MODERN TÜRKİYE YA DA UYDURULMUŞ KÜLTÜRÜN MAĞDURLARI

Toplumumuzun kültürel yapısı üzerinde, yâni bizim bugünkü algılama ve davranış hallerimizi belirleyen ruhsal dokumuz ve fikrî bünyemiz üzerinde kısa bir mütalaâ yapalım istedik. Yâni kendi değişim maceramızı geçmişteki ve bugünkü hâliyle ama tarafsız nazarlarla gözleyelim dedik. Kendimizi tanımlarken görmeyi arzuladığımız şahsiyet dokusu gerçekten bize mi âittir? Ya da bütünü ile kendimiz olduğumuzu mu vehmediyoruz? Bu ayrımı yaparken ölçütleri duygusallıktan uzak ve rasyonel bir akılla ortaya koymamız gerekmektedir. Biz şunu biliyoruz ki, kültür dediğimiz ve bizi yoğurup biçimlendiren olgu; hayatı, olayları, kişileri, toplumsal değişimleri nasıl algılamamız gerektiğinin bütün şemalarını önümüze koyan ve şahsiyet, kimlik, yâni bütün varlık mâceramızı da aynı mânâda inşa eden oldukça derin bir potansiyeldir. Yani bir toplumun kültürel yapısı dediğimizde, o ülkenin enformasyon ağından, güzel sanatlarından, eğitim politakasından, dış siyasetinden, sivil toplum örgütlerinden, IMF ile Dünya Bankasıyla olan ilişkilerine kadar daha pek çok şeyle ilişkilerinden bahsedeceğiz demektir. Çünkü kültürel şemsiye bunların tamamından çok daha fazlasını çerçeveler, zira o, hayatımızın tamamı demektir. O bakımdan toplumların içinde barındıkları ve kendi gerçekleri olarak eklemlendikleri kültürel geçitler, hayatın en önemli malzemeleridir. İşte bu sebepledir ki, toplumlara tahakküm etmek isteyenler, kalabalıkları kendi kültürel kozalarının içinde ruhsuz bedenlere dönüştürürler. Amerika’da Standford Üniversitesi’nde yapılan bilimsel bir araştırmada, insanların kendilerine âit konularda karar verirken bilinçlerinin yalnızca yüzde altısını kullandıkları, geri kalan kısmının da diğer dış tesirler tarafından sağlandığı tesbit edildi. Bu realiteyi kendi toplumumuz üzerinde düşünecek olursak, çıkacak olumsuz sonuçları hayal bile edemeyiz eminim. Üzerimizde birkaç asırdır aralıksız devam eden ve toplumu bir silindir gibi ezip geçen tarihsel bir kışkırtmanın çok büyük yükü bulunmaktadır. Bu ezici yükün yanında bugün adına sosyal medya denilen kirli enformasyon ağının da ikna edici gücünü ve geniş toplum kitleleri üzerindeki tesirini göz ardı etmeden düşünmemiz gerekmektedir. Karşı karşıya kalınan reel tablo sonuçları bakımından gerçekten ürkütücüdür. Medya’nın büyük bir kısmının İsrail, Kanada, Amerika gibi azgın sömürü kültürünün baş aktörlerinin vesayetinde olduğunu düşünürsek, oralardan projelenen telkinlerin de, global sermaye dediğimiz Soros, Rockefeller, Konrad Adenauer vakfı ve benzeri güçlere âit olduğunu, toplumların siyaset adamlarından, sanatkârlarına ve akademisyenlerine kadar etkin bir zümreyi özenle şekillendirdiklerini de düşünmeliyiz. Bu şekillendirme elbete yalnızca Türkiye üzerinde değil, bütün bir dünya üzerinde uygulama alanı aramaktadır ve bulmaktadır da ama bizim gibi toplumsal dönüşümü özellikle meşrutiyetten bu yana çok sert uygulama alanı bulmuş ülkelerdeki tesiri daha öldürücü olmaktadır. Emperyal kültür sizi zaten yok sayarak işe başlar. O bakımdan bu kültürün yayılmacılığında CIA operasyonlarından, çocukların izlediği çizgi filmlerdeki subliminal telkinlere kadar bütün yöntemler en ince ayrıntılarına kadar uygulanır. Bir tek amaç vardır; sizin bilinçaltınızı yoğurup istenilen kılığa sokmak… Amerikalı ünlü ressam Mark Lombardi, ABD’nin yayılmacı kültürünü fark ettiğinde, bu emperyalist yayılmacılığa kendi ölçüleri içinde karşı koymak ister. George Bush Jr.’un da yönetiminde yer aldığı Harken Energy firmasının Suudlara ve Usame Bin Lâdin’e ulaşan para kanalını anlatan resimler çizerek bunların teşhir edildiği bir sergi açar. Bu sergide daha nice kirli sömürü ilişkilerinin resimlerini teşhir etmektedir. FBI, müzedeki bu resimlerden bazılarını alıp götürmek isteyince müze yönetimi buna şiddetle karşı koyar ve izin vermez, çünkü Amerikan yasaları müze yönetimini korumaktadır. Ancak birkaç gün sonra ünlü ressam Lombardi, çalışma atölyesinde kendisini asmış olarak bulunur. Yapılan otopside verilen karar açıktır. Ünlü ressam uzunca bir zamandır manik depresyon yaşıyordu.[1] Bu noktada bizim için en zayıflatıcı ve eklemlerimizi çözen zemin, toplumumuzdaki yönetenler, aydınlar ve halk üçgeninde, bu gurupların temsil ettikleri sosyolojik değerlerin birbirlerine göre tamamen ilintisiz olması ya da oldukça da büyük farklılıklar göstermesidir. Yâni kültürel bir ittifak noktasının bulunmamasıdır. Dolayısıyla çok büyük bir kültürel dönüşümün hedefi olan halk kitlesi, bu zorlu hayatın ve toplumsal ihtiyaçların içinde, yöneten elitlerin ve aydınlar(!) zümresinin kılıktan kılığa soktukları şamaroğlanı hâline getirilmiştir.

