Akif Hasan Kaya ile “SERÇE RİSALESİ” Üzerine

Her gece uyuyor her sabah uyanıyoruz. Uyurken ayağımız yerden kesiliyor, düşler görüyoruz. Uyandığımız her sabahla beraber, yeni hayatları kucağımızda bularak hikayemize yeni sayfalar ekliyoruz. Elimize en nihayetinde tutuşturulacak kitaplarımız bu sayfalardan oluşuyor. Bu yönüyle bakınca her insan teki bir yazardır, kendi kitabının yazarı. Kimileri de hayat ağacına eklenen sayfaların dilini çözmeye, dikkatlerimizi ona çekmeye gayret ediyor. Hikayelerin peşine düşen ve  “Kıyametin koptuğunu görsem dahi, söyleyecek bir cümlem varsa onu yazmak isterim” diyen Akif Hasan Kaya ile son öykü kitabı “Serçe Risalesi”ni konuştuk. Hikayenin hikayesine biraz daha yaklaşmaya, kuşatma toplumundaki insanın soluk alış verişlerine kulağımızı az daha uzatmaya çalıştık.

Soruları hazırlamadan evvel, önceki söyleşilerinizi de okudum. İnsanlığın ortak acılarının ve meselelerinin, metinlerinizde çokça yer alması hemen herkesin dikkatini çekiyor. Serçe Risalesi’nde de bu izleği takip etmek mümkün. Bu durumla ilgili neler söylersiniz?

Evvelemirde, edebiyat insandaki değişmeyeni anlatır. Dolayısıyla her metinde insana dair hâller vardır. Hüznü, sevinci, acıları, kederi, mutluluğu, vs. Sizin sorunuzla kastettiğiniz büyük göçler, yıkımlar ve savaşlar sanırım. Daha önce de bu yönde sorular gelince kitaplarımı önüme koymuş ve bu gözle bir inceleme yapmıştım. Aslında sorduğunuz anlamdaki temaya sahip öykülerim, toplamdaki öykülerim içinde çok fazla bir yer tutmuyor. Ama az sayıdaki bu metinlerin taşıdığı acı diğerlerinden daha fazla öne çıkıyor. Böylece dikkat çekiyor. Elbette doğrudur. Aynı izlekten okumak mümkün ama bu dikkati gözden kaçırmamak gerekir diye düşünüyorum. Evvelemirde, edebiyat insandaki değişmeyeni anlatır. Dolayısıyla her metinde insana dair hâller vardır. Hüznü, sevinci, acıları, kederi, mutluluğu, vs. Sizin sorunuzla kastettiğiniz büyük göçler, yıkımlar ve savaşlar sanırım. Daha önce de bu yönde sorular gelince kitaplarımı önüme koymuş ve bu gözle bir inceleme yapmıştım. Aslında sorduğunuz anlamdaki temaya sahip öykülerim, toplamdaki öykülerim içinde çok fazla bir yer tutmuyor. Ama az sayıdaki bu metinlerin taşıdığı acı diğerlerinden daha fazla öne çıkıyor. Böylece dikkat çekiyor. Elbette doğrudur. Aynı izlekten okumak mümkün ama bu dikkati gözden kaçırmamak gerekir diye düşünüyorum.

Diğer taraftan, söz konusu olaylara müdahale etmesi imkânsız, sıradan bir insan olarak elimde olan tek enstrümanı kullanıyorum. Yani öyküyü. Zira benim cılız sözlerim ancak böylesi bir tahkiyeyle anlam kazanıyor. Öyküyü öykü yapan bütün unsurları da bu toplama ekleyince itiraz edeceğim meselelere karşı elimde dilden müteşekkil bir “silah” oluyor. İşte bunu kimin hesabına kullandığımız önemli. Daha önce de demiştim; bugüne kadar kimsenin namı hesabına, kimsenin hatırına bir tek cümle kurmadım. Kimsenin hazır kıtası olmamaya özen gösterdim. Yazdıklarımda bir şey varsa belki bu gayretin neticesi olabilir. Yaşadığım zamana faydam olmasa bile, en azından büyük insanlık hikâyesini zedelememeye dikkat ediyorum. Amellerimden bir amel olarak, yazdığım öykülerin niyetime şahitlik etmesini dilerim.

