Nida Dergisi, 199. Sayı / Kasım – Aralık / 2020
Bir vakıa olarak var olmakla birlikte “İslâm Düşüncesi” tabiri modern zamanlara ait bir kullanımdır. İslâm düşüncesi “Müslümanların, özellikle, Kur’ân-ı Kerim ve Sünnetten hareketle, diğer kadim insanlık kültürlerinden de faydalanarak; bir sistem dâhilinde ve tutarlılığı esas alarak ortaya koydukları, bütün uhrevî, dünyevî yorumlar ve tevillerdir… İslâm düşüncesi; Allah, varlık, bilgi, sanat, estetik, ahlâk, felsefe, değer vb. hakkında Müslümanların tefekkürünü ihtivâ ettiği gibi onların sırât-ı müstakim üzere olmalarını da akılları nispetinde telkin etmektedir. Bu anlamıyla İslâm düşüncesi, “varlıkla Allah arasındaki anlam arayışıdır” diyebiliriz.”[1]
İslâm düşünce geleneği, bu gelenek içindeki birçok ekolün katkılarıyla oluşmuştur. Bu gelenek; hem vahyi hem de aklı merkeze alan, akıl ve vahyin birbirini tamamladığı bir gelenektir. Dolayısıyla bir yönüyle ilâhî, diğer yönüyle beşerîdir. Bu özelliği sebebiyle diğer düşünce/felsefe geleneklerinden ayrılır. İslâm düşüncesi, sadece bu dünyacı bir karakter taşımaz. Ölüm sonrası ile de ilgilenir. Tevhîd, adalet, ahlâk, insan, toplum, çevre ve akıl gibi kavramlar İslâm düşüncesinin temel ilgi alanlarını oluşturur.
Bu geleneği üretenler elbette Müslümanlardır. Fakat Müslümanlarla birlikte yaşamış ve düşünce dünyamıza bir şekilde katkıda bulunmuş gayr-ı müslimlerin eserlerini de İslâm düşünce geleneği içinde gören araştırmacılar vardır. Çünkü Müslümanlar, bir arada yaşadıkları gayr-ı müslimlerle fikir alışverişinde bulunmakta bir sakınca görmemişler, aksine bunu bir zenginlik olarak düşünmüşlerdir. Ki tarihte Endülüs gibi kozmopolit bir yapıya sahip bölgelerde yaşamış ve eserler vermiş bazı isimler Yahudi ya da Hristiyan’dır. Bu yönüyle İslâm düşüncesi eklektik bir karakter taşır. Bu durum bir kargaşanın ürünü değil; analiz, sentez ve anlam bütünlüğünün olduğu bir yapının ürünüdür.
Bu anlayışın bir gereği olarak Müslümanlar başka dünyalarda üretilenlerden de “hikmet mü’minin yitiğidir” ilkesi doğrultusunda faydalanmışlardır. Eski Mısır, Mezopotamya, Hint, İran ve Yunan düşüncesine dair eserler Arapçaya tercüme edilmiştir. Ciddi anlamda tetkik süzgecinden geçirilen bu eserlerin gerekli görülen yerlerinden faydalanılmıştır. Zamanla bu eserleri de aşan birçok eser Müslümanlar tarafından üretilebilmiştir. Dolayısıyla olay eski eserlerin Arapçaya tercüme edilmesiyle kalmamış, büyük bir inşâ dönemi yaşanmıştır.
Müslümanların bu tür bir özgüvene sahip olmalarının temel nedeni ise Müslümanları hikmet arayışına çağıran, onları akletme faaliyeti konusunda teşvik eden yüzlerce âyetin varlığı ve Kur’ân’ın mutlak bir hikmet bilgisini takipçilerine verdiği inancıdır. “İslâm nasıl bir din olarak, kendinden önceki dinlerin hiçbirini yok saymıyor, onların devamı olduğunu belirtiyor ve bazı temel ilkelerini kendi muhtevâsı içerisine alıp özümseyerek kemâle erdirmiş olduğunu ifade ediyorsa, İslâm düşüncesi de kendisinden önceki düşünce sistemlerinin hiçbirini yok saymaz. Sadece ben varım, başka kimse yok demek yerine, onların hepsini kendi bünyesi içinde birleştirerek bir yerde onların hülâsası ve özü olduğunu ifade eder. Bunu yaparken de kendine özgü bir hikmet konsepti oluşturur ve geçmiş toplumların ortaya koydukları ürünlerin hepsini bu genel konsept içerisine yerleştirerek, benimseyip özümser.”[2]
Gelenek, gelene ek yapılarak üretilir. Bu süreç; eskiyen, güncelliğini kaybetmiş olanların ayıklanarak var olan bilginin güncellenebilmesi ve gerektiğinde yenilerinin eskileriyle yer değiştirmesiyle sağlıklı bir şekilde ilerler. Bu ayıklama sürecinde aktif olmayan geleneklerin zamanla geçerliliğini kaybetmesi doğal bir durumdur.
