Eleştirel, üretken, mütefekkir bir şahsiyet olduğu kadar, düşünsel çabalarını siyasal ve toplumsal sorumluluğuyla da bütünleştiren, kazanımlarını paylaşan ve yaygınlaştırmaya çalışan bir ilim ehli olan Mehmet Hayri Kırbaşoğlu’nun alt başlığı “Yenilikçi İslam Düşüncesine Giriş” olan “Üçüncü Yol Mukaddimesi” kitabı (OTTO Yayınları), büyük ölçüde geçmişin eleştirisi ya da araştırılması olan klasik “ilahiyat” metinlerinin dışına çıkarak, “nasıl bir gelecek/yenilik” sorusuna da cevap arayan önemli bir düşünsel çabayı ortaya koymakta. Yüzlerce yıllık birikimin maddi ve manevi ağırlığı altında ezilerek, son tahlilde bu birikimi tekrarlamak ya da nakletmekten öteye gitmeyen/gidemeyen, dahası buna cesaret edemeyen ve bu cesareti bile sorunlu bir “kendini bilmezlik” olarak gören klasik ilim adamı çizgisinin dışına çıkan Kırbaşoğlu, bir yandan kitapta isimlerini zikrettiği Afgani, Abduh, İkbal, Kutub, Şeriati, Akif, Aliya, Nurettin Topçu, Malik bin Nebi, Hasan Hanefi, Muhammed Bakır, Musa Carullah, Raci el Faruki, Fazlur Rahman gibi düşünürlerin izini sürerken, öte yandan ise bu izi daha da derinleştirmeye çalışmakta.
Kitap, bir “mukaddime” olarak, farklı izleklerden de hareket etmekte. Öncelikle Sünni dünyada nakilci akımla (rivayet kültürü/hadis ehli) akılcı akımın (rey/içtihad ehli) kökenini araştıran Kırbaşoğlu, bunun Şii dünyadaki karşılığı olan usuli ve ahbari akımları da inceleyerek irdelemekte. Dolayısıyla aslında yenilikçilik olarak ortaya konulmaya çalışılan akımın da, nevzuhur bir akım olmayıp, Cafer Sadık, Ebu Hanife, Şatıbi, İbn Haldun, İbn Teymiyye gibi düşünürlerin ve fakihlerin, ve hatta Mutezilîliğin izleğinin sürdürülmesi olduğu da ortaya konulmakta.
Genel anlamda yenileşmeci ya da devrimci akımlar, en önemli çaba (cehd) ve mücadelelerini öncelikle kendi havzalarındaki geleneksel akımlara karşı vermişlerdir. Çünkü gelenekselciliğin (atalar kültürü ya da kadim olana perestişin) mefluç hale getirdiği fikir dünyasının bu egemenliğin tasallutundan kurtarılamadığı bir vasat dahilinde herhangi bir yenilikçi çabanın neşvünema bulamayacağı oldukça açıktır. Nitekim yenilikçi düşüncelerin tecdidin gerekliliğini bu toplumlara kabullendirmesi de ancak İslam dünyasının büyük ölçüde batılı güçlerce işgal edilmesi ve dolayısıyla geleneksel ve klasik düşünce ve zihniyetin ister istemez itibarını yitirmesi ya da yenileşme zaruretinin alenileşmesi ile mümkünleşmiştir. Oysa İbn Haldun, İbn Teymiyye ve Katip Çelebi’den itibaren bu ihtiyaç dillendirilmekteydi ama yaygın bir biçimde kabullenilmesi ancak 19. yüzyıldan itibaren mümkün olabilmiş, dolayısıyla İslam dünyası birkaç yüzyıllık bir süreyi yenileşmeye karşı gösterilen dirençle heba etmiştir. Bu süre içerisinde İslam dünyası belli bir değişmezlik öğretisinin etkisi altında durağanlaşırken, batı dünyası İslam dünyasının mekteplerindeki (özellikle Palermo/Sicilya ve Kurtuba/Endülüs) öğrenciliklerinden edindikleri ilimle, belli bir düşünsel ve bilimsel inkişafı geliştirebilmişlerdir. Elbet her öğrencilik, kendi niyet ve amacının yönelimi içerisinde gösterir inkişafını. Bilgi ise bu açıdan büyük ölçüde soyut bir değişken olarak, bilgiyi edinenin amacına ulaştıracak bir biçimde araçsallaştırılabilir. Bilgi ile ahlak ve iktidar arasındaki ilişkilere girecek değilim ama ister iyi isterse kötü bir amaca mebni olsun, hiçbir inkişafın bilgisiz, bilimsiz ve tefekkürsüz olarak gerçekleştirilemeyeceği de oldukça açıktır.
