Röportaj: Muhammed Turan ÇALIŞKAN
Nida Dergisi 119. Sayı – Ağustos / 2007
İlk önce insanı tanımakla başlarsak; malum olduğu üzere insan, sorumluluklar üstlenen, hemen her yerde öyle ya da böyle bu dünya ve ahiret algısına sahip, çalışan- kazanan, arayan, hayal eden, hayal ve beklentilerini elde etmek uğruna direnen, yenen-yenilen bir varlık… Bu çerçevede insanlığın kadim tarihinde ‘bekleme’ nin yeri ne olmuştur? Niye bekler, neyi bekler İnsanoğlu? Peygamberler, bu kurtarıcı beklentisine cevap olmuş mudur?
İnsan, yapısı gereği güçlü ve zayıf bir takım yönlere sahip olan bir varlık. İnsanın güçlü olan yönü aklını, iradesini kullanabilmesi ve bu çerçevede bir şeyler üretebilmesi, tasarruf sahibi olabilmesidir. Bu, insanı diğer tüm varlıklardan ayırt ediyor, daha mükemmel ve daha üst düzey bir seviyeye koyuyor ki Kur’an buna ‘en güzel surette yarattık’ diye atıfta bulunuyor. İnsanın, belki zayıf sayılabilecek -ki zayıf kavramını da biraz çekinceli olarak kullanıyorum- yönü ise şu; insan sürekli yaşantısında bir takım şeylerin eksikliğini, ihtiyacını hissediyor. Mesela sığınma, güçlü bir kudretin gereksinimini duyma, yakarış ve buna benzer özellikler… İnsan, sürekli yaşantısında birtakım şeylerin mücadelesini veriyor ve bu mücadeleler çerçevesinde ümit veya korku arasında bir takım duygular ve tavırlar tecrübe ediyor. Sürekli bir şeylerin beklentisi içerisinde olmuyor insan. Nedir bu beklenti? Örneğin, diyelim bir toplumda yaşıyorsanız değer verdiğiniz, sizden daha üstün ve güçlü gördüğünüz insanları memnun etme; o insanların size yönelik teveccühünü kazanma veya yaptığınız birtakım şeylerin takdir edilmesini bekleme… Buna karşılık belirli ihsanlar elde etmeye çalışma… Bütün bunlar insanların gündelik yaşantısında tecrübe ettiği ümit duygusunu oluşturuyor. Ancak beklentiler sadece bundan ibaret değil. Mesela yaptığı iyi davranışların, ileriye dönük olarak da kendisine bir artı değer olarak dönmesini bekleme veya tam tersine yaşadığı birtakım olumsuz tecrübeler veya haksızlığa uğradığı zaman bu haksızlıklar karşısında hakkının verilmesini bekleme de söz konusu. Bütün bunlar insanın beklentilerini oluşturuyor. Tabii insanın beklentileri şuana yönelik olabileceği gibi geleceğe yönelik de olabilir. Şuana yönelik beklentiler en basitinden insanın yaptığı birtakım şeylerin takdir edilmesi, haklarının verilmesi veya kendisine bir fayda olarak geri dönmesidir. Geleceğe yönelik ise, şuanda elde edemediği birtakım şeylerin gelecekte karşılığının elde edilmesi, alınması beklentisine dönüşüyor.
İnsan aynı zamanda birtakım kaygı ve korkularla da iç içe olan bir varlık. Bu çerçevede ümidin yanı sıra korku da insan yaşamında önemli bir duygu olarak karşımıza çıkıyor. Örneğin olumsuz bir şey yaptığında bunun kendisine bir olumsuzluk şeklinde dönmesi endişesini duyması… İslam korku ve ümide büyük önem vermekte ve ibadeti, insanın yaşantısındaki tavır ve davranışlarında, ümitle korku arasındaki bir itaat olarak açıklamaktadır. Burada sıradan bir itaatten ziyade hem birtakım menfaatler (Allah’ın rızası vb.) ümit etme hem de O’nun insandan razı olmamasından veya gazabından endişe duymasından, korkmasından bahsediyoruz. Dolayısıyla korku ile ümit arasındaki itaat duygusu ibadet dediğimiz durumu ortaya çıkarıyor.
Tabii insan yaşamındaki tüm bu tecrübeler sadece Müslüman bireyin değil insanlık tarihinde yaşayan bütün bireylerin tecrübe ettiği bir şey. Yani aslında bunlar evrensel olan şeylerdir. Bütün insanlarda sığınma, korkma, zulme ve kötülüğe karşı bir tepki ortaya koyma özelliği; menfaat elde etme, sevme ve nefret etme duyguları vardır. Ama bir şekilde bunların gerçekleşmesi veya nasıl gerçekleşiyor olduğu insandan insana, toplumdan topluma, kültürden kültüre değişir ki bu noktada da inançlar, gelenek – görenekler, toplumdaki genel kabuller ön plana çıkar.
Sorunuzun ikinci kısmına geçersek; Peygamberler bu beklentinin neresinde veya bu beklentiyi ne kadar karşılıyor? Hz. Âdem’den (as) itibaren Hz. Muhammed’e (as) kadar geçen peygamberler silsilesi içerisindeki rollerine baktığımızda peygamberler, insanlara Allah’ın dininin tebliğcileri, temsilcileri olarak bu dinin temel özellikleri olan hususları anlatan elçilerdir. Allah’ın dininin temel özelliklerine kısaca bakacak olursak bunu da birkaç ana noktada özetlemek mümkün: İlk insandan itibaren Allah’ın dininin en temel özellikleri tevhid akidesidir, adalet ilkesidir ve ahlaktır. Tevhid dediğimiz şey, yalnızca Allah’ın ilah olarak, tek üstün güç olarak kabul edilmesi ve insan yaşamının merkezine alınması; O’na hiçbir şeyin bu konuda ortak koşulmaması ve insanın bütün tavır ve davranışlarının, bütün tutumlarının kısaca bütün ibadetinin yalnızca Allah için olmasıdır. Adalet ve ahlak prensipleri de insanın bireysel ve toplumsal yaşamına tevhidin açılımını sağlar.
Bu mesajları sunan peygamberler, insanların günlük yaşantılarında hemen her gün tecrübe ettikleri işte o ümit ve korku arasındaki duygu ve davranışla bununla yakından ilişkili olan beklentileri doğru yönde temellendirmeye ve bu yöndeki beklentileri karşılamaya çalışmıştır. Yani insanın yaşamındaki beklentilerinin yanlış birtakım rehberliklerle, yanlış yollarla dumura uğramasını, insanı yanlışlara yöneltmesini peygamberler, engellemeye ve onlara doğru reçeteler sunarak o beklentileri yönden karşılamaya çalışırlar. Ama tevhidi merkeze almayan insanlar bu beklentileri yanlış yollardan karşılamaya çalışırlar.
