Nida dergisi, 72. Sayı / Mart / 2003
Son yılların dünya ölçeğinde en hararetli tartışma konularından birini teşkil eden ‘siyasal İslam’ın bitip bitmediği tartışması, bu tartışmanın bir ‘öznesi olmasa da ‘nesne’si olmaktan hiçbir zaman kurtulamamış olan müslümanlar için, hem tartışmanın bizatihi kendisi, yani böyle bir tartışmanın yapılıyor olması, hem de tartışan tarafların argümanlarını ifade ettiği anlamlar açısından hali önem taşımaktadır.
Özel bir ‘dil’
Öncelikle şunu belirtelim ki ‘siyasal İslam’ son onbeş-yirmi yılda bir din ve ahlak sistemi olarak İslam etrafında oluşturulmuş olan siyasi terminolojinin bütünü içinde her şeye rağmen daha az saldırgan, daha az taraflı (yargılayıcı) bir kavramsallaştırma çabasının ürünü gibi görünmektedir. ‘Irtica ‘, ‘köktendincilik’, ‘ yobazlık’ , ‘ şeriatçılık’ gibi yerli(!) malı sıfatları ve ‘fundamentalist’ ‘terörist’ gibi global tanımların yanında ‘siyasal İslam’ kavramı, ‘yargılayıcı’ ve ‘suçlayıcı’ olmaktan nisbeten daha uzak, daha tanımlayıcı, ve ‘ifade edici’ gibi durmaktadır.
‘Siyasal İslam’ın daha tanımlayıcı olması, onun gerçekten de birkaç yılın tanıklık yaptığı en yeni bir olguya, İslam’ın, daha doğrusu, müslümanların siyasal hedefler ve iddialar gütmesi olgusuna tekabül ediyor olmasındandır. Hatta sadece bu hedeflerin ve iddiaların güdülmesini değil, aynı zamanda bu hedeflere giden yolda daha kararlı ve eylemli biçimde hareket edilmesini, beslenen siyasi iddiaları hayata geçirme çabası sergilenmesini ifa-de eden bir kavram olmasındandır.
‘Siyasal İslam’ kavramı, açıdan, yani reel bir duruma, bir olguya tekabül etmesi açısından (onu doğru yansıtıp yansıtmadığını şimdilik bir tarafa bırakalım) bir suçlamayı ve yargılamayı temsil eden diğer kavram gruplarından farklı bir yere konulmayı hak etmektedir.
Ama başka bir yönüyle ‘siyasal İslam’ kavramının yukarıda sıraladığımız öteki kavramların suçlama ve yargılama gücünü arttıran, onlara yataklık yapan bir fonksiyon ifade ettiği de gözden kaçırılmamalıdır. Siyasal İslam tanımlaması ve bu tanımlamanın ‘ima ettiği gerçeklikler’, ‘köktendinci’ ‘terörist’ gibi yaftaların ikna ediciliği için geçerli bir kültürel-politik çerçeveyi sağlamaktadır. Başka bir deyişle, ‘siyasal İslam’ var olduğu için, İslam siyasallaştırıldığı için ‘köktendincilik,’ ‘Islamcı militanlık’ tehditlerinin(!) ortaya çıkmış bulunduğu anlatılmak istenmektedir.
İslam’ın gerek tarihsel ve kültürel köklere sahip olduğu ülkelerde, gerekse de dünyayı yönetme iddiasındaki hakim devletlerde bir ‘politik’ “kültürel” ve ‘sosyal’ güç faktörü olarak tarih sahnesine yeniden girişi ile ilgili oluşturulan bu ‘özel dil’in bizzathi kendisinin İslam’a karşı başlatılan global harekat’ın önemli bir aracı olduğu açıkça görülmektedir.
