Kadın hakları ve kadının sosyal konumu gerek toplumumuzda gerekse de dünyada her zaman için tartışılan ve bir şekilde gündeme gelen/getirilen bir konu olmuştur. Bundan yıllar önce kazandığım bir bursla söz gelimi -her ne kadar bu tarz isimlendirmeleri sevmesem de ‘Ortadoğu ülkelerinden birine gidecek ve bir süre eğitim için orada kalacaktım. Yani Müslüman ülkelerden birine gidiyordum. Hazırlıklarımı yapmaya devam ederken çok yakın bir arkadaşım gitmeden önce coğrafya hakkında bilgi edinmeme yardımcı olacak bir belgesel serisini elime tutuşturdu ve “gitmeden mutlaka izlemelisin” dedi. Elime tutuşturduğu belgesel Ayşe Böhürler’in hazırlayıp sunduğu “Duvarların Arkasında: Müslüman Ülkelerde Kadın” belgeseliydi. Büyük bir iştahla izledim ve bir kısmını duyduğum bir kısmını ise belgesel sayesinde öğrenmiş bulunduğum Müslüman kadının sorunları, toplum içindeki yeri ve geçmişten bugüne getirilen kültürel algılar beni Müslüman kadın üzerine düşünmeye daha çok yaklaştırdı diyebilirim. Elbette bir belgesel sayesinde birdenbire bir aydınlanma yaşamıyordum ama daha çok dikkat kesilmiştim. Ortadoğu’ya gidiyordum ne de olsa, kadınların en çok mahrum bırakıldıkları, her alanda haklarının olmadığı mahrumiyetler bölgesine!
Bu merak giderek arttı ve gittiğim ülkede de gözlemlerimi bu konuya yoğunlaştırdım. Arapça öğrenimimi sosyal olayları merkeze alarak ve irdeleyerek devam ettiriyordum. Bir gün ders esnasında her sabah okuduğumuz gazetenin bir bölümünü okuyup tercüme ederken konu Mısırlı kadınların haklarının elinden alınması ile başladı ve derken Müslüman kadının dünyanın her yerinde ezilmesine kadar vardı. İtalyan arkadaşım Laura Müslüman kadınların çoğu haklardan mahrum bırakıldıklarını, ezildiklerini ve kendilerine değer verilmediğini henüz geliştirebildiği Arapçası sayesinde üzgün bir ses tonuyla anlatıyor ve nihayetinde bunun temelinde İslam’ın öğretileri olduğunu söylüyordu. Elimi kaldırarak Laura’ya katılmadığımı ve bir soru yöneltmek istediğimi söyledim hocamıza.
– Laura ‘biraz da sizin kadınlarınızdan’ söz edelim mi ? dedim. Amacım aslında kadın üzerine kısıtlayıcı, ötekileştirici konuşmalardan öteye geçmekti. Çünkü İslam ile birlikte Müslüman kadın ötekileştiriliyordu bilinçli olarak ve bunun müsebbibi olarak da İslam işaret ediliyordu buna sessiz kalmam olanaksızdı. Kur’an perspektifinden olaya yaklaşarak açıklamaya çalışsam da zihinlerde var olan yerleşmiş Müslüman ülkelerdeki kültürel kodlar buna engel oluyordu.
İran toplumunda kadın temalı okuduğum bir kitabın önsözünde kitabın çevirmeni ilahiyat fakültesinde öğrenci olduğu yıllarda yaşadığı bir olayı aktarmaktadır. Hocalarından birinin “Bana Cehennem halkı gösterildi; çoğunluğu kadınlardı…” hadisini okuyarak Buhari ve Müslim’de geçtiğini ve kabul etmek zorunda olduklarını belirterek “kadınların zaten tabiatları gereği çok lanet ettiklerinden, kocalarına karşı nankör olduklarından, alışverişe düşkün” olduklarından vs. söz etmeye başladığını, kendisinin de haksız yere hakarete uğradığını düşündüğünü ve söz alarak “iyi ama madem biz yaratılıştan böyleyiz bunda bizim suçumuz ne?” diyerek duruma itiraz ettiğini belirtiyor. Ve bu tarz sözleri Allah’a ve peygamberine nasıl yakıştırabildiğine hayret ettiğini belirterek daha sonra da bu yönde rivayet edilmiş pek çok hadisin olduğunu öğrendiğini ancak bu tür rivayetlere hiçbir zaman Hz. Peygamber’in sözü olarak bakamadığını ifade ediyor.