İslam dünyası, sömürgecilik sonrasında açığa çıkan yenileşme zaruretini başlangıçta tam olarak kavrayamamış ve duruma daha çok askeri ve teknolojik bir yetersizlik açısından, yani biçimsel olarak baktığından batı ile İslam dünyası arasında ortaya çıkan mesafe küçümsenmiştir. Hatta tıpkı batılıların İslam dünyasındaki öğrenciliklerindeki yanılgı payı gibi (bilimin kapitalizme ya da sekülerizme araçsallaştırılması), belli bir yanılma ile mesele daha çok bir güç ekseninde değerlendirilmiş, ve dolayısıyla da bakışlar daha çok bir güç edinme meselesi üzerinde yoğunlaştırıldığından, bu yanlış/biçimsel algılama İslam dünyasını tabir caizse yoldan çıkarmış ya da yanlış bir yola yöneltmiştir. Elbet buradaki değerlendirme hatası, tıpkı Kristof Kolomb’un hatasının aslında onu doğru yere çıkarması gibi, bir yenileşme ihtiyacı içerisinde olan Müslüman dünyanın da, bu ihtiyacı sadece batı karşısında, batıya galebe çalabilecekleri bir güç devşirme meselesi olarak algılamalarından ötürü, bu biçimsel niyet ve hedef açısından onları “doğru” yere çıkarmıştır. Oysa temel sorun düşünce üretimi, tefekkür, içtihad ve imanın tahkikiliğinden uzaklaşma, eleştirel zihin eksikliği ve hatta bu zihnin reddi gibi, temel anlamda bilinçli bir toplum olmaktan uzaklaşmaktan kaynaklanmaktadır.
Sorunun bu yönü ise ancak batılılaşma ile gelenekçilik arasında bir “üçüncü yol” olarak belirginleşen yenilikçi/ıslahçı eğilim tarafından fark edilerek ifade edilmeye başlanılmıştır. Genel olarak İslamcılık akımı içerisinde yer alan farklı eğilimler ve şahsiyetler, gücün ya da bilimin elde edilmesinden düşünsel özgürleşmeye ve bilinçsel zafiyetlerin giderilmesine kadar oldukça geniş bir tayf üzerinde bir yenileşme cehdi ortaya koymaya çalışmışlardır. Yenilikçi İslam Düşüncesi, “hem İslamî değerlere bağlılığı, hem de çağdaş gelişim ve değişimleri hesaba katarak yeni yorumlara gidebilmesini mümkün kılacak yenilikçiliği sayesinde, İslam ülkeleri açısından üçüncü bir yol olabilecek potansiyele sahip bulunmaktadır.” (s. 140) Gerçi Yenilikçi İslam Düşüncesi kendi stratejisini metodolojik açıdan henüz tam anlamıyla vuzuha kavuşturabilmiş değilse de, bu konuda oldukça ciddi bir mesafe de alınmıştır. Ancak gerek geleneğin mirasının ağırlığı, gerekse batının baskısı ve cazibesi altında mesafe kaydetmenin güçlüğü de ortadadır.
