Halkını kemiren bir kralsın sen, buyruğundaki insanlar aşağılık olmasaydılar bu küfürler son küfürlerin olurdu senin. İLYADA
Her defasında fireler vererek başlıyoruz yeni bir güne. Ve toplum; yakasını bir türlü bırakmayan o sırnaşık rehavetten sıyrılıp kendisine ait aktif dinamiklerinin neler olduğunun farkına varıncaya kadar da maalesef böylece sürüp gidecek. Bireysel planda ağır darbelere yol açmayacak med-cezirleri zaman zaman anlayabiliriz ama toplumsal bünyede çok uzun on yılları aşıyorsa bu melankoli, bir gün mutlaka önünüzde Pandora’nın kutusunu bulacaksınız. Etrafınıza bakın, bütün dünyadaki sınır tanımaz histerilerle dolu Amerikan yayılmacılığına ve sözüm ona (ne menem bir şeyse ?!) küreselleşen uluslararası dayatmalara ve Orta Doğu platosundaki İsrail’in tahakkümcü, ezici ve yok sayıcı vahşi yerleşimciliğinin karşısında bir de dağınık müslümanların gündelik hayatına bakın, fikri bir yoksulluğun ve yitirilmiş bir erdemin bütün belirtilerini göreceksiniz. Yaşanmayan bir hayat ne kadar söylense de dillerde, o bitmiş bir hayat değil midir? Öyle değil midir? Dışarıda gördüğümüz nedir Allah aşkına bir bakın.. Komşu duvarlarının çatlağından ıslah olmamış mü’min’in haseti sızıyor kardeşinin üstüne. Allah’ım! Ne kadar utanç verici… Allah Resulünden şeyh efendiye oradan da siyasi terbiye edicilere ve ikbal vaadedenlere göçebe bir hayatı yaşayanlar.. Kudurmuş ve her türlüsünden günahıyla mahşere dönmüş sokaklar…. Bahar gelse de hâlâ hüzün açan çiçekler… En alçak korkulara yurt olmuş gönüller… Sere serpe iffetini dağıtan bedenler… Özlesem de bir türlü içime düşüremediğim cemreler.. Nerededir şimdi o özlemini çektiğim takva, o tevekkül bilsem hangi bedende sırmalanır?.. Kutlu müjdeler öylece duruyorken ortada nedir bu üzerimize yağan vurgun sağanağı?!… Hani şair diyor ya;
Hidayet senden olmazsa dirayet neylesin Ya Rab!
Arapça bilse de Ebu Cehl’e âyet neylesin Ya Rab!
Sürüp giden en temel sorunumuz, gerçekten bize ait olan ve bizi bütün renk tonlarımızla anlatan sahici bir kimliğimizin olmayışıdır. Kendimizi hem toplumsal planda hem de bireysel planda bazı kalıpların içinde göstermeye özen duymuş olmamıza rağmen, mutlak bir şahsiyet kazanmamızı sağlayacak yani doğrudan biz olmamızı sağlayacak olgunlaştırıcı güçlü bir şahsiyeti hiç bulamadık.
Meselenin en dramatik tarafı; meselelerimizi ama bütün meselelerimizi belki de bir asya genetiği olarak hep duygusal hatlarda ele almamız ve bu aldatıcı tarafımızı ısrarla sahiplenmemiz olmuştur. Bu durum, sadece bu güne ait bir durum değildir. Geçmişte de müslüman birey’in sanki hiçbir değer kaybına uğramamış ve asaletini koruyormuş gibi vecd içindeki o mükemmellik ve güçlülük duygusunu taşıdığına tanığız. Bugünkü durum da zaten bu anlayışın yeni nesillere intikalinden başka bir şey değildir. Müslüman bireyin zihniyet olarak temsile çalıştığı ile gerçeklerin dünyasında ortaya koydukları arasında farkedilir kırılmalar olsa da o, kendisini mutlu edecek değerleri yine kendi görenekleri ile normlaştırmıştır. Ve hayatı algılamada, değerlendirmede ve gereğinde yorumlar katmada kendisine özel yatıştırılamaz heyecanını hep korumuştur. Yani 1800’lerden günümüze bir bakarsanız, insanımızın olaylar karşısındaki refleksleri hep gelenekçi bir teslimiyetle büyüklerine biat etmek ve onlar tarafından terbiye edilmeye açık olmak şeklinde kendisini göstermiştir. Bu yüzden müslümanlık ve müslüman oluş, çok uzun bir süreden bu yana bir hayatı algılama, biçim ve renk katma yerine diğer yabancı kültürler karşısında sadece toplumsal bir imaj ve marka olma kabiliyeti olarak vitrinde kalmaktan öteye gidememiştir.