Aşağı yukarı birkaç asırlık yakıcı bir mâcerada oluşan ve özellikle meşrûtiyet yıllarında belirginleşen ve Cumhuriyetten sonra da keskinleşen bu dönüşümde; aydınlarda, temelsiz ve inkâra dayalı beylik inançlar ifrata varmış ölçülerde belirginleşirken, hayatın gerçek tecrübelerini değerlendirebilen ve yine hayatı doğru yorumlayabilen kıvrak bir zekâyı ortaya koyamamışlardır. Muhafazakâr halkın sosyo-kültürel davranışlarının sığınak ve referans olarak dayandığı nokta da ne yazık ki, asıl çizgisinden sapmalar göstermiş, mitleşmiş ve şirazesinden çıkmış dînî motifler olmuştur. Dolayısıyla onlar da, hiçbir zaman tatmin ediciliği olmayan bir dünyanın içinde sıkışmışlardır. Yâni kısaca aydınlar da, halk kalabalıkları da ışığı sönmekte olan bir dünyanın gölgesinde oyalanmaya başlamışlardır. Burada ciddi bir örnek olması bakımından Yahya Kemal’in Babanzade ile yaptığı münakaşayı hatırlamak gerekir. Babanzade’nin kendisini; “İslamiyeti efsaneler üzerine koyarak anlatıyor ve böylece yanlış tanıtıyorsunuz.“ tenkidine karşı Yahya Kemal şöyle cevap verir; “Ben her şeyden evvel bir Türk gibi yazıyor idim ve bu nevî edebiyattan tam yerli olan Müslüman ruhlar şiddetle hoşlanıyorlardı. Siz kimsiniz? Bütün bir Türk milletinin hatıralarına ne karışırsınız.. Türk milleti dinini istediği gibi benimsemiştir. Evet, bu millet islamiyeti kendi mizacına göre kabul etmiş ve çok eski putperestliği ile karıştırmıştır ve öyler sever. Onun uğruna yalnız bu sebeple ölür. Sizin itirazlarınızla bir yaprak kıpırdamaz!“ der.[2]

