Muhammed Imâra ile “Seyyid Kutub” üzerine…

Nida Dergisi ,173. Sayı / Aralık / 2015

Röportaj: Orhan Güvel

Seyyid Kutub’un Yoldaki İşaretler’e uzanan fikrî yapısını birkaç bölümde ele almak istiyoruz. İlk olarak Kutub’un çocukluğu ve aile yapısı üzerinde duralım? Seyyid Kutub’un fikrî yapısının teşekkülünde yetiştiği aile, bölge ve şartların izine rastlayabiliyor muyuz? Böyle bir etki söz konusu mu? Nasıl bir etki?

Bismillahirrahmanirrahim

İbrahim Hüseyin Şazeli’nin oğlu Seyyid Kutub (1324-1386 H 1906-1966 M) 9 Ekim 1906’da Mısır’ın Asyut bölgesine bağlı “Muşa” beldesinde, Hint asıllı, maddi durumu iyi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi.

Altı yaşındayken  (1912)  köyünde ilkokula başladı. Dört yıl orada okudu ve hafızlığını bitirdi. 1919 devriminden dolayı 2 yıl eğitimine ara verdi.

1921 yılında eğitimini tamamlamak için Kahire’ye gitti. “Yeterlilik” diplomasını aldıktan sonra ilkokulda öğretmenlik yaptı. 1925 yılında “Techìziyyetu Dâru’l-Ulûm” (Dâru’l-Ulûm Hazırlık) bölümünde eğitimini tamamladıktan sonra 1929’da “Medreset-u Dâr’ul-Ulûmu’l-Ulyâ” okuluna geçiş yaptı. 1933 senesinde Edebiyat Fakültesi’nden lisans diplomasını alarak mezun oldu.

Dâru’l-Ulûm Fakültesi, o tarihlerde Arapça eğitimi, İslâm araştırmaları ve yenilikler açısından ön plandaydı. Seyyid Kutub’un fikriyatı o zamanlarda olgunlaşmaya başladı.

Kahire’de İngilizce eğitimini tamamladı ve İngiliz edebiyatından etkilendi. Böylece, Dâr’ul-Ulûm’daki çalışmalarına da yeni bir boyut kazandırdı. Sanat, şiir ve edebiyat alanında yetenekli biriydi. Doktor Taha Hüseyin’in edebî hayatından (1306-1384 H 1889-1964 M) geçici bir süreliğine etkilendi. Sonra Abbas Mahmud Akkâd’dan (1306-1384 H 1889-1964 M) eğitim aldı.  Daha sonra hocası Akkad’ın görüş ve fikirlerinden de belirli ölçüde ayrıldı.

Seyyid Kutub Dar’ul Ulûm’dan mezun olduktan sonra “Dadudiye” ilkokulunda öğretmenlik yaptı. Daha sona 1935 yılında Dimyat’a, 1936’da Helvan’a geçiş yaptı. 1940’da Milli Eğitim Bakanlığı’nda görev yaptı. Milli Eğitim Bakanlığı, 1948’de Kutub’u eğitim sistemi ve müfredatı hakkında bilgi edinmesi için Amerika’ya gönderdi. Yaklaşık 2 yıl orada kaldı. 20 Ağustos 1950’de Mısır’a geri döndü. Mısır Eğitim Bakanı’nın ofisine sanat araştırmaları yardımcı gözetmeni olarak tayin edildi. 18 Ekim 1952’de ise devlet memurluğundan ayrıldı.

Seyyid Kutub’un hayatının erken dönemlerinde seküler, laik bir döneminden bahsedilir?

Seyyid Kutub’un birçok gazete ve dergide fikrî, edebî ve kültürel onlarca makale ve şiirleri yayınlandı. Bunlardan bazıları “El-Ahram, Er-Risale, Es-Sekafe” gazeteleridir. “El-Âlemu’l-Arabî” dergisini çıkarmış, ayrıca Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın çıkardığı “El-Fikru’l- Cedîd” dergisinin editörlüğünü yapmıştır. Bu dergide, İslâmi sosyal ve ekonomik düşüncenin nasıl hukuki hale getirileceğini yazmıştır. Aynı şekilde milli ve sosyal progresif makaleleri, devrimci değişim ve sosyal reform hareketleri gazetelerinde yayınlanmıştır.