Oysa sahiplenilmiş ve iddia taşıyan bir kimlik olarak; ayakları yere basan bir müslüman olduğunu söyleyebilmek, esas olarak Allah’ ın kitabında dikte ettiği normları kabul etme söyleminin çok ötesinde, gündelik hayatında eğilip bükülmeden bunları yaşanılır kılma gayretini kendisinde bir sevda payı olarak bulan kimselerin işidir.. İslam’a dair söylemler kitlelerin ağızlarında hep heyecan verici sloganlar olarak dalgalansa da, bugün için bir Amerikalı’nın sahip olduğu ve içinde yaşattığı üstünlük özencinin, bir yahudinin ne kadar insancıl gözükse de (bazı istisna teşkil eden azınlıklar hariç) kendilerinin dışındaki bütün insanları aşağılık hizmetkârlar olarak görmelerindeki dinsel argümanlarının karşısında Müslümanlar; böbürlenerek sahiplendiklerini ve gururla temsil ettiklerini söyledikleri iç değerleriyle ne yazık ki, iskambil kâğıdındaki kral kadar güçsüz ve acınacak durumdadırlar.. Ne yazık ki… Çünkü Müslüman birey, yaşadığı sürece kendisini kesintisiz besleyecek olan ana arterlerden koparılmış, toplumsal bir unsur olarak ya geleneksel aile öğretisinden beslenen islama dahil edilmiş argümanlarla pasivize edilmiş ya da çok iğreti bir tarzda siyasallaşarak pankartların arasında sıkışıp kalmıştır. Bunda elbette onun sosyal meselelere bakarken içinde bulunduğu düşünce alanının payı çok büyüktür. O meselelerini popüler kavramlara göre ölçüp biçmektedir ve belki de kazanılmış bir alışkanlık olarak kendi kaynağındaki kavramlarla olaylara bakmayı hiç düşünmemektedir.
Bu nokta son derece önemli bir alandır ve bir değişim özenci olarak batı orijinli kavramlarla hayat algılanmaya çalışıldığı içindir ki, o yabancı unsurlar hayatımıza farkına varmadan dahil edilen düsturlar olarak sürekli karşımıza çıkmakta ve bizi istenildiği ölçüler içinde ehlileştirmeye çalışmaktadır.. Bu alan basit gibi görünse de aslında basite alındığı ölçüde önemlidir, zira bu süreçte geniş halk kitlelerinin ibadetleri bile iç kimliğini, ruhsal diriliğini ve anlamını kaybederek alışkanlık kalıplarını aşamayan niteliksiz figürler haline gelirken aydınların büyük bir kısmı da kendilerine ait olması gereken ritimlerini kaybederek temsil alanlarını boşaltmışlardır. Bir dönemde camilerde kilise tarzı ibadet denemeleri bu alanda oluşturulmuş bilinç boşluklarını çok iyi tanımlamaktadır. Daha sonra tecrübelerle öğrenileceği gibi, bu gibi bilinç boşluklarından doğacak iç kirlenmenin acılarının sınırı olmayacaktır. Öyle ya, Thomas Carly’nin dediği gibi Şarlman’ın Saksonları hıristiyan yapışı vaaz yoluyla olmamıştı. Kılıcın keskinliği bazan işe yarıyor. Bu durum İslam ülkelerinin tamamına ait bir çözülmenin ve yönlendirilmelerinin özdeş tablosudur. Vaktiyle Tunus’ta Fransızlara karşı verdiği mücadelede güçlü bir siyasi meşruluğa sahip olan Burgiba, toplumunu değiştirmek için çarpıcı şeyler yapar. Ramazan’da televizyondaki bir naklen yayın sırasında limonata içerek ya da kurban bayramında koyun’un kesilmesine engel olarak ve bunları dînî açıdan doğru göstermeye de gayret ederek toplumsal değişimi sürdürür.
İşte bütün bu olgular belli zeminlerde meşruiyet kazanırken hep yeni dünyaya ait sözüm ona çözümler sunan ilerici algılama biçimi olarak halka sunulur. Mesela 1975 Cezayir anlaşmasından beri İran ve Irak Şattülarap sularını denetimli kullanırlar. Ancak Saddam Hüseyin İran’a saldırır. Bu saldırı aynı zamanda ona iktidarını sağlamlaştırma ve azınlık olan Şiilerin İran’ı örnek alarak rejime karşı harekete geçmelerini engelleme imkanı veriyordu. Son olarak da özellikle, bölgesel ve uluslararası düzeyde, İrandaki olayların endişelendirdiği ve sıçramasından çekinen herkesin teşvikinden yararlanır. Kendilerini en çok tehdit altında hisseden Arap monarşileri , modern Arap milliyetçiliğini Arap olmayan İran’a karşı seferberliğe sokacak bir savaşı desteklerler (ve büyük ölçüde mali kaynağını sağlarlar); bu arada da göndermelerini, Irak saldırılarına adı verilen 636 yılındaki Kadisiye Savaşı’nda Sasaniler’in elindeki Fars ülkesini alt eden Arap islamında ararlar. Tahran da bundan aşağı kalmayacak, lâik olan, dolayısıyla da İslam münkir’i olan Baas Partisi’nin başını imandan dönmekle itham edecektir. İran saldırılarına da bundan dolayı, ilk halife Ebubekir’in İslam’dan dönen Arap kabilelerine karşı yürüttüğü savaşların adı verilecektir.