Tarih boyunca gördüğümüz gibi çoğunlukla peygamberlerin hayatında insanların önemli bir kısmı maalesef peygamberlerin bu davetlerine, kendilerine ilettikleri mesajlara kulak tıkamışlar, karşı koymuşlar hatta bunlardan bir kısmı peygamberleri öldürme, toplumdan kovma veya dışlama yoluna gitmişlerdir. Genel olarak bakıldığında insanlık tarihi peygamberlerin tebliğ ettikleri hakikat yanlıları ile bunun karşısında olanların mücadelesinden ibarettir.
Anlatımınıza göre insanın beklentileri ve çabaları anlamında ümit ve korku dengesi önemli bir nokta olarak belirginleşiyor kanaatimce. Kurtarıcı düşüncesi arızi ve menfi bir şey midir?
Kurtarıcı fikri bütün insanlık tarihinde görülmektedir. Bunu çok basit bir örnekle ifade edeyim: Kendi yaşantısı içerisinde altından kalkamadığı hemen her konuda insanlar genelde bir kurtarıcı bekleme yoluna gitmişlerdir. Diyelim ki, günlük yaşantısında bir sıkıntısı var ve bunu çözemiyor. Kendi çözemediği zaman birileri çıksın, şu anda ya da ilerde bu sorunu çözsün diye beklemiştir. Herhangi bir zulümle, adaletsizinde karşılaştı ve hakkını alamıyor. Biri gelsin de o hakkını kendisine versin diye beklemiştir insanlar. Veya bir iyilik yapmıştır ama bu iyiliğin değerini ya da karşılığını görmemiştir -ya da görmediğini düşünüyordur- bir şekilde birileri bunun karşılığını kendisine versin diye beklemiştir. Ama bütün bu beklentilerinde ölüm sonrası bir yaşamda bunun karşılığını almak yerine şu anki yaşantısında birileri gelsin ve bunun karşılığını versin diye beklemişlerdir ki bu da insanlarda kurtarıcı düşüncesinin temelini oluşturmaktadır.
Tabi bu kurtarıcı düşüncesi birçok bağlamda olabilir; ahlaki, siyasi, dini anlamda veya ulusal-etnik anlamda olabilir.
Bu inanma biçimi veya beklenti, kadim inançların hangisinde daha köklü bir yer tutuyor?
Hemen hemen dünyadaki bütün inanç sistemlerinde ve dinlerde bir kurtarıcı bekleme fikri var. Tarihsel açıdan en kadim geleneklerden ortaya çıkan en yeni inanç sistemlerine kadar hemen hemen tamamında, örneğin Hristiyanlık’ta, Yahudilik’te, Hinduizm’de, Budizm’de, Çin dinlerinde, yerli kabile geleneklerinde, Aztekler, Mayalar ve İnkalar’da, Ortadoğu dinlerinde bir şekilde var. Her din biraz da kendi inanç sistematiğine, kendi teolojisi veya hakikat öğretisine göre bir kurtarıcı fikri ortaya koymuş, kutsal metinlerinde buna yer vermiştir. Aynı şekilde yaygın halk inançlarında kurtarıcı fikri üzerine sayısız mitoslar üretilmiş ve sayısız beklentiler bu çerçevede dile getirilmiştir.
Ele aldığımız mefhum mehdi, Mesih… gibi çeşitli biçimlerde adlandırılmakta… Bu bağlamda farklı dinlerin de (Yahudi, Hıristiyan, Müslüman) hemen tamamında böylesi inanışların ortak olduğundan ve farklı isimlendirmelerini aynı olguya işaret ettiğinden bahsedebilir miyiz? Örneğin “Mesih” ile “mehdi” kavram olarak aynı şeye mi tekabül etmektedir.
Kurtarıcı bekleme açısından bütün dinlerdeki beklentinin özü aynıdır; hepsinde zaman kötüye gitmektedir, ahlaki, siyasi, sosyal ve hatta doğal şartlar kötüye gitmektedir ya da daha dinî bir ifadeyle ‘ahir zaman’ yaşanmaktadır. Öyle ki kötülük, inançsızlık, felaketler gittikçe artmaktadır ve bütün bu zifiri karanlığın sonunda bir kurtarıcı gelecek, adeta düğmeye basacak ve o kurtarıcıyla birlikte bir anda bu kötü gidiş son bulacaktır. Ve bu kurtarıcı ile tabiri caizse bir altın çağın, inançlılığın, verimliliğin, huzurun, refahın, düzenin, barışın kapıları aralanacaktır ve dünyada yeniden bir iyilik dönemi tesis edilmiş olacaktır. Bu açıdan baktığımız zaman bu motif bütün dinlerdeki beklentinin özünü oluşturuyor. Ama kurtarıcıya verilen isimler, kurtarıcının içimliği, cinsiyeti, şekli- şemaili ve nerden çıkacağı gibi şeyler dinden dine farklılık arz eder. Kurtarıcıya verilen isimlere baktığımızda bütün bu isimlerin o dinin kendi kavramlarından türetilmiş olduğunu görürüz. Mesela Yahudi ve Hıristiyan geleneğinde ‘Mesih’ kavramı kullanılmıştır; çünkü Mesih zaten Kitab-ı Mukaddes’in, özellikle de Eski Ahit’in (Hıristiyanlar tarafından Yahudi kutsal metnine verilen isim) özellikle üzerinde durduğu bir kavramdır. Mesih, ‘yağlanmış İçişi’ demek. Yani bir bakıma ‘seçilmiş, takdis edilmiş kişi’ demektir ki, ‘Mesih’ ya da ‘Meşıh’ kavramı İbranicede krallar ve bazı peygamberler ile bazı seçilmiş şahsiyetler için kullanılan özel bir isimdir. Örneğin Yahudi kutsal kitabında Yahudileri Babil Sürgününden kurtaran İran’ın putperest kralı için bile “Mesih” ifadesi kullanılmaktadır. Burada kendisi için ‘Mesih’ ifadesi kullanılan İran kralının Yahudi olmaması gerçekten dikkat çekicidir.
İslam geleneğine baktığımızda ise, mehdi teriminin ön plana çıkarıldığını görürüz. Mehdi, hidayet kökünden gelen bir kavram; yani yine İslam’ın kendi içerisinden türetilen bir kavram. Diğer dinlere baktığımız zaman; Zerdüştlükte ‘saoşyant1’ terimi kullanılır ki o Zerdüşt’ün manevi oğlu olarak da nitelenir. Sabiilik’te “son kral” anlamına gelen ‘Praşai Ziva’ kavramı kullanılıyor. Sabiilere göre zaman sona yaklaştıkça savaşlar, mücadeleler artacak ve beklenen kurtarıcı kötülüğe karşı son bir savaş yürütecek. Bundan dolayı da adı son kral. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün… Yani her din ismi kendi kültüründen veya dinî literatüründen hareketle türetiyor.