***

Taha Hüseyin’in ”Mustakbelu’s-Sekafeti fi Mısır” (Mısır Kültürünün Geleceği) kitabını “Nakdu Kitabun Mustakbelu El-Sekafeti fi Mısır” (Mısır Kültürünün Geleceği Kitap Eleştirisi) başlığıyla eleştirmesi, Seyyid Kutub’un İslâm medeniyetini benimsemesine ışık tutan ilk çalışmalarındandır. 1939’da “Sahifeti Dar’ul Ulum” gazetesinde yayınlanmıştır. Seyyid Kutub, bu çalışmada İslâm’ı Hıristiyanlıktan ve İslâm medeniyetini Batı medeniyetinden ayırmasıyla da dehasını göstermiştir. Mısır zihniyetinin Yunan zihniyeti olduğunu, İncil’in Avrupa’da Yunan karakterini değiştirmediği gibi Kur’ân ve İslâm’ın da Mısır’da Yunan karakterini değiştirmediği iddiasını reddetmiştir. Mısır zihniyetinin, Yunan felsefesini kabul ettiği gibi modern Avrupa medeniyetini de kabul etmesi gerektiğini de red etmiştir.

Seyyid Kutub bu iddiaları reddetmiş ve şöyle demiştir: Yunan felsefesi -eskiden- İskenderiye sınırını çok fazla aşamamış, firavunluğunu muhafaza eden başkent “Minef’e de ulaşamamıştır. Daha sonra Mısır’a İslâm gelmiş ve ona sıkı sıkı sarılmıştır. Devamında birçok ülkenin İslâm’dan etkilendiği gibi Mısır da çok etkilenmiştir.

Ayrıca, İncil ve Kur’ân arasında temel farklar vardır. Kur’ân’da ilahiyatla birlikte dinin sistemi, kanunları, sınırları, sosyal, iktisadi ve siyasi konular varken; İncil, tüm bu mevzulardan yoksundur.

Hıristiyanlık Avrupa’ya manevi bir sistem ve ahlâkî bir rehberlikle birlikte yayıldı.  Ancak Kur’ân’da olduğu gibi iktisadi ve siyasi temel yasalar konulmamıştı. Bu durumda Avrupalılara dünyevi hayatı yönetmek kaldı. Ona göre kanunlar koyacak, ona göre davranacak ve Hıristiyanlıkla ilgili önemli hiçbir şey değişmeyecekti. Ancak Kur’ân, Mısır zihniyetine ve onun gibi düşünenlere Kur’ânî yasalar ve Kur’ân sistemi kapsamında kurallar koydu.

Avrupa medeniyeti her zaman insanlıkla çatışma ve depresif haldedir. Bu çatışma bilinç ve bilinçaltı çatışmasıdır. İnsan kendini meşgul eden ve hayatında seyrinde giden şeylerin normal süreçte ilerlememesi sonucu dinlenemez ve sakin kalamaz.

Maddeci Avrupa medeniyeti, bu âlemin arkasında başka bir ruh âlemine yönelen dünyanın maddi esaslarının içi yüzünü açıklıyor. Akıl sadece sürekli değişen ve çeşitliliği olan madde şekillerinden biridir. Doğu İslâm Medeniyetinin maneviyatı, maddenin sadece bu dünyada olup biten her şeyin açıklanmasında aciz olduğunu göstermektedir. Maddiyatın arkasında maneviyat da vardır. İlhamın açıklayamayıp mantığın açıklayabildiği şeyler vardır.

Avrupa medeniyetini iki unsurda analize etmemiz gerekir.

  1. Kültür
  2. Medeniyet

Kültür, dinimizi, sanatımızı, sistemimizi, gelenek ve göreneklerimizi kapsamaktadır. Geçmişimizi korumalı ve zamanın getirmekte olduğu gelişmelerle de yenilenmeliyiz. Medeniyet ise çeşitli bilim ve sanatları kapsar.  Bu ikisini Avrupa’dan almalıyız.  

Bu çalışmalar, Seyyid Kutub’un İslâmî fikirlerinin gelişmesine -1939- İslâm medeniyetini benimsemesinin olgunlaşmasına başlangıç olup Vefd ve Saadiye Heyet gibi partileri desteklemesine son vermiştir.

