Sezai Karakoç, çağımızın yaşayan en önemli şair ve düşünce adamlarından biridir. Şiirde gelenekten beslenmiş, kendi üslûbunu bulmuş; düşüncede kendine özgü bir paradigma oluşturmaya çalışmış ve bunu ‘Diriliş’ adıyla mücessem hâle getirmiş çok boyutlu bir insandır. Yaklaşık elli sekiz kitabın müellifi olan Sezai Karakoç, ideolojilere alelamyâ(körü körüne)bağlanmış okuryazarlar ve entelektüeller dışındaki okuryazarlar ve entelektüeller tarafından saygıyla anılmıştır.
Sezai Karakoç’tan bahseden/alıntı yapan insanları üç kategoriye ayırıyorum:
- Sezai Karakoç’u ciddiyetle okuyanlar
- Sezai Karakoç’u okuyan ama duruşuna sırt çeviren
- Sezai Karakoç’u isim olarak duymuş ama eserlerinin içeriğinden habersiz olanlar
Sezai Karakoç’u ciddiyetle okuyan ve Sezai Karakoç’un duruşundan etkilenen insanlara elbette sözüm yok. Onlar zaten kimi okuduklarının farkında olan insanlar. Onlar okuma eyleminin sadece iki kapak arasındaki satırlardan ibaret olmadığını bilen insanlar. Dolayısıyla hangi nehirden/nehirlerden denize ulaşabileceklerini gören insanlar.
İkinci kategorideki insanlar için Sezai Karakoç’u okumuş ama sembolik ifadeler dışında onun derdiyle dertlenmemiş insanlar diyebiliriz. Ya bir TV kanalında kendisinden bahsedip geçilmiş ya bir köşe yazısında şiirleri romantik çerez olarak kullanılmış ya da samimiyetten uzak afili anma gecelerinde entelektüel tatmin aracı olarak kullanılmış; kısacası Sezai Karakoç’un derdine ve duruşuna yoldaş olmamış ama ondan bahsetmekten de geri durmamış bir bilince sahip olan insanlar diyebiliriz. Bu tarz insanlar deyim yerindeyse Sezai Karakoç’u âdeta bir mit haline getirerek aslında onun anlaşılmasını zorlaştırmıştır. Sezai Karakoç’u okuma noktasında mangalda kül bırakmayan bu insanlar, iş Sezai Karakoç’un duruşu olunca oralı olmuyorlar. Duruş deyip duruyorum. Peki nedir Sezai Karakoç’un duruşu?
Evvelâ Sezai Karakoç gerek iktidar olsun, gerekse muhalefet partileri olsun, hiçbir siyasî oluşumdan örtülü-örtüsüz yardım(para, makam vs.) talep etmeyen, onlardan gelecek yardımları elinin tersiyle geri çevirecek bir insandır. Kadîm geleneğimizde olduğu gibi Sezai Karakoç da aydın bir insanın siyasetçilerin ayağına gitmesini doğru bulmaz. Ona göre istişare gerekiyorsa siyasetçi aydın olan insanın yanına gider. Bunun dışında Sezai Karakoç kendisine verilen hiçbir para ödülünü de kabul etmemiştir. Bu konuda onu Fransız bir filozof J.P. Sartre’a benzetenler olsa da ben bu teşbihin hatalı olduğunu düşünüyorum. Çünkü neticede Sartre Nobel Ödülü gelirini başta kabul etmese de daha sonra kabul etmiştir. Sezai Karakoç ödül plaketini kabul etmiş ama para ödülünü kültür işlerinde kullanılmasını isteyerek reddetmiştir. İşte sabah akşam Sezai Karakoç’tan bahseden insanların Sezai Karakoç’un bu duruşuna kendi hayatlarında alâkasız kalmaları son derece düşündürücüdür. Allah sıhhatli, hayırlı ömürler versin. Her fani gibi Sezai Karakoç da vefat ettiğinde bahsettiğim bu tipler, muhtemelen en yüksek sesle bağıranlar olacak, TV’de kanal kanal dolaşıp yahut sosyal medyada programlar düzenleyip Sezai Karakoç’tan eşi görülmemiş bir dozda övgüyle bahsedecekler. Mayıs 2017’de Âkif Emre vefat ettiğinde, Âkif Emre’ye yaşadığında sırtını dönenler vefat ettiğinde Âkif Emre’den övgüyle bahsediyorlardı. Burada can yakıcı soru şu: Âkif Emre’yi madem bu kadar seviyordunuz, -seven sevdiğinin hayatından/muhabbetinden pay alır- ilkesi gereğince, neden Âkif Emre’nin ilkeli hayatına mesafeli oldunuz? Bana göre aynı husus Sezai Karakoç için de geçerli. Bu sebeple demem o ki, değerli olduğuna inandığımız insanları okumak yetmiyor. Değerli olduğuna inandığımız insanların ilkelerinden, kişiliğinden de nasiplenmek gerekiyor.
Üçüncü kategorideki insanlara gelince… Bu insanlar, Sezai Karakoç’u daha çok âdeta bir tarabgâh(eğlence yeri) olan sosyal medyadan paylaşılan bazı şiirler ve sözlerden isim olarak tanımaktadır. Neredeyse hiçbirinin Sezai Karakoç’un yaşadığından bile haberi yoktur. Onlar sadece sosyal medyanın yazılı olmayan kurallarından biri olan ‘paylaş-geç-gönlünü kompliman et’ ilkesinden hareketle zihinsel olarak konforu tercih etmektedirler. İkinci kategorideki insanlar, yani ‘Sezai Karakoç’u okuyan ama duruşuna sırt çeviren’ insanlar Sezai Karakoç’u bir şekilde medyada isim olarak görünür hâle getirdikleri için onları takip eden kitle tarafından –ki bu kitle daha çok üçüncü kategorideki insanları kapsıyor- yani ‘Sezai Karakoç’u isim olarak duymuş ama eserlerinin içeriğinden habersiz olanlar’ tarafından maalesef Sezai Karakoç’a popüler bir imaj kazandırmıştır. Hattâ Sezai Karakoç’un özellikle ‘Monna Rosa’ şiiri için birçok efsane üretilmiştir. 27 Aralık 2012’de Sezai Karakoç’u ziyaret ettiğimde bu konuyla ilgili şunları söylemişti: “Benim hakkımda o kadar yanlış bilgi ortaya çıkardılar ki, sırf bu yanlış bilgileri düzeltmek için bir kitap çıkarmaya karar verdim. Ancak sonra düşündüm, bunu bile yanlış bilgilerle insanlara anlatırlar. O sebeple yazmaktan vazgeçtim.” Hâl böyle olunca artık sıradan bir futbol maçı için bile rahatlıkla “Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır.” mısraı kullanılabilmektedir. Herhangi bir şey anlaşılmadan popüler hâle gelirse, o şey ya zıddına tekabül eder ya da galat-ı meşhur olur. Sonuç olarak kavram bulanıklaşır, mânâ ise buharlaşır.
Sezai Karakoç’u gerçekten tanımak isteyen bir insan, evvelâ işin kaynağına müracaat etmelidir. Yani Sezai Karakoç’un kitaplarını okumaya çalışmalıdır. Akabinde hayatına ve hayatı içerisinde benimsediği ilkelere bakmalıdır. İlkeleri göz önünde bulundurmayan, bu anlamda ilkelerden kendi hayatına pay almayan, salt okumalar yapan bir insanın sadece entelektüel bir esintiyle baş başa kalacağını unutmayalım.