Bizim her yönden gelen kültürel bozulmaya müdafaasızca açık kalmamızın önemli sebeplerinden birisi de, kültürel beslenmemizin esas kaynağı olan Kur’ân’dan ayrıştırılmış geleneksel İslâmî algılamalarımızdan doğan yanılsamalardır. Eğer ilham kaynaklarınız yabancı ise, kendi hassasiyetinize âit bir gelişmeyi ortaya koyamazsınız. Çünkü artık gücünüzün saltanatı kalmamıştır. Dolayısıyla Kur’ân ile rasyonel bağları kopan kitlelerin yabancı unsurlarla başa çıkabilme yeteneği de tükenmiştir. Böylece, derinliğinde değer kaybına uğrayan kitleler kendi hayâtî unsurlarını kaybettikçe onların yerini sömürü kültürünün simgeleri doldurmaya başlamıştır. Bu güçlü sömürü kültürü Anadolu’dan, Ortadoğu’ya ve Afganistan’a kadar öyle vurucu dalgalar halinde geldi ki, bireyi maddesi ve mânâsıyla tamamen eritti ve bildik hiçbir tanıma uymayan yeni, ruhsuz, renksiz, amaçsız ve temelsiz nesiller ortaya çıkardı. Burada tarihi bir tecrübeden bahsetmek faydalı olur. Bilindiği gibi Hindistan’da büyük bir Türk imparatorluğu vardı; Babürler… Cumhurbaşkanlığı forsundaki onaltı yıldızdan birisi bu Babür Devletini simgeler. Yeryüzü medeniyetini inşa eden beş altı muhteşem medeniyetten birisi olarak gösterilir. Üç yüz yıldan daha fazla bu medeniyet orada hayat buldu ve yeryüzüne İslâm hukukuyla, bilimiyle ve mimarisiyle hayat verdi. Fakat İngiltere’nin emperyalist kültürü 1858’de o bölgeyi istila ettikten yetmiş-seksen sene sonra orada kullanılan dili Türkçe olmaktan çıkardı. Ana dili Farsça, Urduca ve Hindu dillerine dönüştürürken bu yüksek medeniyet coğrafyasının tarih kitaplarındaki adı da; “Babür Moğol Devleti“ olarak tanıtıldı. Son Babür Sultanı Bahadır Han İngiliz güçleri tarafından Birmanya’ya (Myanmar) sürülür, tecrit edilir, sefalete terk edilir, kimseyle görüştürülmez ve direncinin tamamen kırılması için de çok hazin bir şekilde esrar tutkunu haline getirilir. Daha sonra bu coğrafya; Hindistan, Pakistan, Afganistan ve Bengladeş olarak bölünüp yoksullaştırıldı. İngiliz enetelijansiyasının bir başarısı olarak tabiî… Bugün, bu büyük medeniyetin kurucularının son temsilcisi Prenses Begüm bir kulübede çaycılık yapıyor ve İslâmî bir vakfın kendisine tahsis ettiği yüzseksen lira ile geçinmeye çalışıyor. Benzeri durum bütün coğrafyalarda global sermayenin ağır baskısı olarak hâlâ hızını kaybetmeden sürdürmektedir. Meselâ Cezayir kurtuluşunun lideri ve ilk Cezayir Başbakanı Ben Bellâ, ana dili olması gereken Arapçayı konuşamıyor ve Fransızca konuşuyordu.[3] Aslen Türk olan Bulgarların zaman içinde uğradığı dönüşümü düşünecek olursak, bu kültürel döngünün ruhlara da bedenlere de yaptığı kalıcı tesiri daha iyi anlayabiliriz belki. Bugün için Fransa’nın ve İngiltere’nin önüne geçmiş, tamamen nefret edilebilir bir ülke olarak görünen Amerikan’ın aleyhinde gösteriler yapan kitlelerde bile zaman zaman gördüğümüz manzara, en yaygın şekliyle tahakküm kültürünün ve bilinç altı ezikliğin nasıl bir kuşatılmışlığa yol açtığı manzarasıdır. Büyük şeytan olarak ABD’yi lânetleyen öfkeli kalabalıkların kullandığı, modern, bakımlı bir erkeği, katılımcı ve atak kadını simgeleyen Mustang gözlükler, ellerinde Amerikan sigaraları, üzerlerinde Lewis pantol ve istirahat ederken yedikleri McDonald’s hamburgerleri, isyan kalabalıklarının kendi mekânlarında zararsız birer çökelti hâline getirildiklerini anlatır. Zira ortaya konulan tepkilerde ele alınabilecek hiçbir değer tanımı yoktur ve kitlelerin gerçek obje ile bağlantıları tamamen kesilmiştir. ABD emperyalizmi’nin sözcülerinden Thomas Freidman ne diyordu? “Sınırları içinde McDonalds olan iki ülke savaşmaz.” Şu hususu akıllarda dâimâ canlı tutmak gerekir, bütün kültürel mücadelelerin arka plânında bir tek hedef vardır; hedef alınan toplumların özellikle aydınlarından taraftarlar toplayarak toplumun tamamını müstemleke haline getirmek. Evet, kültürel bir dönüşüm ve modernleşme hareketinin tabiî bir sonucu gibi gösterilen her durum gerçekte su götürmez bir faciadır. Kültürel düşüklüğün rahatça yol almasında kanaatimce en büyük sebepler, tecrit edilmişlik, az gelişmişlik, güçsüzlük ve moderniteden uzak kalmışlık duygusunun bilinçaltına iyice yerleşmiş olmasıdır. Bizim toplumuzda yaşanılan kültürel dönüşümde de aynı zihniyet çüküntüsünü ve Batı karşısında ezilmişliği yaşayan baş aktörler, yâni aydınlar etkili olmuşlar ve zamanın gerçekte neye ihtiyaç duyduğunu anlayamamışlardır. Milli Mücadele yıllarından sonra İsmail Habib Sevük her vesileyle nutuklar atıyor, eğer Batı uygarlığını aynen almazsak İstiklal harbini kazanmış olmanın bile bir kıymetinin olamayacağını haykırıyordu.