Kitapta birbirini takip eden ve birbiriyle bağlantılı olan üç hikâye var: “Esnek Hikâye, Gergin Hikâye, Yorgun Hikâye” Üçünü okuduktan sonra zihnime “delilik hakkını elde bulundurmak” mısrası yanaşıverdi. Akıllarının suspus olduğu yerde, adaletini sağlama görevini deliler mi üstleniyor?

Sondan başlayayım. Bana göre bu dünyada mutlak anlamda adalet diye bir şey yoktur; adalet arayışı vardır. En azından bu dünyada her adalet arayışı, başka adaletsizliklerin kapısını aralayan bir maymuncuktur. Tek ve gerçek adalet Allah’ın adaletidir. Belki insana düşen, bu tanrısal adaletten kimi hisseler kaparak yeryüzünde uygulamaya çalışmaktır. Bu konuda yapabileceğimiz, bir eylem iyi ya da kötü olarak ortaya çıkmadan evvel, daha hareket meydana gelmeden önce, etik olarak böylesi bir şeyin neye tekabül edeceği konusunda sahip olduğumuz fikri, iyilik yönünde kullanmaktır. Zira saflar belli olduktan sonra tavır almak kolaydır. Bu tavrı daha temelde bir zemin olarak belirlemek ve buna göre bir duruş sergilemek gerekir. Bu bizi adil yapmaya yetmez belki ama umulur ki büyük adaletsizlikler böylece önlenebilir. Kısaca niyet dediğimiz bu kavram sayesinde, dünya bir parça daha yaşanılabilir hâle gelebilir.

Kimi zor ve imkânsız işlere kalkışanlar için deli denir. Ya da eylemin imkânsızlığına vurgu yapmak için delilik bu denir. Bunlar elbette, normal gayretin dışında bir çalışma ya da aksiyonun ancak böylesi bir akıl aşkınlığı ile mümkün olacağını vurgulamak için söylenegelen şeyler. Bugüne kadar dünyayı da kendini akıllı olarak tanımlayanlar yönetti. Geldiğimiz nokta ortada. Akıllı olduğunu iddia eden biri bir bomba yapıyor ve iki yüz bin insanı aynı anda öldürüyor. Bu da teknoloji ve medeniyet olarak ilerleme sayılıyor. Devasa bütçelere ulaşan sektörler değirmen gibi insan öğütüyor. Akıl burada kendi kendini kutsayan, kendine tapan bir toteme dönüşüyor. Bu dünya için adalet beklentimizi ve inancımızı ancak deliler sayesinde diri tutabiliyoruz. Çünkü onlar bir şey yaparken bilançoları düşünmez. Olaylara reelpolitiği hesaba katarak bakmaz. Çıkarcı değillerdir kısacası.

Tam da burada Leyla ile Mecnun dizisinin karakteri Erdal Bakkal’ın okuduğu şu delilik manifestosunu hatırlamakta fayda var: “Sevgili Deliler, yepyeni bir akım başlatarak klasik huni anlayışını değiştiriyoruz. Hunililer olarak tüm delileri birleşmeye çağırıyoruz. Birbiriyle yarışmaktan öte gidemeyen aklın hükmüne son vereceğiz. Geçmişini yıkan, beton yığınları arasına sıkışıp kalmış olan aklın hükmüne son vereceğiz. Akıllı olanın her şeyi batırdığı, savaşarak silah tüccarlarını ve para babalarını zengin eden aklın hükmüne son vereceğiz. Her kesimden insanın şiddete maruz kaldığı, kimin gücü kime yeterse mantığıyla hareket eden aklın hükmüne son vereceğiz. Üç kuruş kazanmak uğruna tüm ömrünü heba eden, hayatını yaşayamadan bu dünyadan göçüp giden aklın hükmüne son vereceğiz. Akılla kirletilmiş bu güzel dünyayı yeniden güzelleştirebilmek için sizlere sesleniyorum: Tüm deliler birleşin!”