Bir diğer önemli husus da şudur: Örneğin siyahî yerli kabileler hiçbir zaman bir beyaz Mesih/kurtarıcı beklemiyorlar. Çinliler hiçbir zaman çekik gözlü olmayan, sarışın mavi gözlü bir Mesih beklemiyorlar. Hatta şu da ilginçtir; Hıristiyanlığın beklediği Mesih, haliyle tanrı oğlu İsa’dır. Ama Batı Hıristiyan sanatına baktığımız zaman onlar da İsa’yı sarı saçlı, mavi gözlü falan resmediyorlar. Niye? Çünkü Kuzey veya Batı Avrupa’da yaşayan insanlar kendileri gibi bir kurtarıcı bekliyorlar. Demek istediğim herkes Mesihin şeklini, ismini hatta cinsiyetini kendi anlayışına göre yeniden dizayn ediyor.
Bunu neye bağlayabiliriz Hocam, sizin de bahsettiğiniz şekilde kendi dışındaki dünya ile alakalı çağ kötüye gidiyor, ahlaki yozlaşma aldı başını gitti vs. şeklinde tespit yapabilen insan neden aynı dünyaya yönelik çözümü kendisi dışında arıyor?
Sokrates, Platon, Ksenophanes gibi Eski Yunan filozofları, Eski Yunan tanrıları panteonunu yorumlarken, insanların kendi yapılarına, görünümlerine ve niteliklerine uygun tanrılar ürettiklerine dikkat çekerler. Zeus örneğin; güçlü, kudretli bir kraldır. Afrodit güzel bir kadındır. Zeus’un karısı Hera, kıskanç bir kadını simgelemektedir. İşte insanlar hep kıskançlık, güçlülük, çirkinlik, güzellik gibi kendi özelliklerinden hareketle tanrılar ya da tanrıçalar üretmiştir.
Az önce değindiğim gibi, bilinmeyen konusunda peygamberler insanların önüne doğru reçeteler sunuyor. Elinde doğru reçete, doğru bir hidayet rehberi olmayan insan ne yapıyor; kendi tecrübelerinden hareketle birtakım beklentilerini karşılamaya çalışıyor. Kendi tecrübeleri nedir? Kendi duyguları, düşünceleri, hasletleridir… Mesela, günümüzde televizyon sinema dünyasında bir Heman, Superman tiplerini düşünün. Aslında bu, Amerikan toplumsal yapısının ürettiği bir süper insan modelidir. Bir bakıma süper kurtarıcılardır bunlar. Ama bu kurtarıcılar referanslarını tamamen Amerika toplumundan alırlar. Tüm bu çizgi filmlerle insanlar içindeki duygu ve düşünceleri dışa yansıtmaktadır aslında. Dolayısıyla bunları sadece bilim kurgu veya fantezi türü bir şey olarak düşünmemek lazım…
“Kurtarıcı düşüncesi” büsbütün olumsuz bir şey midir yoksa olumlu yanları var mıdır?
Olumsuz veya olumlu, neyi kastettiğimize bağlı. Biz, İslami gelenekten, bilhassa Kur’an’dan hareketle şunu biliyoruz: Bütün peygamberler kendi yaşantılarında insanlara tevhid, adalet, ahlak gibi bir takım ilkeleri vazetmişlerdir ama zaman zaman insanlığın geleceğine yönelik birtakım şeyler konusunda da insanları uyarmışlardır. Mesela yaklaşan kıyametle, hesap günü ile insanları uyarmışlardır. Cennet veya cehennem konusunda insanları bilgilendirmişlerdir ve insanlara ‘ayağınızı denk alın’ demişlerdir. Bundan dolayı Allah’ın insanlara öngördüğü inançlar arasında Allah’a imandan sonra ikinci sırada ahirete iman gelmektedir. İman esaslarının birbirinden adeta ayrılmaz iki temel kıriteridir bunlar. Ve ahirete iman o kadar güçlü bir şekilde vurgulanır ki, burada insana verilmek istenen temel mesaj, ahiretin mutlaka yaşanacak bir tecrübe olduğu ve dolayısıyla şu anda ayağını denk alması gerektiğidir. Peygamberlerin yine insanlara yönelik verdiği gelecekle ilgili bilgiler içerisinde kendisinden sonra Allah’ın insanların arasından birtakım uyarıcılar göndereceğini müjdelemesidir. Bu da geleceğe yönelik bir mesajdır. Biz Hz. Peygamber’in şahsıyla ilgili Kur’an ifadelerini biliyoruz. Hz. Peygamber’den önceki resullerin kendi mesajlarında onu müjdelediklerini ve adının Ahmet olacağını bile söylediklerini biliyoruz. Yani dolayısıyla aslında Hz. Peygamber’in önceki bir takım vahiy metinlerinde geleceğinin müjdelenmesi. Tabii bu dediğim ilahi vahyin çerçevesinde bir bilgilendirme. Yoksa peygamberler geleceği kesinlikle bilmez. Çünkü Allah diyor ki: “Sen onlara de ki: Ben gaybı bilemem. Ben sadece Rabbimin bana bildirdiğini bilirim.” Yani onlar vahyin kendilerine bildirdikleri kadarıyla geleceği bilirler. Bundan dolayı da peygamberler aldıkları vahiy çerçevesinde Hz. Peygamber’i müjdelemişlerdir. Bu yönüyle, insanlara bu dini anlatacak, onları doğruya kavuşturacak ve bu dinin mücadelesini verecek olan bir şahsın müjdelenmesi farklı bir şey. Bu diğer dinlerdeki kurtarıcı beklentisi gibi bir şey değildir.
“Kurtarıcıyı bu kategoride de düşünebilir miyiz?”. Bazıları bu yönüyle değerlendirmek istiyor. Böyle düşünecek olursak o kurtarıcı zaten geldi. O, Hz. Peygamber’di. Geldi, insanlara mesajı anlattı ve her peygamber, her insan gibi vefat etti. Onun mesajı, örnekliği ve getirdiği din ise şu an geçerli ve kıyamete kadar da bu özelliğini sürdürecek.
Bu inancın bizdeki köklerini irdeleyebilir miyiz biraz… Peki, İslâm bu inancı beslemiş midir? Peygamberlerin, İslâm inancının cevabı ne olmuştur sizce?
Bu konuda Kur’an’da çok önemli iki ayet var: “Bir kavim kendini değiştirmedikçe biz onları değiştirecek değiliz.” Bunun bize verdiği mesaj şudur: Siz kendinizi değiştirmedikçe Allah sizi değiştirmez. İki yerde geçen bu ayet, İslam’ın, diğer dinlerde var olduğu tarzda kurtarıcı bekleme düşüncesinin önündeki en büyük cevabıdır. Çünkü kurtarıcı bekleme düşüncesinde şöyle bir mantık var: “Şu anda insanlar öyle bir ortamda yaşıyorlar ki kötülük gittikçe ayyuka çıkıyor, ahlaken, inanç olarak hatta hatta doğal olarak felaketler birbirini izliyor. Ama ileride, yakın bir tarihte birisi gelecek ve insanları adam edecek. Diyecek ki ‘Dur ey kötülük!’. Kötülüğe karşı bir savaş yürüterek ahlakı getirecek, inancı ve inananları yeniden egemen kılacak ve hatta doğal dengeyi düzeltecek.” Bu kurtarıcı bekleme fikri sadece ahlak veya inançla ilgili değil. Birçok gelenek diyor ki mesela, “kurtla kuzu kardeş olacak, hiç kış mevsimi yaşanmayacak, her zaman bahar olacak, depremler tamamen bitecek, yeryüzünde müthiş bir bolluk olacak…”. Yani doğal düzen bile iyi yönde değişecek diye bekliyorlar. Oysa Kur’an-ı Kerim bize ne diyor: “Siz kendinizi değiştirmedikçe Allah sizi düzeltecek değil”. Yani insan kendi yaşadığı ortama bizzat kendisi müdahale ederek, tabiri caizse taşın altına elini sokup kendisi kötülüğe ve yanlışa dur diyerek hareket etmezse ilahi bir irade aleme müdahale edip de insanlığı düzeltmeyecek. Cenab-ı Hak bize bunu belirtiyor. Ve bu iki ifade kesinlikle kurtarıcı bekleme düşüncesinin, bir Mesih veya mehdi fikrinin aslında Kur’an-ı Kerim tarafından onaylanmadığını, Kur’an’ın buna kapıyı kapadığını gösteriyor.