Zorunlu bir durum olan bu güncellenme sürecine direnecek kesim ise yine gelenekçilerdir. Var olanın korunması noktasında gereğinden fazla hassas davranan kesimlerin, geleneğe en büyük zararı verenler oldukları unutulmamalıdır. Bunun karşısında ise azınlıkta kalan fakat gerektiğinde yerleşik anlayış, düşünce ve uygulamalarla çatışma içerisine girmekten de kaçınmayan, temel ilke olarak ihtiyaçlar doğrultusunda yenilenmenin bir zorunluluk olduğunu söyleyenler de vardır. Ki bu kesim, temel parametreleri korumakla birlikte bir güncelleme gayreti içerisine girerek aslında geleneğin faydasına bir iş ile meşgul olan kesimdir. Geleneği koruma görüntüsü içerisinde geleneğe zarar veren kesimin aksine geleneği güncellemeye çalışanlar, geleneği çağa taşıyabilme potansiyeline sahip olanlardır. Fakat burada gözden uzak tutulmaması gereken şey; modern değerlerin işgaline uğramış, modernist ve aşırı sorgulamacı bir zihnin de var olduğudur. Böyle bir zihin de gelenekçilik kadar sağlıksız ve tehlikelidir.
Müslümanların tarih boyu fıkıh, kelâm, hadis, astronomi, matematik, geometri, coğrafya, edebiyat, sanat ve tıp alanında ürettiği eserler takdire şayandır. Bu alanda gösterilen gayrete hayran olmamak mümkün değildir. Fakat bu eserlerde zaman zaman gördüğümüz bariz hataların varlığı da bir gerçektir. Bu hataların varlığı bu eserlerin değerini düşürmez. Aynı şekilde ortaya koydukları devasa eserler de eserin müellifini eleştiriden muaf kılmaz. Bu isimlere ve eserlerine karşı dengeli bir yaklaşım sergilemek, çağdaş bir İslâm düşüncesi üretebilmenin olmazsa olmaz şartlarındandır. Diğer türlü toptancı yaklaşımlarla kat edebileceğimiz bir mesafe yoktur. Kısaca: Bin yıldan fazla bir zamanda üretilmiş olan Müslüman geleneğe kayıtsız kalmamız düşünülemeyeceği gibi bu geleneğin sorgulanmadan, olduğu gibi bugüne aktarılması da düşünülemez.
İslâm düşünce geleneği içinde söylenmiş hiçbir söz vahiy değildir. Üretilen hiçbir eser hatasız değildir. Kim tarafından ortaya konulursa konulsun hiçbir düşünce eleştiriden muaf değildir. Bu ilkeye riayet etmeyen bir gelenek ölmeye başlamış bir gelenektir. Sizden öncekilerin eserlerini eleştirilemez olarak görmeye başladığınız gün, onları aşabilecek bir yetkinliğe ulaşamayacağınızı peşinen kabul ettiğiniz gündür. Böyle bir zihin, geçmişin parıltılı dünyasıyla mest olan fakat bugünü aydınlatmak için bir kıvılcım ortaya koymayı başaramayan bir zihindir. Bu zihin; geçmişin başarılarıyla bir süre oyalansa da bugün için cazip, sahici ve peşinden gitmeye değer bir eser ortaya koyamaz. Maalesef “Başta teşekkül asırları olmak üzere, sonraki dönemlerde İslâm’ın gelişimi konusundaki umumi bilgisizliğimizden dolayı, kendileriyle beraber yaşadığımız sosyal, siyasi ve ekonomik kurumları neredeyse Kur’ân’ın kendisinden daha kutsal addeder olmuşuz.”[3] Ki bu durum, bugün dikkate değer bir düşünce ortaya koyamıyor oluşumuzun önemli sebeplerindendir.
Bugün bir düşünce üreteceksek elbette ki köklerimizden faydalanacağız. Geleneğe tamamen sırtını dönerek sıfırdan bir şey ortaya koymak neredeyse imkânsızdır. Bizim eleştirimiz; her şey konuşulmuş bitmiş gibi bir mantıkla yeni şeyler söylemeyi vahyi inkârla eş gören zihniyete yöneliktir. Zaten çağdaş İslâm düşüncesine dair ortaya konulan her düşünce bir şekilde gelenekten beslenmektedir. Ki bu son derece normaldir. Geleceğe yönelik bir hamle ancak geleneğe yaslanarak mümkündür. Gelenek, her hamlemizde bize güç verecek olan en önemli dayanağımızdır.