1945 yılında “El- Tasvir El- Fenni Lil-Kur’ân” kitabı çıkmıştır. Eleştiri kriterleri, sanat, tarih ve psikoloji açısından kapsamlı bir programla gelişmiştir. Tevfik Hekim’in (1316-1407 H 1898-1987 M) 1949 yılında Yunan mitolojisi ve İslâm’a aykırı putperest inançları olan “oedip”  tiyatrosundan esinlenerek eleştiri yapmıştır. İnanç ve fikirlerinin muhtevasını almadan Batı’nın sanatından faydalanmaya çağrı yapmıştır.

Tam da o yıllarda, Mısır ve âlem-i İslâm’ın durumu nasıldı?

Mısır -siyasi ve sosyal açıdan- 1940’ların ikinci yarısında devrime gebeydi. Görüşmeler İngilizleri ülkeden çıkarmak için yapılıyordu ve bu durum çıkmaza girdi. “Sıdkı- Bifen” anlaşma tasarısına karşı 1946’da patlak veren devrim dalgalanmaları şiddetle karşılanmıştır. Cehalet, fakirlik ve özellikle tifo ve kolera hastalığı insanların bu duruma karşı çabalarını zayıflatıyordu. Daha sonra Siyonist çeteler, Filistin toprakları üzerinde Mısır ordusunu yenilgiye uğrattı. Mısırın doğu sınırlarındaki kutsal topraklarda Siyonizm kuruldu. Devrim ve reform fikirleri ön plana çıkmış ve değişim için çağrılar yapılmıştır. İktidar partileri -işgal altında- meşruiyetini ve liyakatini kaybetti.

İslâm dünyasında, Avrupa emperyalizm imparatorluk hegemonyasından bağımsızlığını gerçekleştirmeye çalışan Ulusal Kurtuluş Hareketlerinin yükselişi yaşanıyordu. Mısır sokakları İslâmî kitlelerle birlikte Cezayir’de, Suriye’de, Endonezya’da, Pakistan’da ve diğer İslâm ülkeleriyle birlikte tepki gösteriyordu.

***

Seyyid Kutub’un fikir ve hareketinin oluşumunda al-menar ekolünün (Afganî, Abduh, Reşit Rıda) tesiri söz konusu mudur?

Cemaleddin Afganî’nin (1254-1314 H 1838-1897 M) devrimci fikirlerinin o tarihlerde devrim ve reformu destekleyen kesimlerde büyük bir etkisi vardır. İmam Muhammed Abduh’u (1266-1323 H 1849-1905 M) ve Şeyh Reşid Rıza’nın (1282-1354 H 1865-1935 M) İhvan’ı Müslimin ile beraber hareket etmiş ve birçok Ezher âlimi Hasan El- Benna’nın (1324-1368h 1906-1949m) İhvanı Müslimine katılmıştır.

Kutub, daha sonraları birkaç kez üzerinde düzeltmeler yapacağı kitabı ‘İslâm’da Sosyal Adaleti’ kaleme aldı. Bu kitap hakkında ne düşünüyorsunuz?

Seyyid Kutub bu dönemde İslâmî Sosyal Adalet fikrine yönelmiş -kapitalizm ve feodalizm karşısında-  “El İştiraki El- Mü‘mine” (mü’min “güvenli” sosyalizm) olarak bu fikri benimsemiştir.

Necip Mahfuz’un (1329-1427 H 1911-2006 M) edebî zekâsını Seyyid Kutub’un keşfettiği gibi Şeyh Muhammed Gazali’nin (1335-1416h 1917-1996m) sosyal ve iktisadi yeteneğini Seyyid Kutub’dan öne geçmiştir. Gazali’nin ilk kitabını “El-İslâmu ve El-Evda-ul –İkstidaiyye” -1947- de takdir ettiğini yazmış ve “El-Cumhur El- Mısri” gazetesinde de onun hakkında birçok yazı yazmıştır. Ve bu kitap hakkında şöyle demiştir: “İktisadi açıdan son sözü bu kitapta söylendi . Ve bu Abdurrahman Azzam’ın  –El Risaletu El- Halideti an İslâm- kitabına benzediğine işaret etmiştir.

Şeyh Gazali bir söyleşisinde Seyyid Kutub hakkında şöyle demiştir:

“Seyyid Kutub dışında benden o kadar güzelce bahsedip okurlara beni ihlasla takdim eden hiç kimse olmamıştır.”