İkinci bir nokta şu; geleceğe yönelik beklentiler inanç esasları içerisinde çok önemlidir. Bu yüzden dedik ya ahirete iman Allah’a imandan sonra en sık vurgulanan iman esasıdır. Kur’an-ı Kerim’in hiçbir yerinde “Biz bir kurtarıcı göndereceğiz. Gelecekte birisi gelecek, şunu düzeltecek” gibi bir ifade kesinlikle yok. Kur’an-ı Kerim Hz. Peygamberle ilgili olarak ‘peygamberlerin mührü, son peygamber’ yani ‘hatem’ün- nebi’ ifadesini kullanıyor. Kur’an son vahiydir, insanlığa iletilen son mesajdır. Daha da önemlisi Kur’an-ı Kerim’de ne diyor; “Bunu biz indirdik biz koruyacağız”. Kıyamete kadar bakidir yani. Dolayısıyla Kur’an’ın, kıyamete kadar baki olan Allah’ın valiyi olması, O’nun mesajının kıyamete kadar geçerli olması, Hz. Peygamber’in âlemlere rahmet olarak gönderilmesi ve son peygamber olmasını yan yana koyduğumuz zaman artık Hz. Peygamber’den sonra yeni bir kişinin Allah tarafından gönderilmeyecek olduğu sonucuna ulaşırız. Gönderilmesine gerek de yok, ihtiyaç da yok. Şayet gönderilecek olsaydı Kur’an-ı Kerim o konuda bize bilgi verirdi. Kaldı ki Allah bahsettiğimiz iki ayette de diyor ki: kendiniz adam olursanız ben sizi düzeltirim yoksa sizi kesinlikle düzeltmem.
Kur an böyle demesine rağmen Kur’an’ı anlamak ve yaşamakla mükellef olan Müslümanların birçoğundan da bahsettiğiniz kurtla kuzunun kardeş olması türünden söylemlere rastlayabiliyoruz. Hatta buna ciddi ciddi inanılıyor. Kur’an’a göre iman etmiş bir insanın bunları dillendirmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Az önce tarihsel köklerine değindik lâkin biraz da rivayet temelinde konumuzu ele alırsak; insanların böylesi inanışlara ve beklentilere meyletmesinde rivayetlerin etkisi ne boyuttadır?
Bizde bu Mesih ve mehdi beklentisi İlci ayrı beklenti şeklinde gerçekleşiyor. Biliyorsunuz Mesih ayrı mehdi ayrı. Mesih, Hz. İsa’nın yeniden yeryüzüne gelecek olmasıyla ilgili bir beklenti. Mehdi de Hz. İsa’dan farklı olan ama Hz. İsa ile birlikte yeryüzünde mücadele edecek olan ikinci bir şahsiyet olarak düşünülüyor. Aslında aynı özelliklere sahip olmakla birlikte ikisi birbirinden ayrıştırılıyor. Bu beklentilerin en önemli kaynağı ise bir takım hadis metinleridir.
Mesih’le veya Mehdi’yle ilgili beklentilerin İslam’ın erken dönem tarihinde Hicaz bölgesi civarında yaşayan Yahudiler, Hıristiyanlar, Mecusiler ve Sabiiler gibi farklı inanç mensubu insanların inançlarında çok önemli yer tuttuğunu biliyoruz. Mesela Yahudilikte Mesih’in geleceğine iman, iman esaslarından bir tanesidir. 13 maddelik Yahudi amentüsünden bir madde “Mesih’in geleceğine iman ederim!” şeklindedir. Hıristiyanlıkta Mesih’e iman ise dinin özüdür zaten. Bırakın iman esaslarından bir maddeyi, bütün iman esaslarının özüdür. Mesih’e iman – ki Mesih İsa’nın kendisine verilen isimdir- onun ölmediği, hiçbir zaman ölmeyeceği -çünkü tanrının oğludur- yeryüzünde ölmüş olsa da yeniden dirilip göğe çıkmış olduğuna imandır. Ve yeniden gelecektir. Hıristiyanlık buna Mesih’in İkinci Gelişi ya da paraousia inancı adını veriyor. Bu Hıristiyan ilahiyatının en temel hususlarından birisidir. Mesih’in şuanda Baha’nın sağ tarafında oturuyor olduğu ve uygun bir zamanda yeniden yeryüzüne gelip insanları yargılayacak olduğu düşüncesi çok önemlidir. Bu yargılamadan sonra altın çağın başlayacağına inanılmaktadır.
Aynı şekilde Mecusilik’te Saoşyant inancı çok güçlü bir şekilde mevcuttu. Ve Sabiilik’te de ‘son savaşçı’ dedikleri Praşai Ziva inancı mevcut. Yani bütün bu toplumlarda ama özellikle de Hıristiyanlık ve Yahudilikte bu inanç vardı. Ve İslam, işte Hz. Peygamber’in vefatının hemen sonrasında Suriye’de, Mısır’da, Filistin’de, İran’da ve Anadolu’dan kuzey Afrika ülkelerine kadar yayıldığında buralarda yaşayan halk bu inanç sistemlerine bağlı durumda. İslam egemenliğiyle birlikte bu insanlar bir şekilde ya Müslüman oluyor ya da İslam egemenliğinde yaşayan birer birey haline geliyor. Din değiştirmek gömlek değiştirmek gibi basit bir şey değil. İnanç değiştirmek gerçekten çok zor bir şey. Ve insan eski inançlarını, eski kabullerini ve red- lerini kolay kolay değiştirmiyor. Hatta bazen bilinçdışı olarak bunların etkisi insan üzerinde devam ediyor. Öyle ki mesela insan bir dinden başka bir dine girdiği zaman eski inancına ait izleri, yorumları, gelenekleri oraya taşıyor. Örneğin bu çerçevede Yahudi ve Hıristiaynlığa ait çeşitli unsurlar İslam geleneğine taşınmış, hatta tefsir kaynaklarına sirayet etmiştir. Bundan dolayı tefsirde bizim ‘israiliyyat’ dediğimiz çok önemli bir alan ortaya çıkmıştır ki o da şudur; Kur’an’ın, kendilerine göre açık bıraktığı, bilgi vermediği konuları Yahudi ve Hıristiyan materyaliyle doldurmak. Yine Kısas-ı Enbiya adı verilen, peygamberlerin kıssalarını konu alan kitaplara baktığınız zaman enteresan şeylerle karşılaşırsınız. Diyelim ki Hz. Yahya ile ilgili Kur’an’ın verdiği bütün bilgileri toplasanız birkaç cümleyi geçmez ama Hz. Yahya ile ilgili koca bir kitap yazılmıştır. O koca kitap hangi bilgiler kullanılarak derleniyor? Yahudi ve Hıristiyan literatüründe ne kadar bilgi varsa alınıp dolduruluyor.