Uzunca süredir küresel denilen bir salgının etkilerini hissediyor, bizzat yaşıyoruz. Maskeler, dezenfektanlar, mesafeler, kayıplar, aşılar… Bu süreç sizi -dolayısıyla okuma/yazma serüveninizi- nasıl etkiledi?

Bana göre salgın, bütün sosyal bağlarımızı ve alışkanlıklarımızı kökünden sarstı. Salgın sonrası, küresel anlamda tek tip bir insan modeli ortaya çıkacak gibi duruyor. Kültürel farklılıkları ortadan kaldıran, hatta bu farkları yıkan bir dönem geçiriyoruz. Bir Meksikalı ile bir Almanın-kemikleşmiş kimi refleksler, kazanımlar dışında-bu anlamda pek bir farkı kalmayacak gibi duruyor. Bireysel olarak içe kapanıyoruz diye gözlemliyorum. Mesafe, salgından korunma yöntemi olmanın dışında insanların arasına duvar ören bir şeye dönüştü. Bazı artıları olduğu da söyleniyor. Evi yeniden keşfetmek gibi mesela. Ama bu daha çok orta ve üst gelir grubuna has bir şey sanıyorum. Diğer taraftan ticaret şekil değiştiriyor. İnternet satışları patladı. Bir günde on milyarlarca dolar satış yapan şirketler var. Köklü değişimlerin eşiğindeyiz diye düşünüyorum.

Okuma alışkanlığım konusunda pek bir değişim olmadı. Yine okumaya devam ediyorum. Yazmak istediklerimi yazıyorum. Dergilere ya da edisyon kitaplara katkı vermeye devam ediyorum. Bu dönemde, birisi editörü olduğum Çizgi ile Yazgı, diğeri Serçe Risalesi olmak üzere iki kitap yayımladım. Ama seyahatler azaldı. İletişimde olduğum insanlarla birebir etkileşim azaldı. En çok dostlarla oturup uzun uzun konuşamamak, çay içememek zoruma gidiyor.

Öyküye yönelişte özellikle de son zamanlarda bir artış söz konusu. Yüz yüze veya çevrimiçi atölyeler, yeni çıkan dergiler, öykü okuma grupları… Bu vakıayı nasıl okuyorsunuz?

Zaman zaman böylesi yönelimler olur. Ama bunu anlamak için on yıl sonraya bakmak lazım diye düşünüyorum. Şimdiden bu konuda bir tespit yapmak zor. Mesela seksenli ya da doksanlı yılların dergilerini şimdi karıştırsak karşımıza birçok isim çıkar. Bugün onlardan kaç kişi yoluna devam ediyor diye baktığımızda bunun bir elin parmaklarını geçmediğini görürüz. Bütün bu hareketlilik de zaten o kuşaktan üç beş kişiyi taşımak için vardır. Bugünkü ilgi nerden baksanız iyi bir şey. Niteliğini anlamak içinse zaman gerekli.

Kitabın sonlarında yer alan “Tekno Hayat 7.0” isimli hikaye, kuşatma altındaki insanı biraz daha distopik şekilde anlatıyor. Öte yandan, bunun bir kehanet olmadığını insanlığın çok daha şedit bir gözetleme toplumuna doğru evrildiğini söyleyen yığınla insan var. Öykü, her şeye rağmen umutla sonlanıyor ve hikâye devam ediyor. Hikâyeye, şahsi serüvenlere sahip çıkmak zorlaşıyor mu?