Gazali teşekkür etmek için Seyyid Kutub’u ziyarette bulundu ve o günden sonra ikisi arasında daha yakın bir bağ oldu. Öyle ki Şeyh Gazali 1950 yılında Seyyid Kutub’a İhvanı Müslim’e katılma davetinde bulundu. Bunu Gazali söyleşisinde şöyle anlatıyor:

“1950 tarihlerinde üstadla yakındık -Allah rahmet eylesin- İhvan-ı Müslimin’e katılması için davette bulundum, o da bana “uzakta olmam en iyisi ” dedi.

Daha sonra Seyyid Kutub “El- Adalet-ul İctimaiyye Fi-l İslâm” kitabını çıkarttı ve Kur’ân-ı Kerim tefsiri olan -Zilal- a başladı.

Amerika tecrübesi Kutub’a neler kattı?

Seyyid Kutub’un 1948 yılının sonlarında Amerika’ya gitmesi, İslâmî çalışmalardaki tutumunun güçlenmesine ve İslâmî hareketlere daha da yakınlaşmasına sebep oldu. Bunun yanı sıra Batı’nın doğu’ya olan düşmanca tutumunu eleştiren fikirlerini desteklerdi. Amerika’dayken İslâm’ı yok etmek için ortaya çıkan sahte İslâm’ı yakından bilme fırsatı oldu. Bu Amerikanlaştırılmış İslâm üzerine şunu yazmıştır:

 “Amerikalıların ve Doğu’daki müttefiklerinin istedikleri İslâm, emperyalizme, zulme karşı direnen bir İslâm değildir. Sadece komünizme karşı direnen bir İslâm istiyorlar. Onlar İslâm’ın hâkim olması ve İslâm’la hükmetmeyi istemiyorlar. Çünkü İslâm bir ülkeyi yönettiğinde farklı bir milletin ortaya çıkacağını biliyorlar ve bu millet, emperyalizmin olmaması gerektiğini, komünizmin de emperyalizm gibi bir salgın olduğunu bilecek. Her ikisine karşı bir tutum sergileyecektir.

Amerika ve müttefikleri Doğu için “Amerikanlaştırılmış bir İslâm” istiyorlar. O İslâm’da Hamileliğin engellenmesi, kadının parlamentoya girmesi, abdest konuları gibi konular tartışılabilir. Ancak asla ne sosyal, ekonomik ve finansal durumlarla ilgili ne de siyasi ve milli durumlar tartışılmaz.

Amerikanlaştırılmış İslâm’da, İslâm ile hükmetmek, kanun koymak ve zafer kazanmak mümkün değildir.”

Seyyid Kutub, Amerika’da misyonerlerin ve ırkçıların Hasan el-Benna’nın ölümünü kutladıklarına şahit oldu. Orada beyaz adamın ırkçılık yaptığını aklı ve vicdanıyla gördü. Bunun üzerine  -döndükten sonra da- “Risale” dergisinde -1952- “Udvuna’l-Evvel: Er-Raculu’l Ebyad” (İlk Düşmanımız: Beyaz Adam) başlığıyla bir yazı yazdı.

Bu seyahatten sonra İslâmî çalışmalara daha yakın olmak ve İslâmî fikirler ortaya koymak için “Şey’un Ekber” (En Büyük Şey) gerçekleştirme kararı aldı.

Şeyh İmam Muhammed Ebu Zehra (1316-1394 H 1898-1974 M) Seyyid Kutub’un bu Amerika gezisinde yaşadığı tecrübelere şahit oldu. Bir gün Âlimler topluluğundayken Seyyid Kutub’un idam haberini ve bazı âlimlerin Seyyid Kutub’u ayıpladığı haberlerini duydu. Ebu Zehra şöyle anlatır: “Oğlum Elbar, Seyyid Kutub Amerika’dan döndüğünde onu karşıladım ve şöyle sordum:

  • Şimdi nasılsın Seyyid?
  • Hocam, Amerika’ya Müslüman olarak gittim, mü’min olarak döndüm.” diye cevap verdi.

1951 yılında Seyyid Kutub’un “Mareketu’l İslâm ve Ra’sumali” (İslâm ve Kapitalizm Çatışması) ve “Es-Selam’ul Âlemi ve’l İslâm” (Cihan Sulhu ve İslâm) kitapları yayınlandı. İhvan-ı Müslimin’in dergisi “Ed-Davetu” (davet) da yazmaya başladı. Yolculuğundaki bu çeşitli çalışmalarla kendisini şöyle ifade etti:  “Ben 1951 yılında doğdum!”