Bu konuda alınan en önemli mesafe, “asırlar alan bir süreç sonunda, dinî düşüncenin ve dinî ilimler geleneğinin üzerine çekilmiş olan kutsallık ve dokunulmazlık perdesinin kaldırılmasıdır. Aslında atılmış olan bu adımın çok da yenilik sayılamayacağını, zira yapılanın aslında –donukluk, taklit, şerhçilik/haşiyecilik, hâsılı tahsil veya ‘geviş getirme’ şeklinde nitelendirilen geç asırlardaki taklitçi ve teslimiyetçi zihniyete mukabil- ilk asırlardaki dinamik ve eleştirel yaratıcı düşünceye geri dönüşten ve onun yeniden canlandırılmasından ibaret olduğunu söylemek mümkündür.” (s. 143) Bu ise yeniden canlandırılmaya çalışılan bir içtihad, tefekkür, düşünsel cesaret ve siyasal özgürleşme çabasıdır. Her ne kadar bu çaba için yapılan “kaynaklara dönüş” çağrısı sadece Yenilikçi İslam Düşüncesine ait olmasa da, bu konuda benzeri bir çabayı gösteren selefi çizginin kaynaklara dönüş çağrısını belli bir yenileşme minvali içerisinde dillendirmediği de ortadadır.
Yenilikçi İslam Düşüncesi, kaynaklara dönüşü savunurken, sadece geleneğin baskılarından kurtulma çabası içerisinde değildir. Yani bu tutumu salt reaksiyoner bir tavra veya aktüel bir ihtiyaca mebni değildir. Bunun da ötesinde asıl amaçlanan kaynakların, tarihin, toplumun ve dünyanın okunması ve değerlendirilmesinde ortaya koyduğu yöntembilimsel farklılıktır. Mesela “tarihsellik” ile ilgili ortaya konulan yorumbilimsel bakış açısı, bu farklılıklardan birisidir. “Özetle; hitap ile mesaj arasında ayrım gözeten bu bakış açısına göre, Kuran’ın hitabı, hitap ettiği çevre, yani muhatapları tamamen tarihsel iken, buna mukabil bu tarihsel hitabın mesajı evrensel olabilecek niteliktedir.” (s. 146) Yani Kuran belli bir tarihsel toplum üzerinden tüm insanlığa hitap etmektedir. Öyle ki bu hitap kimileyin doğrudan hitap edilen toplumun aktüel ve arızî sorunlarını ele alırken, çoğuleyin de insanoğlunun temel sorunlarını ele almakta ve insanların bu aslî yönüne hitap etmektedir. Dolayısıyla bir Kuran yorumcusu meselenin bu yönünü dikkate almadığı ve bunlar arasındaki farkı ayırt etmediği takdirde önemli hatalara düşecek ve Kuran metni ya da rivayetler, elinde bir zulüm aracına da dönüşebilecektir.