Bu anlamda umudumuz hep diri ve canlı. Allah vardır ve umut vardır. Bize düşense kendi fıtri ve soy hikâyemize sahip çıkmaktır diye düşünüyorum. Bizimle o hikâye arasına duvar örenler, set çekenler hep olageldi. Peygamberler de bunu hatırlatmak ve yeniden o öz olana davet için gönderilmedi mi zaten? Biz bugün bu baskı ve saldırıyı daha küresel anlamda hissediyoruz. Sürekli üreten ve tüketen tek tip bir insan modeli dayatılıyor. Düşünmeyen, sorgulamayan, manipüle ve konsolide etmesi kolay olan böylesi bir insan tipi onlar için son derece elverişli. Sıkışıp kaldığımız o çemberi kırmak için önce bunun farkında olmak lazım. Elbette hikâye devam ediyor. Kıyamete kadar da devam edecek. Çünkü kötülüğün sâriliğine rağmen, iyi ve hak olan hep var olacak. Bize düşen, umut ve azimle sabitkadem bu gayret üzere olmaktır.

Kitaba ismini veren öykünüz “Serçe Risalesi” dört duvar arasındaki –sayısı gittikçe artan- yaşamlara biraz olsun yaklaşabilme daveti sunuyor. Göğü kucaklamaya hasret bir sürü insan, öte yanda ise her gün gördüğü maviliğe bakmaya yabancılaşan yığınlar. Hikâye biraz da bu gerilimden mi doğdu? Nasıl dönüşler aldınız?

Gerilim elbette öykünün olmazsa olmaz unsurlarından biridir. Bir zıtlık olmalı ki anlatacak bir hikâyemiz olsun. Zaten sorunuz da böylesi bir zıtlık barındırıyor. Bahsettiğiniz öykü tema olarak bir tecrit öyküsü. Daha önce de böylesi temalar etrafında yazdığım kimi öyküler oldu. Okurların görüşlerini önemsemekle birlikte, daha öykü görücüye çıkmadan önce benim için önemli olan, ele aldığım meseleyi hakkıyla anlatabilmektir. Bu konuda mutmain olduysam yayımlıyorum zaten. Bu bağlamda aldığım geri dönüşler de beni rahatlattı. Bundan başka ne söylesem zorlama olur.

Muhayyel Dergisi’nin “Sebep-i Telif” köşesinde kendi yazma serüveninizi anlatmıştınız. Keyif alarak okumuştum. Peki, bu yazma serüvenini hangi kanallar besledi. Daha açık sormaya çalışırsam, bir hikâyeci olarak hangi kaynaklardan beslendiniz? Bu vesileyle “kalem alıştırmaları” yapanlara neler tavsiye edersiniz?

Burada uzun bir okuma listesi yapmak istemem. Ama mutlaka iyi kitaplar tavsiye eden dostlar edinin.

Okumanın elbette yazmakla çok ilgisi var. Küp içindekini sızdırır derler. Dolmalı ki sızsın ya da taşsın. Dolayısıyla okumak öncelikle bilinç edinmenin ve insanın kendisini bulmasının bir yoludur. Bu anlamda aslında esas olan, iyi bir okur olmaktır. Yazmak bana göre daha ikincil bir eylem. Ama illa yazmak isteyenlere en büyük tavsiyem yine çok okumaları olur. Bunun yanında seyahat etmek de en azından beni çokça besledi. Elbette bunlar kişisel tecrübeler. Başka birinde nasıl ortaya çıkar bilmem imkânsız. Dergilerle irtibatlı olmak hatta bir derginin mutfağında yer almak da bu bağlamda sayılabilir. Bolca temrin yapmak da işe yarar. Bundan başka elbette birlikte yürüdüğüm yol arkadaşlarımın, ağabeylerimin yoldaşlığını anmalıyım. Her adımda onların güveni ve dostluğunu hissettim.

Metinlerinizde ve kimi paylaşımlarınızda dörtnala koşturan atlara sıkça denk gelmek mümkün. Akif Hasan Kaya için, at(lar) ne anlam ifade ediyor?

