Hayatın anlamlı olması, başkalarınca anlamlı görülmesi için ne yapmak gerekiyor? İyi bir iş; gül yetiştiriciliği olur mu mesela, hatta kaygı gidericiliği, belki de tebessüm dağıtıcılığı kim bilir! İyi bir ev; ilk eşyasının sürekli ertelendiği, duvarları sevgi geçirgeni, nefret sızdırmaz bir alan mı kastettiğiniz? İyi bir eş; gerçeklerdeki ayrı düşüşün umursanmadığı, hayallerin birlikte kurulduğu, kendini ondan bildiğin, kendisini ona bildirdiğin bir artı bir eşittir bir kişilik birliktelik… Güneş başıma geçmiş olmalı, baksanıza ne de çok saçmalamışım. Gerçeğe sırtımı dönmüş, hayatta çuvallamışım. Ne şişkin banka hesaplarından, ne kocaman villadan, ne de sen, ben, sen dalaşından söz açmışım. Oysa hayat böyle mi…
Herkes biliyor hayatın nasıl olduğunu ama bilinen hayatlara baktığınızda gene kafanız karışıyor, bunun için mi onca çekilen çile, dert, insafsızca edilen kavgalar bu “mükemmel” bilinen “berbat” görünen hayat için mi? On ay beklenen ilk adım, yirmi ay beklenen ilk cümle, otuz ay beklenen ilk kişilik belirtisi sonrasında, “dur, sus, kalk, karışma, yap, et, yat, gene sus, bilmezsin, işim var, gene işim var, hep işim var…” diye canından can olan çocuğunu savsaklamak, terslemek, incitmek için mi gösterişli aile, kutsal annelik, babalık? Kocaman ışıltılı gözleri cetvelle ölçüp, doğru yanlış cetveline mahkum etmek için mi öğretmenlik? Menfaatlerin uyuşmadığı ilk sapakta bozuşup ayrılmak mı dostluk?
Diğerleri gibi iyi bilmediğimden hâlâ soru sorup anlamaya çalışıyorum hayatı ve bu hayatın içindeki paha biçilmez anlara sürekli şaşırıyorum. Özel hazırlık gerektirmeden ansızın gelip ortaya kurulan anlar, tekrar ve taklit edilmekten kaçıyor. Patronluk taslamanıza izin vermiyor konukluğu kocaltmadan hızla kalkıp gidiyor. Bir yaylada sisin içinde kaybolduğunuz korkulu anlar yıllar sonra gülümseyerek anlattığınız öyküde güzelce mühürleniyor. Her şeyi dosdoğru yapmayışınız, savrulup duruşunuz ama sazlık ya da hacıyatmaz misali yeniden doğrulmanız paha biçilemez anları çoğaltıyor. Başlangıçta doğruydum, sonra gene doğru, sonunda hep dosdoğru… anektodu bir tek O’na yakışıyor. Bilemeyeşimizle cesur, ürkek adımlayışımızla, düşeyazıp kalkışımızla örülüyor kozamız.
Kitabın haberini, Türkçe’ye çevrildiği muştusunu aldığım an çok heyecanlandığımı hatırlıyorum. Sahhaf ya da sarraf misali kırk menzil öteden tanımaya başladım iyi çocuk kitabının endamını. Sadece başlık, kapaktaki kolayca yaftalayamayacağınız tavşan bakışı, sırtındaki ormansı ev dokusuna düşen gölge… bunlar bile yeterli.