Özellikle mehdi ile ilgili hadislerin zayıflığı dikkati çekiyor. Ama Mesih ile ilgili hadislere baktığımız zaman Buhari, Müslim gibi birçok kaynakta da geçiyor bu hadisler. Sahih hadis kaynakları olarak bilinen kitaplarda geçmesine rağmen bu hadisleri sadece senet yönünden değil içerik yönünden ve o hadislerin muhtevasının siyasi ve sosyal açıdan bizlere neyi anlattığıyla ilgili analizler yaptığınız zaman çok ilginç şeylerle karşılaşıyorsunuz.
Bu hadislerde geçen coğrafi terimlerle siyasi imada bulunulan kavramlar ve isimler bize bu metinlerin ait oldukları döneme ilişkin ilginç ipuçları veriyor. Örneğin bazı metinlerde Şam geçiyor, İstanbul geçiyor, Yemen, Sana geçiyor. Bazı hadislerde Mesihle ilgili olarak Ümeyye Camii’nden ve Şam’dan bahsediliyor. Ak Minare’den bahsediliyor. Oysa Şam, Hz. Peygamber döneminde henüz Hıristiyan bir merkez ki o dönemde Ümeyye Camii diye bir cami yok ve bu caminin olduğu yerde bir kilise var. Yanında da Romalılar döneminden kalma bir putperest tapınak… Şimdi niçin Ümeyye Camii veya niye Şam? Bunun cevabı çok ilginç gerçekten. Çünkü biz biliyoruz ki Şam Emeviler döneminde Muaviye ile birlikte bir devlet merkezi haline geliyor. Niye İstanbul? Neden bazı metinlerde geçtiği gibi İstanbul’un kuşatılması? Çünkü Emeviler döneminde iki defa İstanbul’a yönelik sefer söz konusu. İşte bütün bunları analiz ettiğimiz zaman aslında bu hadisler bize ait oldukları dönemin siyasi atmosferi ile ilgili bilgiler veriyor. Bütün bunlar bir tarafa, kimi metinlerde Mesih veya mehdi tanımlamaları yapılırken adeta nokta tanımların (boyu, rengi vs.) yapılmış olması göze çarpıyor. Bundan dolayı da biliyorsunuz tarihte bir sürü Mehdi ve Mesih çıkmıştır piyasaya. Ki hatırlarsanız Türkiye’de benim bildiğim Mesihlik iddiasıyla ilgili en son konuşulan isim Hasan Mezarcı’ydı. Ama ilginçtir; Mesih’e inanan hiçbir insan Haşan Mezarcı’ya inanmadı. Neden inanılmıyor bu da ilginçtir.
Tarihte buna benzer birçok Mesih veya mehdi vakası yaşanmıştır. Belirli hadisler önce üretilmiştir ve hemen arkasından belirli tip insanlar ben Mesih’im ya da Mehdi’yim diye piyasaya çıkmıştır. Dediğim gibi bu tür hadis kaynakları bu yaygın beklentilerin en önemli referansını oluşturuyor. Ama ondan da önemlisi, İslam’ın yayıldığı dönemlerde insanlar zaten buna inanıyor. Yani Hıristiyan, Yahudi, Maniheist, Sabii, Mecusi kültürün yerleşik bir geleneği var zaten. Dolayısıyla insanlar alıp bu geleneği devam ettiriyor.
Hz. Ömer’in Hz. Peygamberin vefatı ertesinde hüznünden “o ölmedi, geri gelecek” şeklindeki çıkışıyla, Pavlus’un Antakya’da insanlara ‘İsa ölmedi, geri gelecek’ şeklindeki söylemi ve bu söyleminin çok hızlı bir şekilde yaygınlık kazandığını göz önünde bulundurursak, insanların böylesi bir şeyi umut etme veya kendileri için önemli birinin ölümünü kabullenmemeye yönelik psikolojik durumları, bu inancın çok hızlı bir şekilde kabullenilmesi ve yaygınlık kazanmasına sebeptir diyebilir miyiz? Ve bahsettiğimiz İsrailiyyat’ın krıtiksiz kabul edilmesinde bu durumun etkisi nedir?
Bence sadece o psikolojik yöne bağlamamak lazım. Ama Hıristiyanlarda Antakya cemaati ve Pavlus’un Hz. İsa ile ilgili yorumlarında bu var. Zaten önceki kültürlerde insanların, belirli yarı ilahi ya da ilahi figürlerin yeryüzünde bedenleştiği, bir müddet yeryüzünde yaşadığı ama yeryüzündeki yaşamlarının sonu olan ölümlerinin sadece sanal bir ölüm olduğu, çünkü onların gerçekte ölümsüz olduğuna inanılmaktadır ve öldükten hemen sonra tekrar dirilip göğe çıktığı ve ileride tekrar geleceği yönünde bir yönleri var. Eski Roma veya Yunan vatandaşı Hz. İsa’nın yaşadığı dönemde Sezar adını verdikleri imparatorları için bu bahsettiğim şeye inanıyorlar. Bundan dolayı zaten Sezarlar öldüğünde hemen onun heykelini yapıp tapmakta bir köşeye koyup tapınmaya başlıyorlar. Çünkü o tanrı olduğu için zaten ölümsüz. Yeryüzüne sadece ilahi bir misyonu insanlara anlatmak için gelmişti, onu anlattı, ayrıldı. Ama o ölmedi gerçekte.
Haliyle bu düşünce, özellikle Antakya cemaatinin Hz. İsa’nın vefatı sonrası dönemde Hz. İsa ile de ilgili böyle bir yorumda bulunmalarına referans oldu. Ama tabi bunda şunun da etkisi var; insanlar Hz. İsa’ya, o gelecekti ve her şeyi düzeltecekti şeklinde bağlanmıştı. Aslında gerçekte Yahudilerin beklediği Mesih O’ydu. Yahudilerin beklediği Mesih Hıristiyanlıktan şu yönüyle farklı idi; Yahudiler diyorlardı ki “Bir Mesih kral gelecek!”. Nasıl bir kral? Davut gibi bir kral. Hatta Davut’un soyundan olacak. Gelecek, İsrailoğulları’nın başına geçecek ve tekrar kahraman bir kral olarak bütün düşmanlarını ayaklar altına alacak.