Yakın zaman önce Aşkar dergisinin yaptığı söyleşide de buna benzer bir soru gelmişti. Aynı cevabı vermiş olayım. Öykülerimde hayvanlar, kurguyu tamamlayan, söylemek istediklerimi anlatmamda yardımcı birer unsur olarak her zaman var oldular. Kuşlar özgürlüğün bir sembolü olarak olmazsa olmaz bir yere sahip zaten. Kedileri de kimi farklı öykülerde kullandım. Ama atlar başka. İlk kitabım Islak Kibritler’de Siyah At isimli müstakil bir öyküm de var hatta. Ölmüş Oyuncaklar Müzesi’nde yer alan Çerkez’in Rüyası da at etrafında bir anlatıya sahiptir. Yine Uzun ve Lacivert Günler’de yer alan Kara Güneş bir at öyküsüdür. Böyle düşününce epey at öyküsü yazmışım hakikaten. Evimin duvarında bir at portresi var. Bir arkadaşıma ev hediyesi olarak üç atın yan yana koştuğu bir fotoğrafın çerçevelenmiş hâlini götürmüştüm. Bilgisayarımın ekran koruyucusunda atlar var. Sosyal medyada sık sık paylaşıyorum. Bunu bilen bazı dostlarım video gönderiyor. Umarım bunlar takıntı değildir.

Tarihsel olarak belki bugün at yerine öykülerimde araba yer almalıydı. Her ne kadar bahsettiğim öyküleri nostaljik bir coşumla yazmamış olsam da, bugünden ve yine insanın değişmeyen fıtri meseleleri üzerinden anlatıyor olsam da atlara özel ilgim olduğunu saklamıyorum. Bunun nedeni nedir inanın ben de bilmiyorum. Bana çok asil geliyor atlar. Duruşları, koşmaları, güçlü olmaları, koşarken yelelerinin ve kuyruklarının savrulması… Bunlar bir hayvanı sevmek için neden midir? Bilmiyorum ama atları seviyorum. Öykülerimde duran at yoktur. Onlardan beklendiği gibi genelde koşarlar. Hasılı çok güzel hayvandır at.

Evvelki kitaplarınızdan Serçe Risalesi’ne sarkan bir kahramanımız var. Görevi hırsızlık yapmak fakat o bildiğimiz, kanıksadığımız hırsızlardan değil. Kimsenin malında pulunda gözü yok. Hikâyelerin peşinde. Yaptığı şey dehikâyeler çalmak.Hikâye çalmak diğerinden çok daha fazla ince işçilik gerektiriyor diyebilir miyiz?

İnsan hikâyesiyle vardır. Ve o hikâyeyi fıtri çizgide tutmakla sorumlu ve yükümlüdür. Dünya hayatı için imtihan dediğimiz şey tam da budur. Bir tarafıyla da insan hata ve kusurlarıyla insandır ve tövbe de bunun için vardır. Hatalara takılıp kalmadan, bunların gelecek zamanı zehirlemesine izin vermeden ama mutlaka ibret ve ders alarak devam etmek lazım diye düşünüyorum. Bahsettiğiniz öyküdeki kahraman, insanların unutmak istediği hikâyelerini çalıyor. Ama gerçekten unutmak isteyenlerin hikâyelerini. Yaptığıysa sadece sabırla dinlemek. Bir sıkıntınızı hiç sözünüz kesilmeden, sizi dinleyecek birisine anlattığınızı düşünün. Ne kadar rahatlarsınız. Oysa bu zamanda böyle sabırlı insanlar azaldı. Çünkü herkesin söyleyecek ve anlatacak çok şeyi var. Sabırla dinleyen insanlar bilgedir bana göre. Kıymetlerini bilmek lazım.

Bu kıymetli söyleşi için çok teşekkür ederiz.

Ben de size çok teşekkür ederim.

Bunları da sevebilirsiniz