“Jacominus Gainsborough’un Paha Biçilmez Anları”, insana ve hayata dair çok kıymetli şeyler anlatıyor. Yok öyle ayı kardeş ha, tavşan kardeş ha ha, tilki kardeş aman ha nidaları. Otuz dört karakteri fotoya yerleştirip künyesini sayıp dökerek meydan okuyor okura hayranlık duyulası yazar-çizer Rebecca Dautremer. İnekler, tavşanlar, keçiler, fareler, kuşlar deyip geçme aşinalık kazan, tanış onlarla diyor. Sayfayı çevirdiğinde alelade hayvanlara indirgeme onları, çünkü anlatılan senin hikâyen. Etrafınızdaki üç kişinin adını bile bir seferde öğrenemediğinizden sık sık bu sayfaya dönüp kopya çekeceksiniz belki de. Bu sınavda defterler, kitaplar açık. Yeter ki tanışalım birbirimizi anlamaya çalışalım. Yaşanmaya değer hayatın ne menem bir şey olduğuna birlikte tanık olalım.
Harika şehir dekorunun önünde capcanlı resmedilmiş bir park. Müthiş bir hareketliliğin, ilişkiler ağının ağırlık merkezinde hikâyesi anlatılmaya başlanan Jacominus’un doğumu. Çoğu kültürde olduğu gibi doğum sonrasını isim koyma telaşı izliyor. Hızır idi Yunus idi, Hızır i.. hayır hayır büyükbabasının ismi konuluyor ona, büyükannenin tatlı ısrarıyla. Peki onun doğumuyla başka herhangi doğumu bunca ayıran ne? Jacominus yerine sen olsaydın mesela, ya da Sierra Leone’nin kıyılarında doğmuş başka birisi… Yazar, seçtiği karakterin yanısıra, seçmediği milyonlarca karakterin de anlamlı hayatları, anlamlı hayatlarının paha biçilemez anları olduğunu sezdiriyor. Babasının kötü huylu olduğunu annesinin komplekslere boğulduğunu, Jacominus’nün de hatalardan münezzeh olmadığını öğreniyoruz. Aklı bir karış havadaydı bana göre bir övgü cümlesi. Yetişkinler pek sevmezler bu yükselen aklı. Onlar yerinde duran ve çoğunlukla öngörülen akıllara meftundurlar. Şaşkınlığı ve dalgınlığı kendisine pahalıya patlayan Jaco, ilk adımlarını atarken devrilip, yuvarlanıyor ve küçücük yaşta aksak ayaklı oluyor. “Bak işte ben dememiş miydim!” diye yükseliyor yurttan yetişkinler korosunun bilmiş nidası.
Karlı zeminde koşturup duran nice çocuğun arasında gözünüz Jaco’yu arıyor ve bankın kenarına ilişmiş halde buluyor. Yanında yareni değneği o anının akıllardan hiç çıkmamasını sağlıyor.
Dünyadaki yerini bulmaya çalışan Jaco’nun yol haritası, iki sayfaya yayılmış irili ufaklı on dört görselle sunuluyor. Dağ, bulut, çiçek, örümcek, bisiklet resimlerinin altında çok güçlü kelimeler var. Bir ya da iki kelime, kolkola girdiği görsel imgelerle öyle çok şey anlatıyor ki neredeyse kitabın devam edeceğini unutup uzun uzun düşüncelere dalıyorsunuz. Görsel dil bilimsel gerçekçiliğe yakın bu sayfalarda. Taksonomi çalışmalarında kullanılan detaylı bitki resimlerini andırıyor. Jacominus olgunlaşıyor bu iki sayfada. Düşünmeyi, dinlemeyi, sabırlı olmayı öğreniyor. Arkadaşlarını sevse de onlar arasında tatlı bir münzevi olan Jaco hemen her zaman varla yok arasında. Felsefi donanımını sabırla geliştirirken, kırmadığı büyükannesinin hatrına daha çok İngilizce çalışmaya başlıyor. Çok dilli ufkunun ilk adımlarını böylelikle atıyor.