Dünyevi bir otorite yani…
Tabii. Böyle bir kral gelecek diyorlardı ve bundan dolayı da Mesih beklentisi Yahudilikte çok güçlüdür, ki hala çok güçlü. Şimdi de diyorlar ki: ‘Mesih gelecek, İsrail’i kuracak, Arz-ı Mev’ud’a bizi döndürecek, düşmanlarımızı affedecek’
Mesela şu an Amerika’da bazı Siyonist teşkilatlar var ve bunlar ilginçtir İsrail’e karşılar. Neden karşılar? Siyonist olmadıklarından falan değil. Şundan dolayı karşılar; bunlar diyorlar ki “İsrail’i Mesih kuracaktı. Siz Mesih öncesi kurdunuz ve Mesih’in gelişini geciktirdiniz”. Dolayısıyla bunlarınla din dışı bir şey. Bundan dolayı karşı çıkıyorlar. Yoksa zavallı Filistinlileri orada eziyorlar, topraklarını alıyorlar diye değil.
Burada Hıristiyanların en azından bir kısmı Yahudilerin bekledikleri bu Mesih’in Hz. İsa olduğunu düşünüyordu. Hatta bundan dolayı ona İsa Mesih adı verilmişti ki, Mesih ‘kutsanmış, takdis edilmiş’ demek. Ve bu anlamda sadece gelecekte kral olarak geleceklere değil, peygamberlere de verilen bir isimdir. Mesela Kur’an-ı Kerim de ‘İsa Mesih’ ismini kullanır. Ama Kur’an’daki kullanım onun seçilmiş bir peygamber olduğundan dolayıdır.
Ve onlar tabi hayal kırıklığına uğradılar; Hz. İsa’nın genç yaşta üstelik ansızın ölümü ve mesajının umulduğu kadar yaygın alanlara ulaşmaması ciddi bir hayal kırıklığı oluşturdu. Ve bu hayal kırıklığıyla onlar ‘Hayır o ölmedi’ demeye başladılar. Bu defa Romalıların, Yunanlıların kendi putperest inançları çerçevesinde ürettikleri yeryüzüne gelip bedenleşen, ölen ve tekrar dirilip göğe çıkan kurtarıcı motifini İsa’ya giydirmeye çalıştılar. Hz. Peygamberin (as) vefatı hadisesinde Hz. Ömer’in tavrında da Hz. Muhammed’in (as) geri geleceği argümanı görülüyor ve bu tavır sanki Hıristiyanların Hz. İsa ile ilgili inançlarına benzer bir yaklaşım gibi görünüyor ilk bakışta. Çünkü Hıristiyanlar, Hz. İsa’nın geri gelecek olduğuna inanıyor. Ama Hz. Ebubekir orada ne diyor; ‘Hayır!’ diyor ve ‘Muhammed ancak bir insandır. O ölür veya öldürülürse gerisin geri mi döneceksiniz?’ ayetini okuyor. Nitekim Hz. Ömer bu olayı anlatırken de ‘Vallahi o anda o ayeti sanki ilk defa duyuyor gibiydim.’ diyor.
Yeri gelmişken, beklenen Mehdi hususunda Sünni ve Şii inanışındaki ortak yönden bahsedelim isterseniz. Şia’nın buraya yakın kayıp imam inancı konumuzla örtüşmekte midir?
Tabi bu mehdi, Mesih veya bir kurtarıcı beklentisi toplumdan topluma farklı etkilere sahip olmuştur. Örneğin birçok toplumu bu beklenti pasifize etmiştir. Nasıl? Diyelim ki şurada bir kötülük olmuştur. Çıkıp diyor ki ‘boşver sen, bırak. Zaten mehdi gelecek, kurtarıcı gelip onu halledecek. Ben niye uğraşayım’. Bu, insanları atalete itmiştir. Adeta ‘Biz kendi işimize bakalım, sosyal yapıdan elden geldiği kadar el-etek çekip kendi münzevi yaşantımıza bakalım. Nasıl olsa mehdi gelecek’ düşüncesine itmiştir birçok toplumu. Hıristiyan münzeviliğinde de böyle. Mesela onlara göre de ‘İsa Mesih gelip zaten insanları yargılayacak. Dolayısıyla bu dünyada çok fazla şey yapmanın anlamı yok.’ Tabii bunu besleyen birtakım inançlar da var. Bunlardan biri de ‘herkes altında yaşadığı otoriteye itaat etsin. Tanrı’dan kaynaklanmayan hiçbir otorite yoktur. Kim otoriteye karşı çıkarsa Tanrı’ya karşı gelmiş olur. İsa Mesih geldiği zaman bütün otoriteleri onlardan alıp kendi elinde toplayacaktır.’ Bundan dolayı Hıristiyanlık tarihinde çoğu zaman toplumlar pasifize edilmiştir.
Ama bazı toplumlarda da tam tersine bu inanç bir bakıma toplumları diri tutan, onlara aktivite kazandıran bir inanç olmuştur. Ehli Sünnet ile Şia arasındaki karşılaştırmayı yaptığım zaman ben bunu görüyorum. Ehli Sünnet’te Mesih-Mehdi beklentisi toplumu pasifize eden bir beklenti olmuştur. Şia’da ise tam tersine toplumu canlı tutan bir beklenti olmuştur. Neden derseniz? On ikinci imam beklentisi şunu içeriyor; kayıp imam (mehdi-i muntazar) gelinceye kadar ona uygun ortamı hazırlamakla yükümlüyüz. Yani bütün bu Ayetullah-i uzmalar ve din kurumlarının görevi on ikinci kayıp imam gelinceye kadar vaziyeti idare etmek ve ortamı ona uygun hale getirmektir. Dolayısıyla bu Şia kültüründe müthiş bir radikalizme ve aktivite ortamının oluşmasına ortam hazırlamıştır.
Kayıp imam beklentisi zaten Şia’nın genel siyasi görüşleriyle yakından ilişkili olan bir beklentidir. Çünkü Şia için başlangıçtan beri yönetim/idare işi, sadece Müslümanların seçimleriyle veya Müslümanlar arasındaki en liyakat sahibi kişinin başa geçmesi şeklinde değil de verasetle ve vasiyetle belirlenen bir şeydir. Verasetle belirlenmiştir, işte Hz. Peygamber soyu. Vasiyetle belirlenmiştir çünkü Hz. Peygamber bizzat vasiyet ediyor onlara göre. Şia, Hz. Peygamber’e yönelik ’Rabbinin sana indirdiğini insanlara beyan et ve bu konuda insanların kınamalarından korkma’ ayetinin aslında Hz. Ali’nin Peygamber’den sonra işbaşına geçmesini içeren bir ifade olduğunu düşünmektedir. Dolayısıyla böyle ilahi bir belirleyicilik yani bir nass yönü olduğunu da söyler.
Nass diyorsunuz da Hocam, biraz daha detaylandırırsak; bunu nasıl temellendiriyor?