Esasında Müslümanların yenilikçi okumadan kopmaları da, özellikle hüküm içeren ayetlerin yorumunda Kuran’ın bütünlüğünden yola çıkmayı ve temel anlamıyla adalet ve hakkın tahakkukunu gerçekleştirmeyi amaçlayan bir yorumsal özgürlük ve cesaret karşısında, biçimsel okumaya ters düşme karşısındaki tereddütler ve yorumsal korkulardan kaynaklanmıştır. Öyle ki başlangıçta, yani henüz sahabeler hayatta iken daha zayıf olan bu korkular, giderek güçlenmiş ve özellikle de bir yanlışa düşmeme ve biçimsel ilkelerden kopmama adına, Kuran’ın ve İslam’ın ruhundan giderek uzaklaşılmaya başlanılmıştır. Bu ise Müslümanları Garaudy’nin tanımıyla bir “entegrizm” ya da belli bir tarihsel toplumun ya da uygulamanın kutsanması ve dokunulmazlaştırılması gibi bir tarihin, dolayısıyla da toplumun durdurulması gibi bir soruna duçar kılmıştır. Bu durumdan çıkış için izlenecek temel yöntembilimsel tutum ise, Hz. Ömer ve Hz. Ali gibi içtihad ehli olan ve nebevi mirası üstlenen bilinç ve cesarete sahip şahsiyetler tarafından uygulamaları yapılan, sözgelimi fethedilen toprakların savaşçılara dağıtılmayarak tüm toplumun hizmetine ve yararlanmasına tahsisi, müellefe-i kulûb’e artık zekat verilmemesi ya da kuraklık zamanında hırsızlık cezalarının uygulanmaması gibi mevzularda örneklenen; Ebu Hanife (ö. 767) ve Endülüslü fakih Şatıbi (ö. 1388) tarafından sistemleştirilen makasıdu’ş-şeria, yani Kuran ve sünnetin ortaya koymaya çalıştığı niyetler kadar amaçların da ortaya çıkarılarak, sorunların çözümünde biçimselliğin değil de maksadın esas alındığı bir eğilimin (hukukun değil hakkın, biçimin değil adaletin tesisinin) öne çıkarılması olmalıdır.
Öte yandan Aydınlanma ve modernizmin ortaya çıkardığı ya da ürettiği sorunlar karşısında yeterli cevapları üretemeyen klasik fıkıh, tefsir ve siyaset yaklaşımlarının tıkandığı noktalarda da, sorunu oluşturan somut olguların tikelliğine dayanan çözüm üretme teknikleri, giderek bütünleşen ve yeni bir paradigmaya dönüşen bir yenilikçi/yenileşmeci bir fıkıh/tefsir/kelam/siyaset anlayışlarını ortaya çıkaracaktır. Özellikle halifeliğin ilgası sonrasında yaşanan siyasal kriz, halifelik kadar o güne değin konuşul-a-mayan siyaset kuramını ve pratiğini de tartışmaya açacaktır. Bu aşamadan sonra “Kuran, İslam dünyasının ve insanlığın mevcut gerçekliğinden ve küresel problemlerden bağımsız olarak değil, tam aksine sözü edilen problemlerin çözümü için rehberlik etmesi amacıyla yorumlanmak istendiği için, ‘olgu’dan ‘nass’a gidilmesi kaçınılmaz olacaktır”. (s. 151) Bu ise temel anlamdaki yöntembilimsel değişimlerden bir başkasıdır.
Yenilikçi İslam Düşüncesinin bir başka yöntembilimsel değişim çabası da, “temelleri Şafi’î tarafından atılıp, daha sonra Sünni geleneğin tamamına damgasını vurmuş olan, Sünnet-hadis özdeşliğinin ve buna bağlı olarak hadis rivayetlerini sünnetin yegâne kaynağı olarak gören aynı geleneksel yaklaşımın da reddi”dir. (s. 157) Bu ise, daha çok Fazlur Rahman’ın çabalarına dayanan, yorumbilim ve uygulamalarda Kuran’ı öne alan, hadis kritiğini genişleten ve derinleştiren, “yaşayan sünnet” ile hadis rivayetleri arasında bir fark gözeten yeni(likçi) bir yaklaşımdır.