Herkes hakiki islamı kendisi’nin savunduğunu söyleyerek rakibinin din kullanımını geçersiz kılmak istemektedir.[1] Burada aslında görülen şudur ki; toplumlar zayıf düştüklerinde gündelik hayatlarını, sosyal ve siyasal olguları kendilerine ait öz ritüelleriyle değil de kendilerine sunulan temsili imajlarla anlarlar. İşte kırılmanın başladığı nokta da burasıdır. İslamca bir tepki gibi görülse de kitlesel oluşlardan bireysel varlığa kadar bütün bu benzer beşeri ilişkiler, dramatik gayretler içinde bocalayan halk’a gerçek gibi yapılan sunumlardır. Peki temelinde ne vardır? Bütün aldanışların temelinde bireyin bilgi kodlarının yanlış referanslarla rezonansa girmesi vardır. Bizim toplumsal serüvenimiz ve algılama biçimlerimiz diğer toplumlarla elbette benzerlikler taşır ama ayrıcalıklı olduğumuz ve burnumuzdan kıl aldırmadığımız kendimize özel hassasiyetlerimiz vardır. İnsan psikolojisinde önemli bir yeri olan ama bizim toplumumuzda ise bireye tamamen hakim olduğunu bildiğimiz bir sıkıntı var. Birey, kendisinden çok söz edilen ve toplumun alt bilincinde çok meşhur olan şeyleri öylesine olduğu gibi kabul etmiştir ve ayrıcalıklı yüksek bir yere koymuştur ki, bu meşhurluğu sebebi ile daha sonra onları incelemek ve öğrenmek gereğini hiç duymamıştır. Seküler yapıdaki bazı temel kavramların batılı özdeşlerine hiç uymadığı gibi islami kavramların da gerçeği ile bireyin kafasında uyandırdığı çağrışımların çok farklı oluşlarının temelinde bir ölçüde bu vardır. Ve bu noktada halk, öğrenmek yerine eski zamanlara ait öykülere yaslanarak bir manada kendisi için rahatlatıcı sanal bir dünya kurar. İşte bu sebeple dini enstrumanlar gerektiği gibi bilinmediği halde, rivayetlere ve nasihatlere yatkın olan inanç dünyamız mistik planda tam bir içsel huzurun sağlanmasında başarılı olmuştur. meselâ; bohem bir platoda yetişen ailelerin bile ne bahasına olursa olsun domuz etini müslüman oldukları için şiddetli bir kararlılıkla reddetmelerine karşılık, sınırsız bir şekilde tükettikleri içkiye özel bir alan tanımaları gibi. Batılı siyaset ve devlet adamlarına kadar fikir dünyasında çok geniş bir alanın hayranlığını kazanmış oldukça yüksek bir kültürün temsilcisi olan Yahya Kemal bile aynı noktadaki fikir esaretinden kurtulamamıştır. Atik Valide’den adlı şiirinde bir ramazan akşamında iftar öncesinin sokaklara yansıyan o müthiş ulviyetini anlatırken kendisinin böyle olamadığını, ama en azından böyle duyguları olduğu için teselli bulduğunu üzüntü ile ifade etmesi anlaşılır gibi değildir. Ziya Gökalp’in kendisini:
Harabisin harabati değilsin
Kökün mazidedir âtî değilsin diye kınamasına karşılık olarak
Yahya Kemal:
Ne harabiyim ne harabatiyim
Kökü mazide olan âtîyim diye cevap verirken aslında inanç alanının geçmişe ait toplumsal bünye olduğunu ifade eder ama buraya bir şekilde Resul ölçüsünü yerleştirmeyi başaramamıştır. Halbuki islam oluşun imrendiren o ilk terbiyesini ne kadar güzel anlatır. “Kendi kendime diyorum ki, Şişli, Kadıköy, Moda gibi semtlerde doğan büyüyen oynayan Türk çocukları milliyetlerinden tam bir derecede nasib alabiliyorlar mı? O semtlerde ki minareler görünmez ezanlar işitilmez ve kandil günleri hissedilmez. Çocuklar müslümanlığın çocukluk rü’yasını nasıl görürler? İşte bu rüya, çocukluk dediğimiz bu müslüman rüyasıdır ki, bizi henüz bir millet halinde ayakta tutuyor. Bu günkü Türk babaları havası ve toprağı Müslümanlık rüyası ile dolu semtlerde doğdular, doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler, mubarek günlerin akşamları bir minderin köşesinde okunan Kur’an’ın sesini işttiler; bir raf üzerinde duran Kitabullah’ı indirdiler, küçücük elleriyle açtılar, gülyağı gibi bir rûh olan sarı sahifelerini kokladılar, ilk ders olarak besmeleyi öğrendiler[2] İşte bilinç nesli böyle yetişiyordu ama sonraları rûhaniyeti öylesine boşaltıldı ki, müslüman’ın hayatı kuru, çarpık, ruhsuz, derinliksiz kalıplardan ibaret bir alelâdeliğe iniverdi.. Burada görülen durumda, bireyin gündelik hayatının devamlılığında islama yatkınlığın değil kültürel bir miras olarak yalnızca onun adını kullanmak olduğuna vurgu yapabiliriz. Ünlü bir yazarımızın namaz kıldığını gören arkadaşı ile arasında şöyle bir konuşma geçer:
“ – Ay siz namaz mı kılarsınız?