[4] Ancak şunu belirtmeliyim ki, aydınlar zümresinin ekseriyeti bu yönlendirme konusunda gerçeğin saflığı içinde hiçbir ciddî ve samimi ideoloji ortaya koyamamışlar, toplumu dönüştürme emellerini siyasal söylemlere de eklemleyerek topyekün bir toplumsal bozgunun temellerini atmışlardır. Özellikle 19. yüzyılın Batı pozitivizmi Türk aydınını ağırlığı fazlaca hissedilecek bir şekilde etkilemiş, rüyalar ülkesi Fransa ve Lord Canning’in İngilteresi’nden ithal edilen bu yeni kültürü, büyük bir ekseriyeti, ulvî bir îman esası olarak hayatlarına katmışlardır. Bunun bir bakiyesi olarak Cumhuriyet döneminde ise aydınların bu psikolojik halleri halka aynen yansıtılmaya çalışılmıştır. Zaten bu yüzdendir ki, özellikle 1924’ten sonra muayyen aralıklar ile yurt dışından sosyolog ve eğitim uzmanları getirtilmeye başlanmış, bu yeni kültürel formun dışında kalan herkese karşı şiddetli reddiyeler ve hatta müeyyideler uygulamışlardır. Bu noktada halkı yöneten kadroların zihniyet yapısını daha iyi anlatabilmek için Ankara anlaşması örneğini verebiliriz. Yapılan bu anlaşmayı müteakip İsmet İnönü yanındaki burokratlarına şöyle seslenir; “Bizi artık ebediyen Batı dünyasına bağlayan bir muahedenin içine girmiş bulunuyoruz.”  Devleti yöneten iradenin bu itirafı, toplumun nerelerden koparılıp nerelere, hangi bilinmezliğe doğru sürülmek istendiğini açıkca gösterir. Alaaddin’in lâmbası artık içindeki cin’i çıkarmıştır. Oysa önceleri göğün yeryüzüne sunduğu en değerli armağanlara sahiptik. Burada küçük bir hâtırayı kaydedelim; I. Dünya harbi sonrasında İstanbul itilaf devletleri tarafından işgal edilir. İngiliz komserliği Kroker oteline yerleşir ve sokaklarda İtalyan polisleri devriye gezerler. İkindi vakti yaklaşıp Beyazıt’ta Ezânî Cemil Efendi o muhteşem ezanını okumaya başladığında atlı tramvaylar birer birer dururlar ve istisnasız ezanın bitmesini beklerler. Dahası, İtalyan polisler bu ezanın kozmik havasından o kadar etkilenirler ki, yoldan geçenleri durdurarak ve kendileri de kollarını kavuşturarak bu lâhutî ânın lezzetini yaşarlar. Hatta bu ezan’ın ruhlara sürûr veren nağmelerine tutkun olan çok sayıdaki ecnebî, ezan vakti yaklaştığında çınaraltında toplanırlardı.[5] İşte varlığımızın henüz gözden düşmediği o muhteşem günlerden 1932’deki ezanı terk ettiğimiz, ruhumuzun karardığı günlere böyle gelinir. Ama bu kültürel dönüşüm yaşanırken özellikle dinin etki alanının daraltılmasına ve onun bütünüyle pasifleştirilerek sıradan bir söylem hâline getirilmesine özen gösterilmiştir. Muhtemel kaygıları ortadan kaldırabilmek için en temel savunma mekanizmasının zedelenmesi gerekiyordu. Bu durum, tabiî 19. yüzyıldan itibaren aralıksız sürdürülen toplumsal algılamalara trajik anlamlar kazandırarak dînin kendi membaından ayrıştırılmasını sağlamış ve böylece esası saf dışı bırakılmış dînî telâkkilere bağlı yeni bir kültürel beslenme, halkın zihninde keskin bir kimlik doğmasına yol açmıştır. Nitekim 1944 yılı TDK Sözlüğünde “Din“ kelimesinin karşılığı olarak, “Türk’ün dîni Kemalizmdir.“ ifadesiyle yeni din nazariyesi de bir mânâda açıklanmış olmaktadır. Öyle ki; M. Kemal vefat ettiği zaman Kâzım Özalp Paşa, Celal Bayar’a hitaben; “Celal, artık kale Atatürk yok!“ diyerek meseleyi en açık bir dille açıklamış olur. Yani ortada tam mânâsıyla bir kargaşa vardır ve bu noktada yüreklere su serpecek rasyonel bir duruşu görmek oldukca zordur. İşte böyle toz duman olmuş bir coğrafyada karamsarlıkları yatıştıracak, Fransa’nın ve özellikle de İngiltere’nin sosyo-kültürel dayatmalarını pasifleştirecek fikir disiplinleri ortaya konulamadı. Öyle karmaşık bir yapı görülmektedir ki, bir zümre kültürel tabanın İslâm olmasını istemez ama Hıristiyanlık olmasına ses çıkarmaz, Hariciye vekili Mahmut Esat Bozkurt gibi.