Kadim geleneğimizde tartışılagelen meselelerden hangisinin güncelliğini koruduğunun tespit edilebilmesi kadar bugünün elzem konularının neler olduğunun belirlenebilmesi de önemlidir. Eskinin, bugün için geçerliliğini yitirmiş tartışma konularını gündemde tutmak nasıl faydasızsa bugünün hayati meselelerini atlayarak tâlî meseleler üzerinde oyalanmak da aynı şekilde faydasızdır.
Klasik dönem Müslüman filozoflar, kadim dönemde üretilen her türlü bilgiye içinde hikmetten bir parça bulma amacıyla yaklaşmışlardır. Çünkü Kur’ân’ın mutlak bir hikmet bilgisini takipçilerine veriyor olması, Müslümanların ciddi bir özgüvene sahip olmalarını sağlamıştır. Fakat modern dönemde bu özgüveni kaybeden Müslümanlar, mutlak hikmeti Kur’ân’da değil başka yerlerde aramaya başladılar. Onlara göre Kur’ân, dogmatik bir metindi ve başka paradigmalarda üretilmiş bilgi ve metot esas alınarak Kur’ân yorumlanabilir ya da dikkate dahi alınmayabilirdi. Bu bakış açısı Müslüman toplumların aydınlarını ciddi anlamda birer aktarıcı konumuna düşürdü. Bu tavır her bir aydını; hayranı olduğu, mutlak gerçekliği aradığı Batı uygarlığının gönüllü birer ajanına dönüştürdü. İşte bu döngüyü tersine çevirecek ve yeni bir uyanışa vesile olacak olan çaba, özgüvenimizi yeniden kazanmakla ortaya konulabilecektir. “İslâm düşüncesinin gelişmesi her şeyden önce İslâm dünyasına, kaybolan benliği kazandırmaya ve dünyayı başkalarının gözüyle görme alışkanlığından Müslümanları kurtarmaya bağlıdır.”[4] Bu da ancak kadim geleneğimizde üretilen eserleri tanımak ve o dönemin tartışma konularını bilmek, onların metotlarını incelemek, gerektiğinde de gelenekle hesaplaşıp onu da aşacak bir ceht ortaya koymakla mümkün olacaktır. Ayrıca geleneğimizi Oryantalistlerin gözünden tanımak gibi bir hataya da düşülmemelidir.
Bugün bizim problemimiz öteki kültürlerle karşılaşmak ve hesaplaşmaktan çekinmeyen nitelikte insan kıtlığını aşamama problemidir. Maalesef öteki ile ilgili tartışmalar çok sığ bir zeminde yapılıyor. Derinlikli meseleler çoğu zaman gündeme dahi gelmiyor. Gündeme alınan meseleler ise bir sıçrama meydana getirmekten ziyade oyalama işlevi görüyor.
İslâm düşünce geleneğini incelerken mensubu olduğumuz ekolün geleneğini geriye doğru inceleyip diğer düşünce geleneklerini görmezden gelmek gibi bir hataya düşmekteyiz. Oysaki gelenek bir bütün olarak ele alınmalı, bu gelenek içerisinde üretilmiş her eserin kendi açısından- şöyle ya da böyle- bir değeri olduğu, bir işlev gördüğü unutulmamalıdır.
Müslüman düşünce geleneğinde ortaya konmuş her fikir, her eser ve bu gelenek içerisinde meydana gelen her akım bizim için değerlidir. Bu malumat, değerini eleştirilemez olmasından almaz. Aksine bu malumatın bilinmesi, değerlendirilmesi, gerektiğinde tenkide tabi tutulması hatta yeri geldiğinde bu malumatla hesaplaşılması bir zorunluluktur. Bu sürecin sonunda elde edeceğimiz her türlü veri; siyasi, sosyal, ekonomik ve fikrî birçok alanda yeni bir uyanışın temel taşları olacaktır. Dolayısıyla kadim geleneği olduğu gibi bugüne aktarmak ya da yok saymak/görmezden gelmek gibi iki yanlıştan birine düşmeden elimizdeki hazinenin değerini bilmek ve bu malumattan gerektiği gibi faydalanmak zorundayız.