Yukarıda sınıf ortamında kendi yaşadığım olayın da ilahiyat fakültesinde okumuş biri olarak yine fakülte yıllarında sınıf ortamında yaşanan tartışmalarda da tıpkı bahsi geçen çevirmenin yaşadığı durumlar gibi pek çok olay yaşadım. İslam ve Kadın konulu tüm tartışmalarda genellikle “feminist” damgası yiyerek konunun muhatapları tarafından susturulmaya zorlandım. Benim gibi benzeri durumları yaşayan çok kadın olduğuna da şahidim. Son olarak Gazali’nin İhya adlı eserine kadın temalı aldığı hadislerin çoğunluğunun uydurma olduğunu ve dönemin Selçuklu hükümdarı Melik Şah’ın eşi Terken (bazı kaynaklarda Türkan) Hatunu devlet işlerinden uzaklaştırmak için kullandığını söylediğim bir arkadaşım ise Gazali’nin böyle bir şey yapmayacağını ve olayı doğru anlamadığımı söyleyerek beni alimler hakkında daha dikkatli konuşmam noktasında uyardı. Oysa ki Gazali’nin şahsıyla alakalı tek olumsuz kelime etmemiştim.
“Kadın” ve “İslam’ın kadına bakışı” meselesi beni her zaman için ilgilendiren konuların başında gelmiştir. Başta İslam düşüncesinin ve Müslüman kadının hayatı kuşatan önemli noktalarda yer alamamasının nedeni yukarıda saydığım, örneklerini çoğaltabileceğimiz “donmuş zihniyet” olduğu açıkça görülmektedir. Kadın konusundaki bakış açısı dinin özünden ve derinliğinden uzaklaşmış adeta taşlaşmış bir düşüncenin ürünüdür. Sözünü ettiğim bakış açısı, kadının İslam’daki ve sosyal hayattaki konumu konusunda zamanın şartlarına ve İslam’ın maslahatına uygun şekilde düşünce üretmek şöyle dursun aksine kadının sosyal alanda yer almasını tehlikeli addetmektedir.
Ortaçağ felsefesi sahip olduğu teolojik yapının yönlendirmesiyle dini nitelikli bir dilin kullanılması ile ortaya çıkan bir etkinliktir. Kadın varlığının anlamı da din temelinde tartışılmış, Platon (M.Ö.347) ve Aristoteles (M.Ö.322) iki temel kaynak kabul edilmiştir. Kadın varlığı Aristo metafiziğinin hiyerarşik yapısında alt seviyede konumlandırılmıştır. Orta çağlarda zirve dönemini yaşayan İslam felsefesi, bir taraftan dini gelenekten beslenirken Antik Yunan felsefesini kendisine dayanak yapmıştır. Ortaçağ’da kadın varlığının anlamı, erkek varlığından hareketle anlaşılmış ve hiyerarşik yapılanmada erkek varlığının gerisine itilmiştir. Nitekim bu durum Aristo’nun şu sözleriyle dile getirilmiştir: “Tabiat erkeği yaratmaktan aciz kaldığında kadını yaratır…” Kadın varlığının, erkeğin gerisinde konumlandırılması, özellikle Hıristiyanlıkta kadın bedeninin erkeğin yeryüzüne düşüşünün müsebbibi ve aynı zamanda suçlusu olarak mahkûm edilmesi ile ilgilidir. Platon’un Yasalar adlı eserinde bahsettiği, kadın doğasının erkek doğasından her bakımdan eksik olduğu düşüncesi ve bu düşünceyi yine kadının akıl bakımından eksikliği düşüncesinin beslediğini görmekteyiz. Platon’un bahsi geçen eserinde kadınlarınüremeden, çocuk büyütmeden ve sadece ev işlerinden anladıkları ifade edilmiştir. Buna göre Hıristiyanlıkta insanlığın dünyada varoluşunun suçlusu ilan edilen kadının, felsefe tarafından ise akıl bakımından eksikliğine hükmedilmiştir.
Gerek bazı dini yorumlar gerekse de klasik felsefi yaklaşımlar kadının eksikliğini iddia ederken sürekli kadının erkek kadar akıllı olmadığı tezini dile getirirler. Kadının akli yetisinin eksikliğine dair İbn-i Sina (ö.1037)’nın varlık anlayışında kadın zayıf akıllı, arzu ve öfkesine çabuk kapılan varlık olarak gösterilmektedir. Olaya ahlaki açıdan yaklaşan Nasıruddin et-Tusi (ö.1274)ise kadının aklen eksikliğinin ve kıskançlığının onun huyunda ve davranışlarında bozukluklara yol açabileceği görüşündedir. Kadının zihni ev işleriyle meşgul edilmezse şayet gezip dolaşan kadın kendi hayatını sürekli dışardakilerle kıyaslayacaktır.