Bir kısım zümre toplumsal gerilemenin sebeninin İslâm olduğunu  haykırır, Ali Fethi Bey gibi. Bir kısım zümre İslâm’ı temsil alanında görmek istemektedir, ama siyasal planda yanlış alanlarda at koşturmaktadır ve vurduğu hedef iyi hesaplanmamıştır. Süleyman Nazif, Mehmet Âkif, Said Nursi, Rıza Tevfik Bölükbaşı vs. gibi.[6] Sadece hissiyatlar dillendirildi o kadar. Gazi Mustafa Kemal, hazırlanan yeni oluşumu şöyle özetler; “Şimdiye kadar takip edilen talim ve terbiye usullerinin milletimizin gerileme tarihinde en önemli bir etken olduğu kanaatindeyim. Onun içindir ki, bir milli terbiye programından bahsederken, eski bir devrin bâtıl inançlarından ve doğuştan sahip olduğumuz özelliklerle hiç ilgisi olmayan yabancı fikirlerden, Doğu’dan ve Batı’dan gelebilen tüm etkilerden tamamen uzak, milli ve tarihi özelliğimizle uyumlu bir kültür kastediyorum…”[7] Esas olarak şunu bilmemiz gerekiyor, eğer gücü temsil eden bir toplum olarak ayakta sağlam bir şekilde durmayı düşünüyorsak, kendimize âit hassasiyetlerimizi dâima taze tutabilmek ihtiyacını da hissedebilmeliyiz. Çünkü bizim referanslarımızın kaynağı olan kültürel bünyemiz, hiçbir yüzyılda kaybolmasına ve bitmesine imkân olmayan bir kitabı, Kur’ân’ı referans almıştır. Ve bu kitap, hakiki muhataplarına bütün üstün hayallerin ötesinde çok sağlam bir fikir ve hayat imkânları sunar.  Ancak Kur’ân’ın sunduğu imkânları, muhtevası solmuş bir fikrî yapı ile yerli yerine oturtabilmemiz, ya da iptidâi coşkunluklarla dillendirebilmemiz mümkün değildir. Tevhid-i Tedrisat hakkında Meclis’te görüşme yapılırken, Mustafa Kemal’in reislik bürosuna koşarak giden bazı hoca efendilerin; “ Paşam, Paşam, maksadın kitabı da kaldırmaksa bize emret yolunu bulalım![8] diye caka sattıkları bu savruk atmosferde herhangi bir ümidin yeniden doğmasını beklemek şimdilik çok zorlayıcı olur. Dolayısı ile bugün Türk aydınlarının büyük bir kısmına baktığımızda onların kendi fikir cevherlerine uzak düştüklerini, kendilerini yenileyemediklerini, estetik ve metafizik alanlardaki boşluklarını, şahsiyetinin kökünü kaybetmiş belirsiz emelleriyle toplumun önünde kâbustan bir yük gibi durduklarını görürüz.[9] Burhan Belge gibi; İslâm dîni Arapların dînidir diyen ve en az bin yıllık kültürünü, irfanını reddedenlerin, ya da Osman Nuri Çerman’ın ifadesiyle bir “ilham-ı ilâhî “ olarak kabul edilen “Nutuk”tan sonra bu toplum üzerinde yabancı ve ezici kültürel dekorlar inançlara da sirayet etmeye başlar. Oysa bir Borges’in Arjantinliği, Balzac’ın Fransızlığı, Shakespeare’nin İngilizliği, hele Dostoyevski’nin ifrata varan Rusluğu hayranlık uyandıracak seviyededir. “Hangi Batı“ adlı eserinde Atilla İlhan, bunu biraz da öfkeli bir dille ifade eder; “Hayır, bize bunları öğretmediler, lisede Sophokles okuduk, klâsik Türk musîkîsine sövmeyi, dîvan şiirini hor görmeyi, buna karşılık devletin yayınladığı kötü çevrilmiş Batı klâsiklerine körü körüne hayranlık göstermeyi öğrendik. Sanki Sinan Leonardo’dan önemsiz, Mevlana Dante’den küçüktü. Itrî ise Bach’ın eline su dökemezdi. Aslında kültür emperyalizminin örgütlü politikasını uygulamaya kendiliğimizden talip olduk. Oysa, bir kere yaptığımız Batılılaşmak değildi, ikincisi Batı bizim sandığımız gibi değildi. Üçüncüsü Batı’nın ulaştığı yer özenilecek bir yer değildi.” Gerçekten de aynen böyle olmuştur. Melih Cevdet Anday, Batı edebiyatı karşısında kendi edebiyatını hor görür ve özgün bir Türk şiirinin bile olmadığını söyler. Akıl almaz bir aşırılığın kurbanı olan yazar çizer takımı Batı’nın sömürü kültürünü taklit ederek gûya yaşanılan çağla aramızdaki boşluğu doldurmak isterler. Ancak büyük arzularla dillendirdikleri ve içimize taşıdıkları bu yabancı, soysuz ve temelsiz fikir kalıplarını, galeyana gelmiş histeri halleriyle seslendirmekten hiç vazgeçmediler. Hayâllerle, rüyalarla ve mubalağalarla oluşturulmaya çabalanan yeni toplum düzeninin aydınları, zaman zaman da siyasal kabadayılıklarını gösterek, muhalefet eden ya da muhalefet edebilecek herkese saldırdılar. Bunun en esaslı belirtisi, bir türlü vazgeçmedikleri şımarıkça kibirler ve bir türlü kurtulamadıkları paranoyalardır. Falih Rıfkı, toplumu yeniden terbiye etmek isteyen CHP’yi eleştiren tüm basını “alçak“ olarak nitelendirmekte bir sakınca görmez. “Alçaklar“ başlıklı ve 1931 yılı Haziran ayında yayınlanmış bir yazısında şu satırları okuyoruz; “…hiç şüphe etmeyiniz, bütün bu muhalif gazeteciler, hepsi birer kelime ile alçaktırlar. Balkanlardan Amerika’nın öbür ucuna kadar böyle mahluklar, casus ve baba katili gibi en iğrenç mücrimlerle bir sıraya konur ve şahsî hürriyetleri bile kendi ellerine teslim edilmez. Biz ise gazete denilen müesseseyi teslim etmişiz.”[10]