Ayrıca bir düşünce ekolünü kendi kaynaklarından tanımak ile aynı düşünceyi muhaliflerinin bakışından tanımaya çalışmak gibi iki seçeneğimiz vardır. Birincisi daha hakkaniyetli ve ilmî bir tavır iken; ikincisi, söz konusu düşünce hakkında yanlış bir kanaat sahibi olmayı daha başta kabul etmek demektir. Hangi mezhep, akım, ekol vb. olursa olsun kendine ait bir kavram ve zihin dünyası vardır. Bu dünyayı doğru bir şekilde tanıyarak işe başlamak bir zorunluluktur. Bu da yine söz konusu akımın literatürüne hâkim olmayı zorunlu kılmaktadır. Ancak böyle bir yöntem sonucu söz konusu akımla ilgili ortaya koyacağımız olumlu ya da olumsuz kanaatin bir değeri ve bağlayıcılığı olacaktır.
Bir asır gibi kısa bir zaman içerisinde Hint’ten Yunan’a, Fars’tan Mısır’a kadar kadim birçok dinî, felsefî gelenekle karşılaşan ve bu dinî ve felsefî geleneklerle büyük bir hesaplaşma içerisine giren Müslümanların, sürecin sonunda İslâm’ın Tanrı, varlık ve insana dair ortaya koyduğu temel parametreleri korumuş olmaları takdire şayandır. Çünkü Hz. İsa’dan sonra benzeri bir hesaplaşma içerisinde giren Hz. İsa’nın takipçileri temel parametrelerinden ciddi anlamda uzaklaşmışlardır. İslâm dünyasında yaşanan bu hesaplaşmanın sonucu temel değerlerden uzaklaşan kesimler ise marjinal gruplar olarak kalmışlardır. Bugünün Müslüman âlim, aydın ve entelektüellerinin de modern ve post modern düşünce akımları ve hayat tarzlarıyla benzeri bir hesaplaşmaya girmek gibi bir zorunlulukları olduğu, bunu yaparken de geçmiş tecrübelerden hakkıyla yararlanmak gibi bir sorumluluk taşıdıkları unutulmamalıdır. Böyle bir hesaplaşma gerçekleşmeden İslâm’ın insanlığın sorunlarına sahici çözümler sunan mesajı, insanlığın ilgisini çekmeyecektir. Hatta bırakın diğer insanları, kendi insanımız dahi İslâm’ın kurtarıcı misyonunun farkında olmayacak, çareyi başka yerlerde arar hâle geleceklerdir.
Gelenek, Müslüman toplumlar için ayak bağı da olabilir sıçrama tahtası da. Gelenek, eleştiri ve tetkik süzgecinden geçirilerek bugüne aktarılabilirse ümmetin düştüğü yerden kalkmasında önemli bir işlev görecektir. Geleneği olmayan hiçbir düşünce ve hareketin geleceği de olmaz. Hiçbir hareket sıfırdan başlamaz, hiçbir düşünce sıfırdan inşâ edilemez. Çağdaş İslâm düşüncesi ve İslâmî hareketler de gelenekten aldıkları güç ile geleceği inşâ edeceklerdir. Toptancı bir yaklaşımla geleneği reddedenlerin ise kat edebileceği çok bir mesafe de olmayacaktır.
Gelenek- meşhur benzetmeyle- bir devdir. Bizler de cüceleriz. Cüce olduğumuz hâlde geleneğin üzerine çıkabilirsek daha uzakları görebiliriz. Sadece kendi boyumuz, uzakları görmemize yetmiyor. Fakat geleneğin gösterdiği yere kendi gözlerimizle bakacak, onların kavramlarını kullansak da kendi cümlelerimizi kuracağız. Onların gündemini tanıyacak fakat kendi gündemimizi kendimiz belirleyeceğiz. İslâm düşüncesinin yeniden ayağa kalkabilmesi ve yeni bir inşâ sürecine girebilmesi ancak bu şekilde mümkün olacaktır.
[1] Gürbüz Deniz, İslâm Düşüncesi, İlkeler ve Kazanımlar,Yakın Doğu Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Yıl 4, Cilt 4, Sayı 2, Güz 2018, s. 236-238.
[2] Bekir Karlığa, İslâm Düşüncesi ve Hikmet Üzerine Söyleşi, Bilge Adamlar Dergisi, S.17, s. 31.
[3] Fazlurrahman, İslâmî Yenilenme Makaleler I, Ankara Okulu Yayınları, 4. Baskı, Ankara 2015, s. 109.
[4] Talip Küçükcan, Bilgi Toplumuna Geçerken Çağdaş Müslümanlar Neler Yapmalıdır, Diyanet İlmi Dergi, Cilt: 29 Sayı:1.