Temmuz 1952 devrimi olduğunda Seyyid Kutub “İhvan-ı Müslimin davetinin müritlerindendi. Ancak devrim gerçekleştikten sonra 1953 yılında -örgütsel- cemaate katıldı. Cemaatte davetin yayma sorumluğunu taşıdı. Devrim adamları ile İhvan arasında yaşanan barış günlerinde devrimin kültür ve çalışma işlerinin komite konseyi danışmanlığını yaptı ve 1952 Ocak’ta kurulan devrimin siyasal örgütünün yayın kurulu sekreteri olarak tayin edildi. Bu tarihlerde Seyyid Kutub’un İhvan’ı Müslimin örgütüne katılması çok büyük bir destekti ve İhvan’da kurucusundan sonra en fazla dikkat çeken şahıs olmuştur. Devrim adamları ile ihvan arasında çatışmalar başladığında cemaatten birçok âlimin ayrılmasıyla Seyyid Kutub cemaatte en büyük düşünceye sahip olmuştur.

Devrim sonrası İhvanla ilişkiler ve Seyyid Kutub’un konumu nedir?

İhvan ve devrim arasında anlaşmazlıklar olunca Seyyid Kutub gizli bir anti-devrim dergisi olan “El-İhvan’u Fi’l Mareke” (Çatışmada İhvan) dergisinin başına geçti. 1954 yılında iki ay tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakıldı. Ekim 1954’te yine hapse girdi ve 22.11.1954 yılında 15 yıl hapis cezası verildi. 10 yıl ağır işkenceyle hüküm verildi. Seyyid Kutub’un -Zilal- tefsirine hayran olan Irak Başbakanı Abdusselam Arif (1339-1385 h 1921-1966 M) aracı olunca Cemal Abdel Nasır (1336-1390 H 1918-1970 M)  1964 Mayıs ayında onu serbest bıraktı.

Kutub, Nasır yönetimince içeriye atıldı. Ve devrimden sonra sert bir kopuş yaşadı. Bu durum İhvan-ı Müslimin’e, onun hareket biçimine nasıl yansıdı?

Seyyid Kutub hapiste çok şiddetli işkenceye maruz kaldı. İslâmî reforma davet eden kişilere bu işkenceyi yapan yönetim ve devlete halkın alkışladığını gördü. Önceki yazılarında bahsettiği reform konularından vazgeçerek gerginlik, reddedilme, tartışma ve öfke fikirlerine geçti.

Seyyid Kutub o zaman Hasan el-Benna’nın reformcu akımından çıktı. Hasan el-Benna’nın Mısır hakkındaki sözleri şöyleydi.

“Mısır bir bütün olarak İslâm’ın inancı, dili ve hürriyetiyle tamamen birleşti. İslâm’ı savundu ve saldırganlardan durdurdu. İsimleri İslâmî olan, dili Arapça ve Allah’ın zikredildiği, sabah akşam ezan seslerinin yükseldiği büyük mescitlerde Mısır, birçok açıdan güçlü, varlıklı, parlayan İslâm’ın tezahürlerini gördü. Bu bizim duygularımızın İslâm’ın önüne ne kadar sarsıldığını gösterdi. Bunların hepsi gerçek. Ancak bu Batı medeniyeti önceden yaşamadığımız bilimi, sermayesi, siyaseti, refahı, malı, mülkü, eğlencesi ve cezbeden hayatıyla bizi güçlü bir şekilde ele geçirdi ve bu da bizim hoşumuza gitti. Bu işgal bizi etkiledi ve bu etki İslâmî düşünceden Mısır’ın birçok alandaki sosyal yaşantısına dönüştü. Hayatımız değişmeye başladı ve Avrupa’nın boyasıyla boyandık. Hayatımızda İslâm’ın yönetimini kalplerimize hasretti. Onun yerine hayatın meşgalesini tercih ettik. Dünya işlerimizle İslâm’ın arasını girdik. Bu yüzden sarsıntılı, tutarsız, ikili bir hayat yaşar olduk…

Şehadet getiren ve onun gereğince hayatını sürdüren bir Müslümanı asla tekfir edemeyiz. İslâmî farzları yerine getirerek Arapçanın üslubuna uygun olan Kur’ân’ı tefsir edip küfür kelimesini açıkça dile getirmediği sürece tekfir edemeyiz.”