Yabancı kültürlerin insanımıza dayatılmasında gösterilen şiddet âdeta bir toplumsal terbiye vasıtası olarak kullanılmıştır. Türkiyede siyasal olgular ve bazı güçler de, ne yazık ki, toplumun belli kalıplara sıkıştırılmasında demoklesin kılıcı gibi dâima bir ikna kombinezonu olarak üzerlerinde tutulduğu için kültürel sefalet kaçınılmaz bir yazgı olarak karşımızdadır. Bu dönemde sahte ve ahlâksız figüranlar kendi rollerini paylaşırlarken, irfanını gözden çıkaran ikiyüzlü şahsiyetsiz bir kadronun da su yüzüne çıkmasını kolaylaştırırlar. 1926 yılına gelindiğinde ünlü bestekâr Musa Süreyya Bey ile İstiklâl Marşı’nın bestekârı Zeki Üngör “Dâr’ül-Elhan”ın adının Konservatuar olarak değiştirilmesini ve burasının Türk musîkîsinden arındırılmasını isterler. Evet, 1926 yılı Bakanlar Kurulu’nca kabul edilen yönetmeliğe göre Musa Süreyya, Cemal Reşit Rey ve İsmail Hakkı Baltacıoğlu Sanayi-i Nefise encümenine seçilirler. Bu ülke insanının kültürüne ilk katkı olarak, âcilen Türk mûsikîsinin, konservatuardan ve okullardan atılmasına karar verilir. (Çinuçen Tanrıkorur) Neticede 1934’e gelindiğinde Türkiye radyolarında Türk mûsikîsi tamamen yasaklanır. Keşfettiğimiz yeni bir dünyanın kültürüne râm olmayı kafamıza koymuştuk bir kere. Kendi kültür ve irfanımızı reddettikçe modern olmayı sürdürecek ve çağdaşlaşabilecektik. Sömürü kültürüne kapılarımızı her açışımızda gökkuşağımızın renklerinin pul pul döküleceğini ve bütün yaşama ümitlerimizi kaybedebileceğimizi anlayamadık. Batı kültürünün sesi kasvetli katedrallerinden yükseliyordu ama inanç dünyası zaten yaralı olan aydınlarımız için bunun önemi yoktur. Sultan Ahmet camisini bile yıkıp resim galerisi yapmak isteyenler de zaten bizim aydınlarımız değiller miydi? Aslında o kadar çok şey elimizden çıktı ki, evlenmek için nikâh salonuna girildiğinde “La Komparsite“ ve bir generalin cenazesinde de Sopen’in cenaze marşının çalınmasıyla en büyük ülkülere erecektik. Kültürel dönüşümler adına yapılan bütün bu sahtelikler topluma eşsiz armağanlar gibi sunuldular. Nazariyeleri komik olanların saldığı korkular bu kültürel çöküşün hazırlanmasında çok büyük pay sahibi olmuştur. Öyle bir kültürel enformasyon uygulandı ki, yetişen nesilleri bir tarafa bırakın, bu toplumun büyük bir ekseriyeti nereye âit olduğunu kendisine hatırlatacak en hayâtî dinamiklerini unutmuş bir durumdadır. 1948’de İngiltere’nin siyasal gücü ile İsrail kurulduğu zaman, Başbakan Ben Gurion’un[11] ilk icraatı Rusya’dan İbrânî dil uzmanlarını getirterek kapsamlı bir İbrâni lugat hazırlatmak olmuştur. Biz ise bunun tam tersi olan şeyleri yaptık. Avrupa, her yönüyle utanç dolu tarihinin kıyısından köşesinden zoraki bulduğu Robin Hood, Jan D’arc gibi tiplerle tarihi mitlerini oluşturmaya çalışırken, müstemleke hâline getirmeye çalıştıkları toplumları da, tereddütler ve şaşkınlıklar içinde bocalayan ruhsuz kalabalıklara dönüştürdüler. Bolşevik ihtilalinden sonra Rusya’da bazı kişiler Rus diline de dokunmak istediklerinde, Stalin’in; bu teşebbüsün bedelinin kurşuna dizilmek olduğunu çok sert bir dille anlattığı bilinir. Aslına bakılırsa bu toplumun her yönüyle müflis hâle gelişinde sadece îmanî ve irfan değerlerini mücadele alanı hâline getirmiş kişilerin değil, toplumsal değerlere sahip çıktığı intibaını uyandıran kişlerin de büyük katkısı olmuştur. Ahmet Hamdi Tanpınar toplum değerlerini müdafa eden birisi olarak bilinir, ama bir dönem dîvan edebiyatının lise ders kitaplarından çıkarılmasını isteyen kadronun içindedir. Köy Enstitüleri’ni açan, Halk evleri ile toplumu hissiz kalıplara sokmak isteyen ve kısaca İslâmî olan her duyguyu boğmaya çalışan CHP’nin yanında İnönü hayranı olarak yaşar, CHP milletvekilidir ve 27 Mayıs’ı şiddetle destekleyenler arasındadır. Yine böyle bir boğucu atmosferde, Medrese kökenli olduğu için İnönü tarafından Ord. Prof. Şemseddin Günaltay bu kombinezonun bir parçası olarak başbakanlığa getirilir. Mâlûm, Müslümanlara nefes aldırmayan o meşhur 163. madde de onun döneminde çıkarılır. CHP’nin sert kalemlerinden Nihat Erim, 31 Aralık 1949 tarihli günlük notunda şöyle yazmıştı: “Günaltay’ın din adamı olarak tanınması da bizim için istifadeli oldu. Çünkü, esasında Günaltay inkılâpçılığı benimsemiştir. İçyüzü bu olunca, dıştan dindar gösterilmesi, memleketin dindar ve muhafazakâr zümresi -ki hâlâ kütleyi teşkil ediyor- üzerinde lehimize tesir yaratıyor. Bilhassa muhalefet gazeteleri Günaltay’ı böyle gösteriyorlar, karikatürlerini elinde tespihle yapıyorlar. Laiklik bahsinde hiçbir şey feda etmedik. Bilakis, laiklik mefhumunu tam ölçüsünde tatbike geçtik. Meselâ, bugün aynı zamanda kandil; Diyanet İşleri Başkanı’nın kandil için gazetelerde çıkan tebriğini akşam radyo gazetesinde söyleyeceğim. Ortodoks Patriği Athenagoras’ın yeni yıl tebriğini(…) radyo ajans haberlerinde söylettim. Yavaş yavaş tam ölçüye alışacağız. İngiltere’de, Fransa’da pazar günleri kiliselerden radyolar âyinleri naklediyorlar. Din, her zaman anlatmaya çalışıyorum ki, bugün dahi ihmal edilemeyecek bir sosyal vak’adır. Şahsen dindar değilim. Ama böyle bir sosyal vak’ayı ihmal edemeyiz. Hatta daha ileride halk kitlelerini medeniyette geliştirmek için dinden de faydalanacağız. İnönü’ye bunları anlattım ‘tamamen aynı fikirdeyiz’ dedi.”[12] Burada bahsettiğimiz Şemseddin Günaltay, muhafazakâr bir kültürün temsilcisi olarak îtibar görmekteydi unutmayalım. Dahası var, Doğu-Batı senteziyle muhafazakâr bir çizgiyi temsil ettiği intibaına vardığımız ve Nazım Hikmet’le kavgaları cidden çok meşhur olan Peyami Safa CHP’den milletvekili adayıdır, seçilemez ama CHP’nin yayın organı olan Ulus gazetesinin baş sayfasında yazar.