- Evet
- Beş vakit mi?
- Evet
- Fazla gelmiyor mu?
Toplum adına buradan çıkarabileceğimiz sonuç; daima yaşadığı inanç alanının kudsiyetini telaffuz ettiği halde çok değişik sebeplerle kendi orijinine inemediği, yüz yüze gelemediği ve dolayısı ile hayatına bir üslup sağlayacak bilinç oluşturamadığı için inanç dünyası şimdilik toplumsal alanda ciddi bir kıymet ifade etmemektedir. Duygusal olarak bu ifadeye doğru diyebilmek üzcüdür ama vakıa, bir realite olarak maalesef önümüzde durmaktadır.
Tarihi ortamlar içinde devam ediyor gibi görünen kültür, toplum varlıkları, eski bütünlükleri içindeki yerleri ve anlamlarını, bu eski bütünlükler kırıldığı, parçalandığı için, yitirerek devam etmiş olabilir. Bir örnek verelim. İspanyol fethi öncesindeki Aztek ve İnka uygarlıklarındaki milyonlarca yerli insan, ispanyol fethinden sonra hayatta kaldı, üredi. Bugün mesela Meksika ve Şili’de yaşayan milyonlarca insan, ispanyollar Aztek ve İnka devletlerini ve uygarlıklarını kırmadan önce, Aztek ve İnka kültürlerini taşımış ve yeniden üremiş insanların torunlarıdır.. Bu insanlar mantıki olarak, elbette ki İspanyol öncesi uygarlığı, kültürü taşıyan ve yeniden üreten atalarından birçok kültür malzemesini devraldılar. Bu anlamda eski Aztek ve İnka kültürleri, bir şeyleri ile devam etti. Ama Aztek ve İnka kültürlerinin bütünlüğü kırıldığı için Aztek ya da İnka kültürü devam etmedi. Devamlılık, kırılmış bir eski bütünlüğün parçalarının, yeni eklemleşmeler içinde eskisine benzemeyen yeni bütünlükler oluşturarak devam ettiği bir bir devamlılıktı.[3]
İşte bizim üzerinde çokca konuştuğumuz ve kudsiyetine katılımda her kesimin paydaş olduğu islamî değerlerin algılanma ve yaşanılır kılma olgusu, maalesef bu gibi sosyolojik vakıalar ve bazı etkin belirleyiciler sebebiyle asıl kitabi metinlerle restleşir hale getirilmiştir. Böylesine kırılıp örselenmiş toplumun yeni bilinç önderleri de, elbette İbrahimî ya da Musa (a.s.) gibi sağlam bir duruş sergileyemedikleri için bulundukları zeminin sürekli kaygan olmasını kolaylaştırmışlardır.
Çoğu zaman kendilerine toz kondurulmayan ve ulviyet bile izafe edilebilen bazı kitle önderleri, yaşanılan olaylarda vahyin dikte ettiği değerleriyle modern toplumsal değerler arasında seçime zorlayıcı bir kırılganlık doğduğunda çok aceleci bir tavırla, yanlış anlaşılmaktan korkarak, kendilerini ezile büzüle affettirme telaşına düşüp rahatlama yolunu tuttular. Zaten göz kamaştıran bir ışıltıları da olmadığı için hep dışlanmak korkusuyla yaşadılar ve karanlıklardan daha karanlıklara doğru yol almayı sürdürdüler. Bu dönemler, Hatice’nin, Ümmü Habibe’nin ve Meryem’in efsununu bırakıp Eros’un şuhluğuna imrendiğimiz yıllardır ve o yıllar ne yazık ki, içinde bulunduğumuz zorlu çöküş geleneğimizin hazırlandığı hüsran yıllarıdır. Geleceğimiz, külütürel planda da gençlik demekti madem ki, öyle ise onlar adına yeni hedefler çizilmeliydi. Ama ne hikmetse gençlik, karşısında hep kolay yıkılacak tapınaklar buluyordu. Bu oluşumlardan biri de geçmiş kültürle mücadele adına kurulan halk evleridir.