Siyasal İslam’ın bittiği iddiası da, bütün tarafsız (az taraflı) ve hatta oldukça ‘entelektüel’ görüntüsüne rağmen bu ‘özel dil’in ‘özel’ bir parçası olmaktan uzak durabilmiş değildir. Ama diğerleri ile arasındaki fark şudur. Siyasal İslam kavramı, diğer kavramlarda olduğu gibi, İslam’a, müslümanlara karşı açık ve kaba bir hareketin, bir global saldırının taşıyıcı ve meşrulaştırıcı aracı olarak kullanılmak yerine, İslam’ın dünyanın ve tarihin yeniden biçimlendirilmesinde dikkate alınması gereken bir ‘güç’ olmaktan çıkması, çıkarılması yönündeki temennileri ve arzuları/niyetleri temsil etmektedir. Başka bir deyişle, siyasal İslam’ın sona erdiği iddiasını büyük bir sevinç ve coşku içinde seslendirenler, bunu bir durum tespiti olarak değil, bir temenni niyet izharı olarak yapmaktadırlar.
Bir hegemonik refleks
Bütün bu ehveni-şer görüntüsüne rağmen siyasal İslam’ın sona erdiği, ereceği iddiasını veya kehanetini islamcılığın bir terör ve korku kaynağı olduğunu ima eden kavramlar ile birlikte düşündüğümüzde, ikili bir kıskaç ile karşı karşıya olduğumuzu görürüz.
Bir taraftan müslümanların siyasal iddialarla ortaya çıkması, yahut adalet ve hak-hukuk adına büyük güçlerin global ve yerel dizayn çabalarına karşı koyması, ‘köktendincilik’ benzeri damgalarla insanlık için bir korku ve endişe kaynağı haline getirilirken, diğer taraftan, bu oluşumun temelinde müslümanların siyasal iddialar ve hedefler gütmesinin yattığını ima eden, en azından sevimsiz bir yükleme sahip ‘siyasal İslam’ tanımlaması ihdas edilmiştir.
Bu çifte kuşatmanın her iki cephesi de İslamı, İslam kültür ve medeniyetini, İslam tarihini entelektüel bir platformda tartışma özelliğinden (ve aynı zamanda niyetinden) uzak bulunmaktadır. Gerek terör bağlantısına ilişkin değerlendirmelerde olsun gerekse siyasal İslam’ın bitip bitmediği tartışmalarında olsun, İslam’ın bir din olarak taşıdığı hukuki ve ahlaki öğretiler ve sahip olduğu kültürel değerler ışığında bu meselelere nasıl yaklaşıldığını, İslam’ın kendi içinde bu meselelerin nasıl tartışıldığını görmezden gelme, müslümanların salt siyasi hedefler peşinde koşmasını suçlamak için yeterli görme eğilimi söz konusudur.
Görüldüğü gibi, İslam’a yönelik söz konusu yaklaşımlar, İslam’ın güttüğü siyasi hedeflerin, karşı koyduğu siyasi yapılanmaların düşünsel ve ahlaki bir platformda tartışılmasına asla ihtiyaç duymamakta, böyle bir direniş odağının varlığını, tek başına suçlamak ve yok etmek için yeterli görmektedir. Hatta bunu yaparken de İslam’ın ya da herhangi bir dinin siyasi hedefler peşinde koşmasını, siyaset alanına müdahil olmasını o din’in kendi değerleri bağlamında tartışmak gibi iyi niyetle yapıldığında normal tartışmak gibi, iyi niyet ile yapıldığında normal karşılanması gereken asgariden düşünsel bir çabayı bile gereksiz görme eğilimi mevcuttur.
İşte siyasal İslam tanımının işaret ettiği oluşumları meşhur düşünsel platformlarda soğukkanlı ve önyargısız bir şekilde tartışmak yerine, onları müslüman toplumlar üzerinde tahakküm kurmanın vesilesi olarak değerlendirmekte ‘hegemonik’ bir refleksin izlerini görmekteyiz. Böyle bir tavrı sergilemenin en önemli sebebi, elbetteki, bir hegemonya durumunun mevcudiyetidir. Bu tartışmayı dayatanların siyasi, ekonomik ve askeri olarak bir ‘üst konumda’, ‘ güçlü olma’ konumunda bulunuyor olmaları, tartışmayı fazla detaylandırmadan sona erdirme serbestliğini ve rahatlığını kendilerinde görmelerini sağlamaktadır. ‘Hegemonik dil’ bu umarsızlık ve küstahlık tavrını ifade eden dildir.