Bütün bu böbürlenme hakkını yalnızca kendilerinde bulanlar, bu toplumu hiçbir zaman kendilerine lâyık görmediler. Bütün bu olanlardan sonra bugün için bir kültür politikamızın olduğundan bahsedebilir miyiz? Şimdilik mümkün görünmüyor. Bundan otuz kırk yıl evvel yazılmış kitaplar okuyucu tarafından anlaşılır olsun diye sadeleştiriliyorsa, sokaklardaki ışıltılı reklam panoları bana Amerika ya da Fransa’da yaşadığım hissini veriyorsa, gençlik magazin, paparazi ve ahlâksız sokak üslûbuna bırakılmışsa, anneler sadece çocuk doğurmayı analık yapmak olarak görüyorsa, irfan yuvası olması gereken okullar birer eğitim kurumu olarak dibe vurmuşsa, toplumda tarih bilinci adına hiçbir kaygı kalmamışsa, insanımız ruh cevherini unutmuş ve sadece bedenleriyle yaşıyorlarsa, hayatımızın her alanına ve her hücresine politikanın pisliği nüfuz etmişse, Allah Resulü’nün Kur’ânî terbiyesinin yerini bazı efendilerin gür sesi almışsa, Rabbim’in ölü ruhlara hayat veren kitabının hafızalarda yalnız adı kalmışsa, sapkın mürşidlerin şımarttığı şirk karşımda dikilip efeleniyorsa, bu ülkede ruh terbiyesi eksikliğiyle yılda yaklaşık yirmi yedi milyon kutu depresyon ilacı kullanılıyor ve intiharlar sokaklarımda kol geziyorsa, toplum hâlâ çok yüksek bir kültürü temsil ettiğine inanıyor fakat reçine içinde fosilleşmiş şekillere dönüştüğünü bir türlü fark edemiyorsa, Haticelerin, Meryemlerin o nahif tesettürü bugün hanımlarımızın üzerinde şûh dekorlara dönüşmüşse… Evet, her şeye rağmen bir kültür polikamız var diyebilir miyiz? Abdülkadir Merâği’den Nesîmi’ye ve Sinan’a kadar bütün çizgiler içimizde derinlik kazanmadıkça bizi sömüren kültürlerin açık pazarı olmaya devam edeceğiz. Bir gün mp3 dinleyen bir gencin mp3 çalarından Enderunlu Vasıf’ın, “Ey büt-i nev eda/olmuşum müptelâ“ ya da  Muallim İsmail Hakkı Bey’in “Gülşende yine âhu enîn eyledi bülbül/Bir nakş okuyup savt-ı hezar eyledi bülbül“ nağmeleri kulağıma gelip eski asırların ihtişamını ve saadetini fısıldamadıkça kültürel varlığımızdan emin olamayacağım. Evet, bir seher vakti, Bilâl’in gür sesi cibinlik gibi bütün ruhumuzu sardığında biz de kendi sevinçlerimizi duyacağız… Kim bilir ne vakit?..