Gençliğin halk evlerinde yepyeni bir rota bulması için sürdürülecektir bütün gayretler. “Asırların sakat din telakkileri” (CHP 1935 – s.37) ile mücadelede halk evlerinin her şubesi görevlidir. Aile toplantıları ile kadın ve erkeğin bir araya getirilmesine çalışıldığı gibi, danslarda da kadın ve erkeği bir araya getirenler tercih edilir. Kadının tiyatro oyununda sahneye çıkması desteklenir ve kadın rolleri asla erkeklere verilmez. Halk evleri kendi binaları ile bu “yeni” ve “modern” mimari zevkinin örneklerini oluşturur. Bu mimaride “Kubbe ve Kemerler” , “Cami ve Çeşme” modelleri ve kısaca doğuya ait motifler yer almaz. Yine bir telkin aracı olan halk evleri binaları üzerinde “Ne Mutlu Türküm Diyene” gibi vecizeler hem ulus fikrini aktarır hem de lâtin harfleri ile yeni lâik düzeni simgeler. Camiye alternatif bir toplanma mekanı olarak minarelerin arasında halk evleri kuleleri yer alır.[4]
Bazı kanaat önderlerine göre; Türk İslamındaki gerici unsurlar, yabancılardan alınmıştı. Cemal Gürsel, İranlı ve Pakistanlı gazetecilere, İslam’ın Arap diline kölelikten kurtarılması gerektiğini söyler. Çarşaf, kesinlikle Türk değildi. Refik Tulgaya göre; “Çarşaf kiliseden kalma bir alışkanlıktır ve müslümanlıkla hiç ilgisi yoktur. Zira ben İtalya da papaz kadınlarda da aynı tip çarşaflar gördüm. Bunun ancak gericilikle ilgisi olabilir “ diyordu. İslami gelenekleri Tulga’ dan daha iyi bilen İstanbul müftüsü ise; “Çarşaf kelimesi bile Türkçe değildir, kelimenin esası Acemce’den gelmiştir” diyerek bu konuşmaya hak veriyordu.[5]
Hatta bir dönemde Yüksek İslam Enstitülerinin yaptıkları boykot karşısında; “o da ne demek? Hz. Peygamber boykot mu yapmıştı? Elinde pankart yürüyüş mü yapmıştı?” diyerek din adına nereye taraf olduklarını açıkca gösterdiler. Diller böyle suskun olunca kafalarda da elbette karanlıklar homurdanacaktı. Şüphesiz ki, bu davranış biçimi onların kendilerini hem daha sosyal, hem de daha güvenli bulmalarını sağlıyordu. Mamafih Allah, hangi zeminde olursan olsun sahih iman sahiplerinin yalnızca kendisine güven duymalarını istiyordu; “ Allah kuluna kâfi değil midir? Durmuşlar da seni O’ndan başkası ile korkutuyorlar. Her kimi Allah şaşırtırsa, artık ona hidayet edecek yoktur.”[6]
“Ey insanlar! Allah’ın vâdi gerçektir, sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve o aldatıcı(şeytan) da Allah hakkında sizi kandırmasın”[7] dese de modern çağın paradigması içinde bu zayıf düşürücü çelişkiye modern müslüman çare bulmakta gecikmedi. Nice yiğit gönüller vardı ki, alışır oldular zillete. Asr-ı Saadet dönemi farklı özellikleri olan bir dönemdi dolayısı ile bu gün öyle bir anlayışı, öyle bir tarzı telaffuz edemezdik. Yani yine müslümandık ama yine de Musa’nın Firavun karşısındaki dimdik duruşunu şimdilik konuşmaya gerek yoktu. Zaten davranış biçimlerinin dîni kudsiyetinden son derece emindirler. Serapların örtüsü kaldırılmadığı için kendi sahte gözyaşlarını bile Eyyub’un billurdan göz yaşlarıyla karıştırdılar. Gerçekten de tablodaki resim budur, dahası, bazı entellektüeller Kur’an’ın âyetlerinin modern bilinçle uyuşmadığını, bir kısmı da realitede bir yerinin olmadığını söyleyip duruyorken bireyin vurgunlardan nasipsiz kalması düşünülebilir mi? Tarih okuyanlar bazı unutkanlıkların ya da bazı değerleri hoyratça elden çıkarıverişin bir süre sonra nasıl ağır mağlubiyetlere dönüştüğünü çok iyi bilirler. Tökezleyen bir at’ın yerinden zor doğrulduğunu da… Evet, bunun çok iyi farkında olmak gerekir, çünkü tarih; her önüne gelene mutlu bir yaşam’ı sokaklarda sebil gibi dağıtmıyor. Unutkanlığınızla güçsüz düşmüşseniz bunun darası da ağır olacaktır.