Nasıl bir tartışma zemini
Artık herkesin, hepimizin bildiği bu gerçekleri yeniden hatırlatmamızın sebebi, ‘siyasal İslam’ın’ bittiği iddiasını nasıl tartışmamız gerektiğine dair bazı mülahazalara zemin oluşturmaktadır.
Hegemonik bir siyasal gücün karşısına çıkan fiili veya potansiyel her engeli asma-yok etme iradesinin terminolojisinde muhatap olmamız veya, tabiri caizse, bu terminolojiye ‘maruz kalmamız,’ meseleyi onların yaptığı gibi, yine bir güç çatışmasının mantığı içinde tartışmamıza mazeret oluşturmaz, oluşturmamalıdır.
Bu iddiayı ortaya atanların söz konusu hegemonik proje sahipleri ile zihinsel ve ruhsal akrabalığını vurgulayacak teşhislerde bulunmak, elbetteki gereklidir ve faydalıdır.
İslam toplumlarına, hatta bütün insanlığa dayatılan bu projeyi dizayn eden ve yürütenleri “şeytanlar,” “tağutlar” veya “emperyalistler” ve “sömürgeciler” benzeri terimler aracılığıyla tanımlamaya çalışmak, insanları uyandırmaya, bazı şeylerin farkına vardırmaya yetebilir. Ama bunu yapmak, daha doğrusu, bu tür söylemler ile kendimizi sınırlamak, gözümüzün önünde cereyan eden oluşumları, İslam adına yürütülen muhtelif aktiviteleri hegemonik bir dilin ifade alanı dışında, kendi değerlerimiz ve ölçülerimiz içinde tartışarak değerlendirmek için yeterli olmamaktadır.
Bu alanda iki farklı, ama her ikisi de hastalıklı yaklaşımın çerçevesine mahkum olmuş görünüyoruz.
Birisi, yukarıda değindiğimiz gibi, maruz kaldığımız hegemonik, dayatmacı dilin bu özelliğini teşhis ve teşhir etmeyi yeterli gören bir anlayıştır. ‘Siyasal İslam’ söyleminin ima ettiği suçlamalara ve tehditlere muhatap olan geniş bir aktivist kesimin entelektüel dünyaları daha çok bu anlayışın izlerini taşımakta ve fazla düşünsel bir maharet istemeyen böyle bir teşhis ve teşhir çabası neredeyse çok gizli bir hakikati keşfetmenin manevi-ruhi tatminine dönüşmektedir.
Böyle bir ruhsal tatmin duygusuna ulaşılmış olmakla birlikte meseleyi bir ‘güç çatışması’nın sonuçsuz, verimsiz ve faydasız labirentine mahkum etme gibi bir neticeyle de karşı karşıya kalınmaktadır. Çatışmanın dili ile konuşmanın her zaman güçlü olan tarafa yarayacağı gerçeği, burada da elbette kendini göstermekte ve geride, mağdur ve mazlum olmanın ruhsal kazanımlarına sığınmaktan başka bir çare bırakmamaktadır. Bu duygunun da ilanihaye devam etmediği bizzat tecrübe ile (tarihen) sabittir. Modern toplumun zihinsel ve ruhsal kaliteleri zayıflatan özelliğinin, söz konusu mağduriyet kalıcılığını ve üretkenliğini azalttığını kendi toplumumuzda ve yakın tarihimizden biliyoruz.