[1] Mustafa Yıldırım, Sivil Örümceğin Ağında, s. 8

[2] Yasin Aktay, Muhafazakârlık, “İslamcılıktaki Muhafazakâr Bakiye”, İletişim Yay. s. 351

[3] Erol Güngör, İslamın Bugünkü Meseleleri, s. 144

[4] H. N. Zorlutuna, Bir Devrin Romanı, s. 230

[5] Ali Rıza Sağman, Hafız Sami adlı eserinde o günlere âit olayları daha geniş bir şekilde anlatır. (Doç. Dr. Nuri Özcan)

[6]Said Nursî’ye neden Jön Türkleri desteklediği sorulduğunda, ‘daha önce onlar hakkında çok sûizanda bulunduğum için’ der. Urfa’ya gönderilirken de Prof. Osman Turan’ın evine uğrar ve hayatta kalan torunuyla helalleşmak ister. Abdülhamid’in torunu Satâ Hanım Sultan Osman Turan’ın hanımıdır. O vakte kadar yaptıkları yanlışlar için helalleşmak ister. M. Âkif ise ne yazık ki, sonraları da böyle bir nedamet göstermez. Süleyman Nazif’e gelince, o bu pişmanlığını; ‘sadece deli değil edepsizmişiz’ mısrasının bulunduğu şiirinde çok açık bir dille anlatır.

[7] ASD I-l-lll. 2006 C.1 s. 19-20; Erol Kapluhan, Atatürk Dönemi Eğitim Seferberliği ve Köy Enstitüleri, s. 175

[8] F. Rıfkı, Çankaya, s. 388

[9] Şükürler olsun ki az olsa bile yine de arada bir nefeslenmemizi sağlayacak aydın sîmaları görmekle müftehiriz.

[10] Doç. Dr. Çetin Yetkin, Türkiye’de Tek Parti Yönetimi, s. 36

[11] Ben Gurion hukuk tahsilini İstanbul’daki Dâr’ül-Fünun’da yapmıştır.

[12] Prof. Dr. Cemal Koçak, CHP’nin 1950’lerdeki Ekmeleddin’i Şemseddin Günaltay

Bunları da sevebilirsiniz