Yaratılmış insan, Rabbinin hiçbir şey ile uzlaşmaya ihtiyaç duymayacağını günü birlik siyasal endişelerini, statikoyu ve bireysel egolarını aşarak hissedebilmelidir. O vahyin getirdikleri, alnımızdaki tarihsel lekeleri temizleyebilecek başlı başına bir değerdir ve karşıtı yoktur. Onun ilahi bir kaynaktan besleniyor olmasının başlıca sebebi de budur. “ Bu bir kitaptır ki, onunla uyarman için ve mü’minlere bir öğüt olmak üzere sana indirdi. Öyle ise bundan dolayı göğsünde bir sıkıntı olmasın Rabbinizden size indirilene uyun. O’ndan başkasına uymayın, ne az öğüt alıyorsunuz?”[8] İşte özellikle 19. Yüzyıldan günümüze uzanan hayatı algılama modellerimiz, yukarıdaki âyet’in tam tersi olacak şekilde kitapla ayrı düşme ona karşı hassasiyetleri yavaş yavaş kaybetme tarzında tezahür etmiştir. Toplumsal bünyemizde sürekli oluşturulan gelişim modelleri toplumsal topoğrafyanın bütün katlarında çok zaman daha nefsî olanlara yaklaşma eğilimini aşamamıştır. Bu yüzden de karşımızda yanlış ve değersiz simetriler bulduk. Bireysel alanda bir türlü ortaya koymayı beceremediğimiz, çok zaman da, beraberinde ağır hayal kırıklıklarını bize taşıyan köklü davranış biçimlerimiz ne yazık ki, algılama problemlerimiz sebebiyle eni konu ağırlığı olan yüksek bir standardı bulamamıştır. Birey, sürekli masum ve hakları gaspedilen bir kimse olduğunu telaffuz ederek bundan masumiyet adına tarifsiz iç rahatlığı duyarken, diğer yandan da içinden bir türlü çıkamadığı o gülünç çelişkilerinin hiç göze batmıyor oluşu ayrı bir garabettir.
Bu sebeple güncel bazı tutkunu olduğumuz envanterleri de göz önüne alacak olursak söylemlerimizin dışında ne kadar uygunsuz ve aslında bize ait olmaması gereken bir yanılsama içinde olduğumuzu belki daha iyi fark edebiliriz. Yıllarımıza malolan ve nesillerimizi tümüyle yoksullaştıran bu yanılsama ancak, hayata dair kavramların Kur’an’a ait öğeler olarak tercih edilmesiyle aşılabilir ve istenilen yüksek toplumsal standarta yine bu yolla ulaşabiliriz. Fakat her gün onunla yaşamazsak bunu nasıl başarabileceğiz? Mesela, hergün kullandığımız adalet ve doğruluk v.s gibi kavramların Kur’an’a uygun düşüp düşmediğini bir kriterle ortaya koyamazsak hangi yol üzerinde olduğumuzu nasıl anlayacağız? Bu çok önemlidir çünkü, buradan çıkacak sonuç doğrudan doğruya bireyin hayatına bir karakter olarak etki edecektir ve onunla birey ya göz kamaştıran bir güzelliği bulacak ya da avuntularıyla teselli bulacaktır. “ İman edenler ve imanlarını zulüm ile karıştırmayanlar… İşte güven onlarındır ve doğru yolu bulanlar da onlardır.”[9]
Bu ise alışılagelinmiş cakalı bir gösterişin ötesinde özel bir çabayı ve yorulmayı göze alan, Rab ve kul ilişkisini sağlam bir kâideye oturtan ciddi bir mücadele disiplinini gerektirir. Bu manada bir kimliğe erip onu bir norm ve stil olarak sahiplenebilmek ise; geleneksel aile ocağı envanterimizde çokca bulunan “kelimelerle ve niyete dayalı Müslüman oluverme” kültürünün ötesinde, Rabbini iktidarında ve kullarını terbiye etmede tek hak sahibi görme uyanıklığı ile ilişkilidir. Eğer bugün olduğu gibi bir çok Nebi’nin hafızalarda kalan son izi de silinmişse ya da menkıbelerde tekrarlanan anılar olarak kalmışsa bu işi cidden ele almak zorundasınız. Aksi halde gündelik hayatımız sonunu bir türlü tatlıya bağlayamadığımız serinkanlı gündelik züppelikler olarak eriyip gidecektir. Mü’min daha derin kayıplara uğramadan donuk bakışlarına anlam kazandıracak, içine ferahlık verecek ve bütün uzviyetini mağrur küstahlıklardan arındıracak Furkan öğretisiyle yüzleşmek zorundadır. “ İnananların gönüllerinin Allah’ı anması ve O’ndan inen gerçeğe içten bağlanma zamanı daha gelmedi mi? Onlar, daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalplleri katılaştı, çoğu yoldan çıkmış kimselerdir.”[10]
Böyle bir kimliğin sahiplerini popüler dünyada kendi renkleri ile görebiliyor muyuz? Ben emin değilim. Onları çok defa “Oz Büyücüsü”[11] gibi ortalık yerde güvensiz ve tedirgin görmüyor muyuz?. Dikkat edin, hayatı, vahyin güven ve sürur veren tutkusuyla yaşamayı bırakmış mü’min’in artık son tangosudur bu.. Şurası daima hatırda tutulmalıdır ki; bizim hayatımız, herhangi bir sahnede oynanan tanıdık bir dramın çok daha ötesinde yüksek insani ideallere can verecek ve onu ölümsüz kılacak bir formu temsil eder. Dolayısıyla müslüman birey gündelik hayatında, en basit şekliyle kitabi söylemleri dillendiren kimseden çok, o kitabın öğretilerinin zihninde ve kalbinde yankısını bulan kimsedir. Mü’min, Belkıs’ın büyüsünü Rabbi’nin rahmetine yeğ tutmayan bir yürektir. Mü’min, her lâhza Kur’an’ın kafasında infilaklar yarattığı kimsedir. Rabbi’nin; “ Ey insan! İhsanı bol Rabbine karşı seni aldatan nedir?”