Diğer yaklaşım ise, meseleyi fikri bir tartışma zeminine çekmeyi isteyen, ama siyasal İslam’ın sonu iddialarının dayandığı, İslam’ın siyasal iddiasının ve hedefinin olmaması gerektiği yargısına son tahlilde hak verme konumuna düşen bir yaklaşımdır.
Gerek İslam dünyasındaki müslüman halkların, gerekse batı dünyasında yaşayan müslüman azınlıkların ‘köktendinciliğe karşı başlatılan örtük veya açık savaşın mağduru durumuna düşürülmesini ve İslam dünyasındaki bazı devletlerin veya toplumların destabilize edilme tehdidi ile karşı karşıya kalmalarına, siyasal İslam olarak tanımlanan islami hareketlerin ortaya çıkmasına bağlayan bu yaklaşım sahipleri, siyasal İslam’ı tartışma masasına yatırırken aslında söz konusu ‘hegemonik dilin’ tuzağına düşmüş olmaktadırlar.
Kendilerini dünyayı yönetme iddiasına ve gücüne sahip görenlerin, kendilerine karşı çıkmanın belayı davet etmek demek olduğu tehdidini ifade ettikleri ‘dil’ ile toplumların ve insanların başlarını belaya sokan projelerin salt bu gerekçeyle haklılığını tartışan ‘dil’ arasında bir farklılık bulunmamaktadır.
Nasıl ‘köktendincilik’ yaftalamaları eşliğinde ‘siyasal İslam’ın’ bittiğini ilan edenler, İslam’ın salt siyasal iddialara sahip olmasını suçlamak için yeterli görmekteler, aynı şekilde İslam’ı siyasete bulaştırmanın yanlışlığını, haksızlığını vurgulayarak siyasal İslam’ın sonu temennisine iştirak eden Müslüman aydınlar/düşünürler de, İslam ile siyaset arasında bir ilişki kurulmuş olmasını eleştiri ve suçlama için yeterli görmüş olmaktadırlar.
Bu örtüşmede elbette ki müslüman aydınlara bir kötü niyet, bir teslimiyet atfediyor değiliz. Hatta tersine, bazı vicdani endişelerin, müslüman halkların hegemonik güçlerin tasallutundan koruma endişesinin böyle bir yaklaşımda rol oynamış olması kuvvetle muhtemeldir. Ama bu iyi niyet, yaklaşımın uzun vadedeki faydasızlığını ve kısa vadedeki yanlışlığını ortadan kaldırmaz.
Ayrıca böyle bir yaklaşımı benimseyen müslüman aydınları/düşünürleri yekpare, homojen bir kitle olarak düşünmekte doğru olmayabilir. İçlerinde İslam’ı vicdanlara, bireysel dünyalara mahkum etmeyi savunan, ‘laik bir İslam’ versiyonuna prim kazandırmak isteyenler bulunduğu gibi, siyasal İslam’a karşı ‘kültürel İslam’ tercihinde bulunan bu ikilemin sunduğu çağrışımlardan beslenen ve İslam’ı, sadece içinde bulundukları toplumun bir tarihsel mirası, bir toplumsal geleneği olarak görenlerde bulunmaktadır.
Bir grubu, ani İslam’ın laik bir versiyonunu savunanları tartışmayı yararsız görüyoruz. Çünkü, onlarla siyasal İslam’ın sonunu ilan edenler arasında esasen zihinsel bir akrabalık söz konusudur. İslam’a Batı toplumlarında hristiyanlığın sahip olduğu yer kadar bile alan bırakmamayı savunan bu grup, aslında İslam’ın tarih sahnesinden tamamen silinip gitmesinden bile rahatsızlık duymaz görünmektedir. Diğerlerinden (akrabalarından) tek farkları, müslüman olarak müslümanlar adına konuşabilme statüsüne sahip olmalarıdır.