Yenilikçi İslam Düşüncesinin, “Şeriat’ın her zaman ve mekânda uygulanabilecek bir hazır/paket program olduğu yönündeki naif anlayışı eleştirirken, öte yandan onun sabit/değiş(tirile)mez hükümler manzumesi olarak algılanmasına karşı” (s. 162) olduğunu söyleyen Kırbaşoğlu, 159. sayfada ise İslam’ın, “yüzü ahirete yönelik bireysel bir dindarlığı aşan ve yeryüzüne yönelik ilahi kaynaklı bir proje olarak tanımlan”dığını dahası bir “dünya görüşü” (s. 160) olduğunu vurgulamaktadır. Buradaki “proje” tanımı, bir ölçüde “hazır/paket” bir programı hatırlatmakta ve ütopyacı akımları çağrıştırmaktadır. Beri yandan bu, insanoğlunun/toplumun belli projelere programlı pasif bir varlık/olgu oluşundan hareket eden geleneksel öğretilere de yakın düşen bir tanımlamadır. Oysaki “insan” projelendirilebilir bir varlık olmayıp; dolayısıyla toplumları da projelendirmek çoğu kere arzulamadığımız sonuçlara yol açabilen bir “ümniyye”den başka bir şey değildir. Elbette ki buradaki kastın bu olmadığı açıksa da, ister istemez bu tür çağrışımlara yol açabileceği de gözden ırak tutulmamalıdır.
Siyaset alanında da geleneksel itaat kültürü yerine “şura prensibi” ve “muhalefet” kültürünü öneren Kırbaşoğlu, “katılımcı veya hiç olmazsa temsilî bir demokrasi”nin, Yenilikçi İslam Düşüncesi tarafından savunulagelmekte olduğunu vurgulamaktadır. Siyasal temsilde eşitliğin, temel kadın erkek eşitliğinin de bir gereği oluşundan hareketle, Yenilikçi İslam Düşüncesinin en önemli başarılarından birisi de, kadının, geleneksel uygulamalar tarafından ikincilleştirilen toplumsal ve varlıksal yerinden özgürleştirilerek, Peygamberimiz döneminde olduğu gibi, kamusal hayata yeniden dâhil edilmesinin sağlanması olmuştur. Buna benzer başka bir sorun ise, uygulamadan kaldırılması için ilk adımların ne yazık ki batı dünyası tarafından atıldığı kölelik sorunudur. Kuran’ın ve Peygamberimizin bu konudaki tavsiyelerinin dikkate alınmadığı bir tarihsel süreçte, Müslüman toplumlarda kölecilik kadar sınıfçılık ve ırkçılık da, Peygamber (as) sonrasında hortlayan cahili alışkanlıklardı. Cahiliyeye ait bu eğilimlerin yeniden eleştirel bir cehde tâbi tutulması da, ancak batıdaki gelişmeler ve Yenilikçi İslam Düşüncesinin çabaları sonrasında gündeme gelmiştir. Bu meyanda genel anlamda din ve düşünce özgürlüğü (sözgelimi mürtedin katlinin ya da recm cezasının temelsizliği gibi) üzerinde Kuran’a ve hadis rivayetlerinin kritiğine dayanan yenilikçi ya da yenilenmeci düşünme çabaları da, bu temel değişim cehdinin sonuçlarıdır.
Bu hususlarda asıl sorun ise, hadis kritiğini umursamayan geleneksel rivayetçi kültürün nakilciliği ve biçimci fıkıhçılığın toplumsal gelişmeleri cevaplayamayan içtihad azmini, yeteneğini ve cesaretini yitirmiş olma sorunudur. Bu konudaki en önemli etken ise, özellikle iktidar (siyasal, bilimsel, mezhebi iktidarlar) merkezli bir bakış açısının altında ezilen ahlakîlik konusundaki umursuzluktur. Oysaki toplumsal gerçekliğe, hakka ya da adalete uygun düşmeyen bir fıkıhçılığın ya da rivayetçiliğin eleştirisinde temel mehaz, eleştirel bir cesaret kadar, ahlakî bir bakış açısı da olmalıdır. İslam ahlakçılığının ancak tasavvufun geliştirdiği kişisel ahlakla sınırlanması, özellikle iktidarın belirlediği sahada yer alan siyaset, iktisat, kamusal hayat, savaş hukuku ve dahası cihad gibi konularla ahlak arasındaki ilişkinin ve genel anlamda müstakil bir ahlak nazariyesinin geliştirilememesi, İslam dünyasının temel sorunları içerisindedir. Nitekim siyaset, kelam, tefsir, hadis gibi alanlarda bir yığın çalışma olmasına karşı, ahlak konusundaki çalışmaların azlığı da, bu soruna işaret etmektedir.