Burada bunun nasıl temeli olabilir ki? Diyor ki ‘Bu ayetin nüzul sebebi o idi. Bundan sonra Peygamber Hz. Ali’nin elini tuttu ve dedi ki: Ali bendendir, ben Ali’denim. Kim Ali’ye şöyle yaparsa bana yapmış olur, Kim bana şöyle yaparsa Ali’ye yapmış olur” diyor.
Rivayetlerle temellendirme noktasında Ehli Sünnet ve Şia’nın farkı yok gibi ?
Farkı var tabii. Ehl-i Sünnet genelde hadislerle temellendiriyor. Gerçi ayetlerle de çok dolaylı yoldan temellendirmeye çalışıyor. Hz. İsa ile ilgili işte o ‘Yahudiler onu öldürdük astık dediler. Onlara öyle gösterildi. Oysa gerçekte Allah onu kendi katma yükseltti’ ayetini veya ‘’İsrailoğulları’ndan hiç kimse yoktur ki ölümünden önce ona iman edecek olmasın.’ gibi ayetleri bağlamlarından da kopartarak dolaylı yoldan delil göstermeye çalışıyor. Yani Ehl-i Sünnet’te de var Kur’an’dan delillendirmeye çalışma. Sonuçta hem Ehl-i Sünnet’te hem Şia’da, inancı bir şekilde dini nasslarla temellendirme argümanı var. Ama bütün bunların gerçek anlamda birer sündürmeden, zorlanarak yapılan birer tevilden ibaret olduğunu görüyoruz.
Ehl-i sünnet-Şia ayrımı yapmadan İslam âleminin bugünkü durağanlığıyla ilgisi var mıdır?
Doğrudan bir ilişki yok tabii. Ehl-i Sünnet içerisinde bu beklenti genel anlamda bir pasifizme yol açtı dedim ama yaklaşık 1500 yıllık İslam tarihini gözümüzün önüne getirelim. Örneğin Emeviler, Abbasiler hatta Osmanlılar dönemi gibi bir çok dönemde Miislümanlarda böyle bir pasifizm, katı kaderci bir anlayış yok. Fütuhat hareketlerini düşünün; Müslümanlar Endonezya’ya, Atlas Okyanusu’na kadar gitmiş. Siyasi yönden mükemmel yapılar oluşturmuşlar. İlmi yönden doğayı anlama, doğayı işleme gibi konularda birçok ilklere imza atmışlar. Düşünce yönünden büyük işler yapmışlar. Bütün bunları yabana atmamak lazım. Dolayısıyla geneline baktığımız zaman ne Ehl-i Sünnet’te ne Şia’da böyle bir atalet yok. Ama kendi içerisinde baktığımız zaman bu inanç, Ehl-i Sünnet’te zaman zaman ortaya çıkan kaderci anlayışlara bir gerekçe de olmuştur.
Hocam, biraz Hıristiyanlığın nasıl inandığı üzerinde duralım… Hıristiyanlarda durum hiç de kuru bir beklenti şeklinde değil gibi? Ve hep dillendirilen bir şey; Batı teknik vs. olarak çok ileride ve tabiata/eşyaya yaklaşımı da “güç” merkezli; bu anlamda bir Batı kibri ve müstağniliği söz konusu. Bunun karşısında ise aşağılık kompleksine sahip ve kendisini güçsüz kabul eden bir kitle var. Bu iki grubun “kurtarıcı bekleme” tavırları aynı mı olacaktır?
Dediğim gibi Hıristiyanlık içerisinde kurtarıcı bekleme fikri çok önemli olan bir temel. Hatta Hristiyanlık’ın en temel beklentilerinden biridir bu. Çünkü yeniden İsa’nın geleceği fikrini bir taraf bırakırsanız Hıristiyanlık çöker. Çünkü Hristiyanlık’ın en temel tezi şudur; ‘İsa gelecektir; yeryüzüne geldiği zaman da önce kötülüklere karşı mücadele verecek, kötülükleri alt edecek ve sonra tüm insanlar diriltilecek. Haşir dediğimiz şey de yeryüzünde olacak. İsa insanları yargılayacak. Kötülerin hepsi yok olacak ve iyilerle birlikte bin yıllık bir Mesih dönemi başlayacak. Ve bu bin yıllık Mesih dönemi sonunda yeryüzü yok olacak, İsa ve ona inanan iyiler hep birlikte cennete gidecekler, Tanrı’yla birlikte olacaklar.’
Tabi bu beklenti Hıristiyanlar içerisinde farklı kilise müntesipleri arasında farklı farklı tutumlara sevk etmiştir insanları. Günümüzden örnek verecek olursak; Katolikler bireye karşı kiliseyi ön plana çıkarmışlardır. Ve toplumda, önemli ölçüde papalık kurumunun ve kilisenin hiyerarşisine dayalı bir yapı öngördükleri için bu beklentiye yer vermekle -çünkü tüm Hıristiyanların a- mentüsünde vardır bu beklenti- birlikte dünyevi yaşamda daha ziyade kilisenin insanlar üzerindeki hiyerarşik etkisini gözetmişlerdir.
Ama Protestanlara baktığımız zaman, onlarda birey önemlidir. Birey önemli olduğu için bireyin kendi beklentileri ön plana çıkmıştır. Ancak Protestanların reform kiliseleri dediğimiz kiliseleri içerisinde de bu beklenti sadece bireysel bir beklenti olmasının ötesinde bir ahlak sistemine dönüşmüştür. Örneğin Max Weber modern Batı toplumunun oluşumunu ve gelişimini Protestan ahlakına bağlar. Kısmen doğruluk payı var bunun. Çünkü bu reform kiliseleri ‘İsa-Mesih gelecek ve tanrının krallığını başlatacak yeryüzünde. O yüzden bize birey olarak düşen görev yeryüzünü tanrının krallığına hazır hale getirmektir. Bunun için de daha ahlaki temellere dayalı bir toplum yapısı kurmalıyız, iş ahlakını geliştirmeliyiz, kurumlarımızı tesis etmeliyiz ve yeryüzünü tamamen hazır hale getirmeliyiz.’ Bu inanç ciddi anlamda Batı toplumlarında sosyal kalkınma ve sosyal kuramların uygun bir şekilde teşekkülünde bir dinamizm oluşturuyor. Yine Protestan gruplar içerisinde Evangelistler’de bu beklenti çok daha ön plana çıkartılan bir beklenti haline getirilmiştir. Ve İsa Mesih’in yeryüzüne yeniden gelecek olması bir bakıma ona inanan insanların da ölümsüz bir hale gelecekleri anlamına geldiği için yeryüzünü onun gelişine uygun bir hale getirmek, onun gelişine uygun zeminleri oluşturmak amacıyla Evangelistler’i harekete geçirmiştir bu inanç.
Gerek modern çağda üretilen sanal kahramanların (özellikle çizgi filmlerdeki, superman vs. gibi) kurtarıcılığıyla Yunan mitolojisine bir dönüşten bahsedebilir miyiz? (Fantastik Dörtlü, Truva-Achille, Hector vs.).
Ben de onlara değinecektim. Bu konuda da iki uç nokta ortaya çıkıyor. Bu çerçevede mesela bilim kurgu bir taraftan alabildiğine dini motifleri yaygın bir şekilde işliyor.