İbn-i Hazm (ö.1064)’a göre kadınlar aslında oldukça zekidirler ancak bu zekalarını aşk işlerinde kullanırlar. Kadınların aklını entelektüel faaliyetler ve toplum için yararlı işler için kullanmak yerine zevk, aşk ve eğlence için kullandığını dile getirmiştir. Aristoteles’in felsefe olarak dillendirdiği ataerkil düşünce sisteminin dayatmaya çalıştığı kadın ve erkek varlıklarını ayrıştırma çabası Farabi(ö.950)’de kabul görmemiştir. Zira onun varlık anlayışında kadın ve erkek, ruhi kuvvetler açısından müşterektirler. Bu bakış açısıyla Farabi, ruhi yetilerin kadın ve erkekte ortaklığını Devlet adlı eserinde dile getiren Platon’la aynı fikirdedir.
Kadının “dünya” dışında, insanın olumsuz yönünü temsil eden “nefs”le sembolleştirilmesi daha çok tasavvuf felsefesinde rağbet gören bir anlatım tarzıdır. Sühreverdi’de olduğu gibi erkeğin akla benzetildiği Mevlana düşüncesinde kadın, nefsdir.
Ortaçağ İslam felsefesi metinlerinde kadın, paradigma olarak günümüzdeki kadın varlığı algısından oldukça farklıdır. İslam felsefe metinlerinde dile getirilen kadın imgesi farklı boyutlarıyla tartışmaya açılsa da genellikle olumsuz bir tablo çizmektedir. İslam felsefe metinlerindeki olumsuz kadın imgesi bir noktadan kadının doğrudan kendi varlığı ile ilgili konuşamamasından da ileri gelmektedir. Kadının sosyal ve entelektüel açılardan yok sayılmasında kadının bizzat kendisinin de katkıda bulunduğunu görüyoruz. Nitekim kadının tüm bu olumsuz olgulara karşı direnç göstermemesi, mücadele etmemesi ve entelektüel kaygılara sahip olmaması da bu anlayışa katkıda bulunmuştur.
Kur’an’da Allah Teala, erkek ve kadını inanç ve sorumluluk açısından eşit düzeyde tutar. Onlara hitap ederken her iki cinsi de insani özellikleri açısından denk kabul eder. Her iki cinsi de harekete ve imara davet eder. Dini bilgi ve İslami bakış adı altında toplumda kadına dair bilinenler İslam’ın kendisiyle dikkate değer farklılıklara sahiptir.
Kur’an-ı Kerim Ahzap Suresi’nin 35.ayetinde kadınla erkeği şu vasıflarla nitelemektedir:
- Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar
- İnanan erkekler ve inanan kadınlar
- İtaat eden erkekler ve itaat eden kadınlar
- Dosdoğru olan erkekler ve dosdoğru olan kadınlar
- Sabreden erkekler ve sabreden kadınlar
- Mütevazı erkekler ve mütevazı kadınlar
- Sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar
- Oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar
- Irzlarını koruyan erkekler ve ırzlarını koruyan kadınlar
- Allah’ı çok zikreden erkekler ve Allah’ı çok zikreden kadınlar
Dolayısıyla İslam’ın hakiki öğretileri dikkate alındığında ne kadınlık ne de erkekliğin hiçbiri birer iftihar ve üstünlük vesilesi değildir. Nitekim Mü’min Suresi’nin 40.ayetinde “Kim de kadın ve erkek, mümin olarak faydalı bir iş yaparsa işte onlar cennete girerler…” buyurulmaktadır.
Geçmişte kadınlar hem doğru olmayan toplumsal ve kültürel algı nedeniyle hem de tarihi şekillendiren felsefi metinlerin yanlış bakış açısıyla belli kalıpların içine hapsedilmişlerdir. Günümüzde ise tabii konumu, görüşü, gönderiliş amacı göz ardı edilmeye çalışılmaktadır. Müslüman kadın bu iki tarafta da değildir. Müslüman kadın için İslami eğitim ile en üst insan olabilmek ki bu tüm entelektüel çabayı da içermektedir mümkün olabildiği gibi Kur’an’ın yaratılış amacı olarak ortaya koyduğu kadın kimliğini en üst konumda temsil edebilme yetisine ve kabiliyetine de sahiptir.