Özellikle siyasal özgürlüklerin kısıtlılığı (mesela katılımcı bir siyasetin kurumsallaştırılamaması ve muhalefetin kendisini ifade edebilme özgürlüklerinin sağlanamaması gibi), ticari alandaki sorunlarla faiz arasındaki ilişkiler (mesela faizsiz uygulamalar için toplumsal pratikler ya da sermaye akışının ve stoklarının nasıl oluşturulabileceği gibi), kadınların giderek kamusal hayattan uzaklaştırılması ya da haremlik selamlık uygulaması (mesela bu uygulamanın Bizans etkilerine ve dolayısıyla saray kültürüne -“yüksek kültüre”- dayanmasının üzerinde durulmaması gibi), cihadın giderek savaşa indirgenmesi ve sair toplumsal ya da insanî faaliyetleri kapsamasına ilişkin düşünümlerden sarfı nazar edilmesi (oysa cihadın anlamı giderek bu alanlarda yoğunlaştırılabilirdi; sözgelimi düşünsel, siyasal ve bilimsel özgürlüklerin sağlanması, köleliğin kaldırılması ya da yoksulluğun önlenmesi veya kölelikle ırkçılığın insan onuruyla ilişkisi ve bunların gerek İslamî gerekse insanî kardeşlik ve eşitliğe aykırılığı ve dolayısıyla tasfiye edilmeleri için cihad gibi) meselelerle ahlak arasında ilişki kurulmaması, ahlak kavramının darlığı/darlaştırılmasının en önemli göstergeleridir.
Yenilenmenin ya da yenilikçiliğin oldukça farklı anlam ve kulvarları olması, ya da bu konuda ortaya konulmaya çalışılan çabaların kimi yerlerde ve zamanlarda yozlaşmalara ya da olumsuzluklara sebep olması, Yenilikçi İslam Düşüncesi üzerinde çoğu kez şüpheci yaklaşımlara sebep olmuştur. Bu anlamda yenilikçilik, Hıristiyanlığın reformasyonuyla, rönesansla ve hatta sekülerizmle karşılaştırılmış; özellikle gelenekselci çevreler tarafından bir tür yozlaşma ve asıldan uzaklaşma olarak görülmüştür. Elbet de bu oldukça zorlu sürecin birçok sorunlu yönü bulunmaktadır. Sözgelimi faizsiz finans kuruluşlarının, sonuçta temel İslamî amaçlardan çok klasik bankacılık kuruluşlarına benzemesi; demokrasi tecrübelerinin, katılımcı ve meşverete dayalı siyasal sistemlerden çok otoriter ve baskıcı yönetimlere dönüşmesi; kalkınmacı çabaların sonuçta kapitalist bir minvale evrilmesi, özgürlükçülüğün serbestlik, sorumsuzluk ve hatta hedonizm olarak anlaşılması gibi. Bu tür yanlış anlamalar ya da yozlaşmalar ise çoğuleyin yenilikçilik ile modernleşmenin, dahası batı tipi bir modernleşmenin karıştırılması ve zaman zaman bu tip bir eğilimin yenilikçiliği asimile etmesi veya onun itibarını istismar etmesinden kaynaklanmaktadır.