[12] hitabı karşısında içinden bir türlü sıyrılamadığı zaaflarından utanç duyandır.. Önüne ne denli zorlu çıksa da engeller, ilmik ilmik tuzakları açandır.. Leyla gibi kara sevdalar değil, şehvetler sürülse de bedenlere Yusuf gibi Rabbine kulluğunu bulandır.. Ama ne yazık ki, köhnemiş modern mü’min’in kulluk vakarı yok, o yüzden yalnızca tafralar kalmıştır suratında. Önemli olan şudur; eğer yürekler viran olmuşsa ve Muhammedin getirdiği ahlaki öğreti tenhalara atılmışsa, sapmalar da o nisbette derin olacaktır. Bu durum sadece bireyin değil, bütün bir toplumun ve tüm ünitelerinin birer toz yığını haline getirilişi demektir. Düşünün, bir zamanlar âhi dervişlerinin kurduğu ve fetihlerin sembolü olan yeniçeri teşkilatını. Devlet-i Ebed Müddet’in o yenilmez gücü, Osmanlı’nın o efsane askeri teşkilatı da Muhammedi terbiyesini kaybediyor ve Payitahtı durulmaz bir sel gibi aklanmaz günahlar basıyordu. Kulluk kasr’ı’nın yıkıldığı ve inşirah’ ın işitilmediği, mushaf sahifelerinin kapatıldığı ama yine de Elhamdülillah’ın dudaklardan eksik olmadığı utanç dolu yıllar.. Üsküdarda Büyük iskele ve Balaban iskelesi, Galatada Çeşme meydanı, Tophane ve Salıpazarı tarafları, İstanbulda Unkapanı, Tahtakale, Yeni iskele, Bahçekapı, Yeniçeri erazil ve eşkiyasının arı kovanı gibi kaynaştığı yerlerdi. Buralarda güpegündüz ırz ehli kadın, kız, erkek çocuk şöyle dursun, eli yüzü düzgün koca delikanlılar bile geçemezdi. Buralardaki bekâr odaları hakiki manada birer cinayet ve fuhuş yuvasıydı. Hele Bahçe kapıda sur dışında boydan boya uzanan bekar odalarına “ Melek Girmez Sokağı “ adı verilmişti. 1812 veba salgınında Padişah II.Mahmud fırsattan istifade ederek, Üsküdar, Galata ve İstanbuldaki bütün bekar odalarını yıktırmış bu arada “ Melek Girmez Sokağında “ bir alay çocuklu fahişeler bulunmuş ve bu sokağın üzerine bir cami yaptırarak adını “ Hidayet Camisi “ koydurtmuştu.[13]
Evet, Yavuz’un halifeliği Ayasofya’da yapılan bir törenle kendisinden devraldığı Abbasi soyundan İslam halifesi Mütevekkil Alâllah’ın kadınlara düşkünlüğü sebebi ile bir süre Yedikule zindanlarına atıldığı düşünülürse[14] İçinde bulunulduğu söylenilen İslami hayatın nasıl bir çözülme gösterdiği daha açık anlaşılabilir. Uzun bir dönemde yarattığımız ve Kur’ani bütün aydınlıklardan sıyrılmış kültürel çöplük, bundan sonraki beşeri ilişkileri de güvenle paylaşamayacak ürkek bireyler yetiştirecektir.
Kur’an’ın bireysel unutkanlık sınırları içinde kalması, toplumsal bünyede bir süre sonra büyük sıkıntılar doğuracak yeni alışkanlıkların kapısını açar. Vahiy öğretisinin insan üzerinde etkili olan içsel terbiyesi gücünü kaybettikçe zahiri planda alınan tedbirlerin de hiçbir yaptırım gücü olmadığı görülecektir. Sosyal bir olgu olarak “din” kavramı çok büyük bir değişime zorlandığı süreçte bu öğretinin temel referans noktaları olan Rab ve Resul mefhumları da reel dünyadaki yerini kaybedince yeni mit’lerin oluşturduğu dünyadaki yaşama arzusu insanların asaletini yok sayarak onları sıradanlaştırır. Zıvanadan çıkmış yeni insan, medeniyetleri adeta tabletler halinde işlemiş dedelerini sırf kendi tutkularına ters düşüyor diye tanımazlıktan gelir. Anneannesinin kulluk bilinciyle örttüğü ve bir tür iffet ifadesi olarak kabullendiği baş örtüsünü o, türbe ziyaretlerinde ayıp karşılanmasın diye bir tür asrilik figürü olarak kullanacaktır artık. Bundan da gocunmayacaktır, çünkü; yaşadığı ve yaşatmaya çalıştığı hayatından Rabbini bütünüyle çıkartmış ve yerine yeni özençler koymuştur. Birey kendine ait engin gökleri feda ederken bundan sonra kitleler halinde yaşayacakları her türlü yozlaşmanın tarifsiz hüznünden de habersizdir. Zira yeni dünyanın yalnızca bedenlere hitab eden doyumsuz özenci estetik heyecanları ile bireyin saklı kalan bütün manevi kıymetlerini teker teker ezerek sıradanlaşmış bir yığın haline getirir. Onlar için artık kadim bir dine ihtiyaç yoktur. O’nun öğretilerine de… İnsanın manevi hayatına kısmen cevap verebilecek ve sosyal arzularına da ters düşmeyecek asrî bir dinin ortalık yerde bulunmasında hiçbir mahzur görülmez. İhtilal Fransasında Danton; “Kralı mahkum etmek istemiyoruz, öldürmek istiyoruz” der. Biz de nesillerimizi kutsal değerleriyle restleştirip yabancı podyumlarda yavaş yavaş öldürdük.. Aşk-ı ebedi’yi öğreten rahleler teker teker kırıldıkça birey, mülevves ve müsvedde bir hayatı yaşamaya başlar.