İkinci grup ise, bütün bir siyasal İslam tartışmalarından en fazla ikna edici pozisyona sahip görünen, kötü niyet ve teslimiyet atıflarından en uzak bulunan gruptu. Bunlar, İslam’ın siyasal hedefler ve oluşumlar ile teorik ve pratik düzeyde ilişkilendirilmesi ne, onun yüzünden, öğretisinden ve toplumsal bir çimento olma özelliğinden bir uzaklaşma olarak görmektedirler.
İslam’ın toplumların kültür ve gelenek formasyonlarının özü, ruhu ve temeli olarak sahip olduğu gücü öne çıkarıp o ruhu ve özü gelenek sorunları ve kalıpları içinde de olsa muhafaza edip sürdürmeyi öncelemektediler. Bu tercihte, gündelik hayat ayrıntıları, bireysel inanışlar ve bağlanmalar, gelenekler ve kültürel forumlar, vb. siyasal ve toplumsal bir düzenleyicilik, yönlendiricilik ve yol göstericilik vurgusu ve iddiası taşımaksızın, en önemli yeri işgal etmektedirler.
Bu yaklaşımın son yıllarda hem Türkiye’de, hem de diğer İslam ülkelerinde ve Batı’da aydınlar ve düşünce adamları tarafından çok detaylı ve etraflı bir şekilde tartışıldığını biliyoruz. Hatta diyebiliriz ki, son yıllarda İslam konulu entelektüel tartışmaların ana eksenini bu yaklaşım ve bu bakış açısı teşkil etmektedir.
Siyaset alanının doğru tanımlanması.
Böyle zengin bir tartışma ve sorgulama alanının siyaset kavramının içerdiği ve/veya işaret ettiği anlam ve eylem dünyasını yok sayması ve/veya küçümsemesi, önemsizleştirmesi, tartışmanın en kritik ve en nazik yanını oluşturmaktadır.
Böyle bir yaklaşımın izah etmekte en fazla zorlandığı, zorlanabileceği husus, son tahlilde, toplumsal edilgenliğine, çok önemsenen ve yüceltilen geleneklerin ve kültürel formların uzun vadede folklorik örüntülere dönüşebilirliğine razı olma boyutudur. Oysa, Müslüman’ın ahlaki sorumluluk sahibi bir özne olarak toplumuna ve hemcinslerine karşı üstlendiği görevleri hatırlaması, onu, böyle bir edilgenliğine razı olmamaya ve bir sosyolog gözlemciliği ile yetinmemeye iter.
Müslümanın salt bir kültür/sanat adamı, gündelik hayatın girdabına esir olmuş sokaktaki adam veya ruhi olgunluğu toplumdan kendini olabildiğince tecrit etmekte arayan bir münzevi şeklinde konumlanması halinde bu ahlaki sorumluluktan bahsetmemiz gerekli olmayabilir. Ama böyle bir konumlandırmayı müslümanın varoluş/yaratılış esprisi ile kabil-itelif görmenin zorluğu veya imkansızlığı, bir ahlaki sorumluluktan bahsetmeye bizi mecbur kılar.
Müslümanın topluma ve hemcinslerine karşı sorumluluklarını nasıl ne zaman ve nerede yerine getireceğinin konuşulduğu alan da, işte bizim anladığımız ‘siyaset’in başladığı alandır. Bu endişelere sahip olan, bunları paylaşan bir bireyin veya grubun siyaset ile ilişkisi başlamış demektir.
Meselenin bundan sonrası ve bana göre, ‘siyasal İslam’ tartışmalarının nirengi noktası, siyaseti bu bağlamından kopararak onu, bildiğimiz yerel ve global iktidar oyununun nesneleri olmakla sınırlamaktadır. Siyasetin bu dar ve saptırılmış yorumu üzerine bina edilecek her türlü aktivitenin tartışma ve eleştiri konusu olacağı da tabii iyidir. Bu alanda yapılacak katkılar bütünü, siyasal İslam tartışmalarında doğru bir duruş sergilemeye de katkıda bulunmak anlamına gelecektir.