Yenileşme çabaları çoğu yerde el yordamıyla ve gerek batının gerekse doğunun baskıları altında sürdürüldüğünden, ister istemez birçok acı ve olumsuz deneyim yaşanmıştır. Temelde toplumsal ve bilinçsel bir hazırlıksızlığı ortaya koyan bu tip olumsuz sonuçlar, aslında yenilikçi çabalardan çok, tam da geleneksel mirasın arızalarını ortaya çıkaran belirtiler (semptomlar)’dir. Zira İslam tarihi boyunca çoğu yer ve zamanda, Allah iktidar üzerinden iktidar da Allah üzerinden okunmuş; dolayısıyla bir iktidar tapıncı ortaya çıkarak eleştirel düşünce, yani tefekkür engellenmiştir. Sünni dünya Hilafeti kutsallaştırırken, Şii dünya da İmameti kutsallaştırmıştır. İmamet ve hilafetin eleştirilmesi ve nebevî temellere dayanan bir siyaset felsefesi ve pratiği arayışları ancak Yenilikçi İslam Düşüncesinin ortaya çıkması akabinde gelişmiştir. Ne var ki, bin yılı aşkın bir süredir uygulanan ve neredeyse toplumların kodlarına dek işlemiş olan geleneksel telakkilerin aşılması hiç de kolay değildir.
Nitekim bu süreç boyunca da, İslamcılık dahi siyaset ve iktidar merkezli bir tefekkür geliştirmiş; oysa en az siyaset kadar önemli olan ahlak, estetik veya iktisat üzerinde çok ciddi çabalar ve çalışmalar yapılmamıştır. Mesela eğitim ya da okuma ve düşünmenin geliştirilmesi, kısacası bilinç artışı hususunda çok önemli mesafeler kaydedilememiştir. Yahut bankacılık sektörü, İslamî görünümlü finans sektörüyle birlikte, giderek -sessiz sedasız bir biçimde- benimsenerek içselleştirilmiştir. Onlarca yardımlaşma kuruluşu, gerçekten takdir edilecek bir biçimde dünyanın en önemli yardımlaşma ağlarını oluştururken, bu çaba faizsiz bir yardımlaşma ve dayanışma ağları oluşturulması alanlarına teksif edilememiş; ortaya konulan kısmî çabalar da hüsranla neticelenmiştir. Tüm bunlardan sonra ise sorun adeta rafa kaldırılarak, ortalık genel bir sessizliğe bürünmüştür. Eğitim konusunda ortaya konulan en önemli çaba olan “Türk okulları” ise, dünyanın dört bir yanında İngilizce olarak verilen bir eğitimi esas alarak, bu haliyle daha çok yarım kalan misyoner faaliyetlerin işlevini sürdürmüştür. İşin garip tarafı, siyasal açıdan bu okulları eleştirenlerin dahi işin bu oldukça vahim yanı üzerinde hiç durmamaktadırlar.
Sonuç olarak, kimi alanlarda olumsuz sonuçlara yol açsa da, yenileşme konusundaki çabalar oldukça önemlidir ve ortaya çıkan kimi hayal kırıklıklarından ötürü yenilmişlik hissiyatına kapılmadan, yapılanlar gözden geçirilerek yeni denemelere girişilmeli ve bu oldukça önemli çabaların sürekliliği kesintiye uğratılmamalıdır. Unutulmamalı ki, bu çabalar çoğu yerde kısmî faaliyetler olarak yürütüldüğünden, henüz tam bir paradigmatik bütünlüğe ve yöntembilimsel bir birliğe kavuşturulabilmiş değildir. Beri yandan bu tip sorunların (iktisat, estetik, eğitim, ahlak), teoriden çok pratiğe dayandığı unutulmamalı, yeni arayışlar ve denemelerden vazgeçilmemelidir. Özellikle cemaat, vakıf ve benzeri kuruluşlar, bu tür denemeler ve çabalar için ağlara dönüştürülmeli ve bu yönde bir dikkat oluşturulmalıdır. Ama ne yazık ki dilimizden bir türlü düşürmediğimiz şura ya da meşveret ilkesini, kısacası paylaşımcı ve dayanışmacı ilişkileri bir türlü hayata geçirememekteyiz. Geçmişten tevarüs ettiğimiz şu mahut iktidarlaşma mantığı burada da hemen açığa çıkmakta, her cemaatsel yapılanma, kısa sürede sadece kendi iktidarını ve varlığını koruma ve hatta başkalarını kendisine tâbileştirme güdüsüne teslim olmaktadır. Cemaatler, belli konularda ihtisaslaşmayı amaçlayan bir görev paylaşımına gitmek yerine, hepsi her şeyi yapmaya çalışmakta ve sonuçta ise hiçbirisi hiçbir şeyi doğru düzgün yapamamaktadır.