Hakikaten dikkat ederseniz o yıllardan bu yana toplumsal paniğin yılgınlığını hep sırtımızda hissettik. Kur’an’ın, insanoğlunun iffetine kadar uzanan terbiye ediciliği bırakılıp onun öğretisi yalnızca eskilerin masalı olarak dinlenmeye başlanınca, kazanılmış bütün şahsiyetini tüketen birey içindeki gizli kalmış ve ıslah edilmemiş bütün ihtiraslarını ortaya çıkarmaya başladı. Bundan böyle artık özlü değerlerini kaybeden birey farkında olmasa da yeni trajedi alanlarını belirleyecektir. Thomas Carly ne güzel ifade ediyor; İman büyük bir şeydir; her şeye can verir. Bir millet bir kere inanmaya başladı mı çabucak büyük verimli ve ruh yükseltici bir kuvvet olur. Muhammed (S.A.S ) denen insan değersiz bir kara kum denizi gibi görünen bir dünya üzerine düşmüş bir kıvılcım, tek bir kıvılcım gibi değil midir? Fakat bu kum denizi birdenbire bir barut yığını haline gelmiş, Delhiden Gırnata’ya kadar bir alev halinde parlayıp gökyüzüne yükselmiştir. Daha önce de söyledim; büyük adam daima gökten fışkırmış bir şimşektir, bütün insanlar onun yakalamaya hazır şeyler gibi beklerler ve o gelince de hep birlikte tutuşurlar. Evet Carly böyle söylüyor. İşte bizim yavaş yavaş kaybettiğimiz, tutuşmaya hazır olan cevherimizdi. Artık ârâf’ı falan istemiyorduk, bizler daha sonraları nedamet duyacağımız şekilde kutsal öğretilerden arınıyorduk. Ve arındıkça da kirleniyorduk… Bu gelinen tanımadığımız yabancı sokaklarda Allah’ın Resulünün ışıltılı ayak izlerini yeniden bulabilecek miyiz? Bilmiyorum. Ortalık yerde ideolojik azgınlıklar ve bireyi kışkırtan tamahkar çirkinlikler kol geziyor. Nerede bir yangın görürseniz bilin ki, orada tutuşan mücrim bir mü’min’in mihrabı vardır.
Bugün bana buyruklar yağdıran Kral; yalana çalan sözlerin susacak birgün.. Ebabiller önceleri yaptılar bunu ki; tevatür değildir.. Ve dilerim bir gün güneş, kabul görmüş bir dua gibi aydınlatsın yolumu.. Hayır, hayır sözüm bitmedi henüz, daha kuzgun gecelere söylenecek sözlerim var. Peki umutlarım yırtılır mı hiç? Yırtılacak olan elbette karanlıklardır… İşte o gün, göğün bütün burçlarını yakasına iliştirip hepsi senindir diyeceğim sevgiliye..
[1] Gilles Kepel / Cihat / s.135
[2] Yahya Kemal / Aziz istanbul / shf.121
[3] Yahya Sezai Tezel / Devamlılıklar Değişmeler ve Kırılmalar / Muhafazakarlık / shf.22
[4] Neşe F. Yeşilkaya / Kemalizm / Halk evleri / shf.117
[5] Feroz .Ahmad / Demokrasi Sürecinde Türkiye / shf.452
[6] Kur’an-ı Kerim / Zümer suresi / a.36.
[7] Kur’an-ı Kerim / Fatır suresi / a.5.
[8] Kur’an-ı Kerim / Â’raf suresi / a.2-3.
[9] Kur’an-ı Kerim / En’am suresi / a.82.
[10] Kur’an-ı Kerim / Hadid suresi / a.16.
[11] Oz büyücüsü eski Yunan mitoljisinde kendisini insanlara aynadaki yansımasıyla büyük gösteren, gerçeğini göstermekten korkan bir sahtekârdır.
[12] Kur’an-ı Kerim / İnfitar suresi /a.6.
[13] Resimli Tarih Mecmuası / clt.1 shf. 512.
[14] Mufassal Osmanlı Tarihi / Aktaran İbn Ayas tarihi /clt.2 shf.775.