Dini motiften kastınız?
Dini motiften kastım, özellikle pagan geleneğe ait bir takım kavram veya değerler. Mesela Yunan mitolojisini, Roma mitolojisini işliyor. Aynı şekilde Eski Babil, Ortadoğu veya Çin ve Hint mitolojilerini yoğun bir şekilde işliyor, onunla birlikte Hıristiyanlık ve Yahudilik değerlerini işliyor. Mesela özellikle son dönemde Amerika’da moda olan ve hep kurtarıcı motifini işleyen filmlere dikkat ederseniz hep orada Kitab-ı Mukaddesten isimler veya figürler sanki biraz yeniden stilize edilerek konulmuştur. Ama ana mantık hep aynıdır; insanlık kötüye gitmektedir, müthiş bir felaket insanlığı beklemektedir ve bir kurtarıcı çıkar kendisini feda ederek insanlığı kurtarır. Ama diğer taraftan Heman, Süperman vb. filmlerde ise tamamıyla daha pagan bir zihniyetten hareketle insanın tanrılaştığı bir motif orada kendini gösterir. Ölümsüz, yenilmez süper insanlar konu edinir bu filmlerde. Ve bu da bir bakıma aslında sekülarizmin ve modernitenin ideali olan ‘ölümsüz insan’ motifinin ortaya konmasıdır ki ben Superman vb. filmlerde hep Amerikan yaşam tarzının ürettiği ve idealize ettiği insan tipini görüyorum. Yani en mükemmel, yenilemez, her şeye karşı koyan, tüm kötülükleri alt eden ve kendisi hiçbir zaman ölmeyen insan tipi. Dolayısıyla aslında bir bakıma Amerikan felsefesinin yansıtılmasıdır bu filmlerin arka planını oluşturan fikir.
Kurtarıcı bekleme düşüncesinin siyasal alandaki yansımalarına da değinebilir misiniz? Bütün dünyada olduğu gibi özellikle Türkiye’de de son dönemde yaşanan siyasal beklentileri “kurtarıcı bekleme” düşüncesi içinde mütalaa edilebilir mi?
Doğrudan bu inançla onu ilişkilendirmek gerekmiyor ama genel anlamda bir kurtarıcı bekleme düşüncesi toplumun iliklerine sinmiş. İlla bunun bir Mesih ya da Mehdi şeklinde somutlaşması şart değil. Bakıyorsunuz herkes diyor ki; Allah birisini gönderse de ekonomiyi düzeltse, Allah başımıza birini gönderse de ülkemiz düzeltse, Allah birini gönderse de şu olsa bu olsa.
En basitinden diyelim ki bir dolmuşa, otobüse biniyorsunuz ve orada sizi rahatsız eden bir durum ya da mevcut kurallara aykırı birtakım hadiseler oluyor. Genelde kimse kendisi müdahil olup da bunun haksızlık olduğunu söylemek yoluna pek gitmiyor ya da gitmek istemiyor. Ama biri çıkıp dile getirdiği zaman herkes memnun oluyor çünkü kendisi de o rahatsızlığı hissediyor. Hatta kimileri zaman zaman : Keşke biri çıkıp söylese de şoför sesi kıssa, biri söylese de daha fazla yolcu almasa… Böyle bir bananecilik, nemelazımcılık, aman başımı derde sokmayayım düşüncesi var toplumda. Fakat bunun birçok gerekçesi var. Gerekçeyi sadece bu tarz düşüncelere bağlamamak lazım. Çünkü özellikle içinde yaşadığımız toplumu düşünecek olursanız; durmadan tokat yiyen bir toplum. Her kafasını kaldırdığında birileri tokmakla kafasına vurmuş. İnsanlar şunu düşünüyor; Sesimizi çıkarırsak başımıza bir sürü iş gelir. Siyasal, ekonomik açıdan yaşanan travmalar var, tarihsel acı tecrübeler var. Dolayısıyla bu tür şeyleri sadece bunlara bağlamamak lazım. Ama kurtarıcı bekleme zihniyeti çeşitli açılardan toplumda egemen, bunu da görüyoruz.
Müslümanlar arasında yaygın olan peygamberin şefaatiyle kurtulurum anlayışı nasıl algılanmalıdır?
Kur’an-ı Kerim’in peygamber (as) ile ilgili tanımlamalarına baktığımız zaman, Hz. Peygamber’in Allah’ın resulü olduğunu fakat bununla birlikte onun sadece bir insan olduğunu söylüyor. Peygamberin dilinden insanlara şu mesajı veriyor: “De ki: Ben de sizin gibi bir insanım. Gaybı bilemem. Ben sadece bana bildirileni bilirim.” Buna rağmen ne diyorlar ona; Hadi göğe çık, hadi şunu yap hadi bunu yap… Ne diyor o; ‘benim bunlara gücüm yetmez.’ yetkisi yok. Ve Allah’ın izninin ötesinde de şefaatte bulunma durumu söz konusu olamaz. Burada şefaatinde kaynağı yine Allah’tır. Kur’an-ı Kerim, tüm bunları açıkça beyan etmiş tabi ki peygamber, peygamber olması açısından diğer insanlardan farklıdır. Allah’ın vahyini alan seçilmiş bir insandır. Ama insan olma açısından Peygamber’in diğer insanlardan hiçbir farkı yoktur. Peygamberlik inancı açısından İslam’ın en özgün özelliklerinden biridir bu. Ama tabii insanlar bunu bir şekilde kabullenemiyorlar. Yani insan istiyor ki aslında Peygamber veya Mesih, mehdi gibi insanlar kendisinden farklı insanlar olmalı: “Hiç Peygamber senin benim gibi birisi olur mu?”. Nitekim müşrikler o dönemlerde diyorlardı: Sen ne biçim peygambersin? Çarşıda pazarda dolaşan, geçimini sağlamak için çalışan, ticaret yapan, yemek yiyen, oturan-kalkan bir peygamber mi olur? Peygambersen hadi bir göğe çık, yanında melekle, kitapla in…” vs. Bu gibi beklentiler vardı.
Burada bize düşen şey şudur: İslam’ın özü olan tevhid, adalet, ahlak gibi ilkeleri insanlara anlatmamız gerekiyor. Allah’ın Kur’an’da vurguladığı “Siz kendinizi değiştirmedikçe Allah sizi değiştirmez”. Burada bakın İslam insan merkezli bir gelecek tasavvuru ortaya koyuyor. Bakın bu çok önemlidir. Kurtarıcı merkezli değil, insan merkezli. İnsan merkezli derken de insanın kendi hidayetiyle olan ilişkileri çerçevesinde bir gelecek öngörüsünde bulunuyor İslam. Yani siz hidayete ne kadar yakınsanız o kadar kurtulursunuz. Dolayısıyla kurtuluş aslında bir yerde kendi çabanıza bağlı demeye çalışıyor İslam.
Çok teşekkür ederim bu güzel söyleşi için.
Ben teşekkür ederim…