rağmen insanca var olabilmenin imkânına dair neler söylemek istersiniz?
Her şeyden önce ümitsizlik ve çaresizlik insana yakışan tavırlar değildir. İnsan için nefes aldığı sürece bir çıkış yolu, bir ümit olacaktır. Kaybedilmiş görünen savaşlar eğer doğru hamleler yapılırsa kazanılabilir. Şu anda karşı karşıya olduğumuz en büyük tehlike küçük bir azınlığın çoğunluk üzerinde ekonomiyi, bedeni-sağlığı, bilgiyi-eğitimi, psikolojiyi hatta hayal gücünü dahi içine alan, sistemin dışına çıkmadan dışarısına çıkmanın pek mümkün görünmediği, teknokratik bir “yeni sömürgesellik” panoptikonu inşa etmesidir. Filistin’de insanların yaşadığı şehirlerin etrafına bilim kurgu ürünlerinde görüldüğü gibi duvarlar inşa ediliyor. Bu duvarlar yakın zamanda tüm dünyada Birleşmiş Milletler’in terminolojisiyle “kötü komşuları” kuşatmak için yükselebilir, “elitlerin” ve tahakküm edilenlerin oluşturduğu Yeni Dünya Düzeni kast toplumlarının tesis edilmesi için inşa edilebilir. Bunu engellemek adına, denklemin “tahakküm edilenler” tarafında yer alan öznelerin muhtelif dayanışmalar, sözleşmeler ve ittifaklar üzerinden birlik tesis etmesi hayatidir. Bunun tam zamanıdır ve bu yapılmazsa bedeli insanlık adına çok ağır olacaktır. Burada ideolojik yönelimler değil, “insanı/insanlığı kurtarmak” müşterek payda olmalıdır çünkü diğer türlü bölünürüz ve birlik tesis edemeyiz. Örneğin Birleşmiş Milletler adlı örgüt bugün insanlar üzerindeki tahakkümü meşrulaştırma ve pekiştirme işlevini görüyorsa, dünya toplumlarını sadece beş gücün emrine tabi kılıyorsa, kurulacak çok-merkezli ama iyi teşkilatlanmış bir Birleşmiş Halklar örgütü, bu işlevi etkisizleştirebilir. Afrika’da, Asya’da hatta Avrupa’da ve Amerika’da bu bilinçte ve iradede olan özneler vardır. %0,1’e karşı %99,9 olarak elimizde önemli güçler var ancak bunların organize edilerek harekete geçirilmesi gerekmektedir. Önümüzdeki en önemli meydan okuma, böl ve yönet politikalarına teslim olmadan birlik olmaktır. Müslümanlar olarak bu noktada avantajlı bir konumdayız zira elimizde hepimizi kucaklayan bir Kitap ve Sünnet var. Ancak bu hayatta kalma mücadelesinde ümmet dışı ittifaklar da kurabiliriz ve kurmalıyız. Ben insanlığın bu kadar kolay teslim olmayacağı kanaatinde ve ümidindeyim ancak kaybetmemek için doğru satranç hamlelerini bulmak ve yapmak gerekiyor. Ve ne yazık ki artık fazla vaktimiz kalmadı…
Röportaj teklifimizi geri çevirmeyip vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.
Bu hayati konular üzerinde durduğunuz, nitelikli sorularınız ve düşüncelerimi aktarmamı mümkün kıldığınız için ben teşekkür ederim.
[1] https://nypost.com/2021/01/21/twitter-sued-for-allegedly-refusing-to-remove-child-porn/?utm_source=NYPTwitter&utm_medium=SocialFlow&utm_campaign=SocialFlow