“Üçüncü Yol Mukaddimesi” gibi çalışmalar bu nedenle oldukça önemli. Elbette hiçbirimiz gerçekliğin bütününü görebilme ve sorunların tümünü çözebilme gücüne ve becerisine sahip değiliz. Sorunlarımızın tahlili ve çözümü, ancak bu tür kısmî çabaların giderek büyüyen ve genişleyen bütünlüğü içerisinde ve bunların bir hasılası olarak belirginleşebilecektir.
Bu arada dikkatimi çeken birkaç eleştirimi de, muhterem Hayri Kırbaşoğlu hocamın derin hoşgörüsüne sığınarak belirtmek istiyorum. Malum, uzun sömürgecilik, işgal ve baskı yılları içerisinde, halkı Müslüman olan ülkeler kendilerini savunmak gibi oldukça masum ve kabul edilebilir bir gerekçeden yola çıkarak, bir silahlanma yarışına girdiler ve halklarının beslenme, eğitim, sağlık, kalkınma gibi kaynaklarından kestikleri kazanımlarını silahlanmaya ayırdılar. Oysa belli bir toplumsal ve insani gelişmişlikten, dolayısıyla da bilinçten yoksun toplumların ellerindeki silahlar, sonuçta onlar için bir çözümden çok, zarara dönüşmekte ve sorunlarını daha da derinleştirmektedir. Nitekim İslam dünyasındaki ülkeler, dünyanın en çok silah alan, beri yandan ise en çok birbiriyle didişen; sorunlarını müzakereler ve sulh yerine silahlarla çözmeye çalışan ama maalesef bunu da beceremeyen ülkelerdir. O nedenle, Hocamın “İsrail neden bu kadar pervasız. Çünkü nükleer silahı var. Kesinlikle İslam ülkeleri de nükleer silaha sahip olmalılar” (s. 234) sözünü bir kere daha gözden geçirmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü nükleer silahlar bir yandan çok daha pahalı bir teknoloji gerektirdiği gibi, öte yandan da kullanımı açısından temel İslamî ahlak telakkileriyle de uyuşumlu değildir. Aslında Müslümanların nükleer silahları elde etmek yerine, bu silahların ortadan kaldırılması yönünde bir çaba göstermeleri, gerek İslamî ilkeler gerekse insanlığın selameti açısından daha doğru bir çaba olacaktır. Nitekim milli kaynaklarını nükleer silah elde etmeye ayıran İran ve Pakistan’ın içerisinde bulundukları hâl, hiç de iç açıcı değildir. Öte yandan İsrail’i pervasızlaştıran ise sahip olduğu nükleer silahlardan öte, sair konulardaki (bilim, felsefe, teknoloji vb) gelişmişliği ve bundan da öte etrafındaki sözümona Müslüman halkların hamakatıdır.
Son bir sözüm ise, yirminci yüzyıl Müslümanlarının yüz akı olan Aliya’dan, “bilge kral” olarak söz edilmesinedir. Bunun Aliya’ya duyduğumuz sevgiden kaynaklandığı ortadadır. Oysa keşke sevdiklerimize krallık vasfını yakıştırmasak ya da ne olursa olsunlar kralları sevmeseydik. Hayatı özgürleşme ve dolayısıyla her tür otoriterliğe karşı bir mücahede ile geçen rahmetli Aliya da, zannederim bu tür bir nitelemeden hiç de hoşnut kalmazdı.