Herkesin takip ettiği, merak ettiği, olmazsa olmaz gördüğü nice şeyin Jaco’nun kantarında sıfıra yakın çektiğini anlamışsınızdır artık. Tazıların çılgınca koştuğu yarışta, ötelere bakarcasına dalıp giden bir arkadaşımız o. Kahramanlık dozu aşırı fazla olması açısından ölüm sonrası anmalara ve mezar taşlarına yakıştırdığımız yoğun bir otobiyografik pasajla karşılaşıyoruz. Kendisinden fazla söz etmeyen ağzı sıkı Jaco adeta şakıyor. Düşmanına bile hediye vererek gönlünü kazanmayı amaçlayan, alçakgönüllükten vazgeçmeyen, dil bilen, ut çalan, at binen Jaco epik sularda yüzüyor. Yunan tragedyalarında sayıp dökülen faziletli insanın halini düşününce Jaco’nun safiyane tiradı çok daha sıcak geliyor bana. Kederine rağmen gülümseyen, haza beyefendi Jaco, orduya katılmaktan kurtulamıyor. Kurtulmak ister miydi derseniz, pek sanmam. Akışına bırakılmış bir hayat ekonomisi onunkisi. Rusça, İtalyanca, Korsikaca, Latince, Farsça, Urduca hatta Vietnamca ekliyor artık mükemmel konuştuğu İngilizce’nin periferisine.
Bu kez on altı kişi görseliyle Jacominus’nün hayatına girenler arasında arşınlıyoruz. Sevdikleri, anlamadıkları, ona benzeyen, benzemeyen, güvendikleri, yoldaşlık ettikleri, kendisini allak bullak eden ya da kendisini iyi hissettiren nicesi…
Kendisiyle uğraştığımız yetmezmiş gibi hayatı da kendisine benzeten savaşın çemberinden geçiyor Jaco. Onlara benzemese kazançlı çıkacağını umsa da, bulduğunu veriyor çoğu zaman hayat tavşana.
Büyükannesini öte diyara uğurlarken Douce Vidocq’a duyduğu aşka bakarak çiziyor yolunu. Yoldan önce uzun uzun bekliyor. Yirmi görsel, beklemenin lal diline tercüman oluyor. Semboller arasında çok zarif dokunuşlarla görmüş geçirmiş kılıyor yazar okurunu. Doğru mu anladım diye yine eğiliyorsunuz üç küçük tavşan suratının üzerine. Nice badire sonunda Jaco artık evli ve üç çocuklu. Hâkim bakış açısıyla, hemen her şeyi kuşatarak anlatan yazar, kimi yerlerde kitabın içindeki karakterlere anlatıcı rolü yükleyip ani diyaloglarla kitaba dinamizm kazandırıyor.
Hayal kurmak içi vakit bulamayan, gündüz kurulan hayallerden vazgeçmek istemeyen Jaco, çocuklarıyla yeniden deneyimliyor çocuk ve gençlik hallerini. Oyunlarının arasına sızıyor dostlarının tatlı fısıltıları. Zaman geçiyor ve her şey değişiyor.
Durulmadan biriktirdiklerini durup düşünüyor şimdi. Yaşarken anıya dönüşmemiş koşturmalar anlam kazanmak için yorgun düşmesini bekliyorlarmış meğer.
Ego ve nefsi çarpık anlamlandırıp bulandırdığımız için gözümüzden kaçıyor çoğu kez, kendimizi sevmeden nasıl sevilecek bir hayat yaşayabiliriz ve nasıl hatırlamaya değer anlar ekip bizden sonrakiler için onu çoğaltabiliriz?
Seni sahiden sevdim benim küçük yaşamım diyor Jacominus. Badem ağacının altında tam da kahraman olamadığını ilan ettiği anda kahramanlaşıyor Jacominus Gainsborough.
Son sayfada muhteşem bir ironiyle, Jaco’nun hayatının muhasebesi yapılıyor. Kaç rüya görmüş, kaç aydınlanma yaşamış, kaç hatıra biriktirmiş hepsini buruk gülümsemeyle okuyoruz.
İyi bir tavşandın, iyi yaşadın. Kaçlara sığmayacak güzelliklerle bize hayatı anlattın.
Seni özleyeceğiz Jaco.