Seyyid Kutub’un hapiste gördüğü şiddetli işkenceden sonra Hasan el-Benna’nın reformcu akımından çıkıp Arapçaya çevrilmiş kitapları Mısır’a kadar ulaşan Ebu’l-Ala el-Mevdudi’nin (1321-1399 H 1903-1979 M) devrimci düşünce fikrine geçti.  Ve şöyle dedi:

“Biz Mısır’da yeni, modern ve medeni cahiliyeti yaşıyoruz…”

Peygamber Efendimiz’in (sav) belirlediği hedefler, Ebu Bekir Sıddık’ın, Hz. Ömer’in yürüdüğü yoldur. Daha sonra halifelik Hz. Osman’a geçmiştir. Peygamber Efendimiz’in (sav) uyguladığı sistem, yıllarca bu dönemde uygulanmıştır. Ancak üçüncü halife diğer iki büyük halife gibi bu özelliklere sahip değildi. Bazı hüküm ve emirleri Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in uyguladığı gibi uygulamıyordu. Bundan sonra İslâmî sosyal düzende cahiliye süreci başladı. Hz. Osman uzak tutmaya çalıştı ama yeterli olmadı. Daha sonra Hz. Ali halife oldu ve İslâm’da bu siyasi yönetimdeki fitneyi, cehaleti engellemek için elinden geleni yaptı, ancak başaramadı. Ve böylece nübüvvet altındaki hilafet dönemi sona erdi. İslâm şeriatı yerine cahiliye kurallarının uygulandığı hüküm ve yönetim başladı.

Kurtuba, Bağdat, Delhi ve Kahire’de görülen medeniyetin İslâm ile ne ilgisi ne de bağlantısı vardır. Geçmiş tarihlerinde İslâm’a dair bir şey yoktu. Ve hatta kayıtlara kara leke olarak geçmesi daha uygundur.

Seyyid Kutub işkence altındayken “Mealim fit’Tarık” (Yoldaki İşaretler) kitabında Mevdudi’nin şu sözlerini alıntılamıştır:

“Kendisinin Müslüman olduğunu iddia eden toplumlar cahil toplum çerçevesine girdi. Bu toplumlar açık açık Allah’a kulluk etmiyor diye cahil toplum olmuyor. Allah’tan başkasına kulluk etmemiş olabilir ama Ulûhiyet inancının en önemli özelliklerini Allah’tan başkasına veriyor. O’ndan gelen hâkimiyeti başkasına teslim ediyor ve tüm hayatında bu hâkimiyetin getirdiği sistemi, kuralları, dengeyi, adet ve gelenekleri inkâr ediyor.  İslâm’ın böyle toplumlara karşı tutumu tek bir ifade ile özetlenebilir. “İslâm tüm bu toplumların İslâmiyet’ini reddediyor.”

İslâm ümmetinin varlığı asırlardır yok sayılıyor. İslâm ümmeti ne İslâm’ı yaşayan bir toprak ne de bir kavim. Dedelerimiz asırlardır İslâmî bir nizam içinde yaşıyorlardı. Öyle ki İslâm ümmetinin hal ve hareketleri, sistemi, verdiği değerler, dengeler hepsi İslâm’a uygundu. Bu sıfatlar dünyanın dört bir yanından şeriatın kaldırılmasıyla yok oldu.

Mesele, küfür ve iman meselesidir. Mesele, şirk ve tevhid, cehalet ve İslâm meselesidir. Net olmak gerekir. İnsanlar iddia ettikleri gibi Müslüman değiller. Onlar cahiliye hayatını seviyor. Bu ne İslâm’dır ne de Müslümanlık. Bugünkü davet cahillerin İslâm’a yeniden dönmeleri için yapılıyor.

İslâm davetçileri insanları bu dini yeniden inşa etmeye davet ettiklerinde ilk olarak inançlarını benimsemelerini söylemeli. Eğer kendilerini Müslüman olarak iddia ediyorlar ve halk onları Müslüman olarak görüyorsa bir grup insan bu dine girdiğinde bu grup “Müslüman Toplum” olarak anılacaktır.

Tüm dünya bugün hayatın ve onun sisteminden kaynaklanan cehalet dönemini yaşıyor. Yeni Maddi imkânlar Cehalet’i kolaylaştırmıyor. Etrafımızda olan her şey cahillikten kaynaklanıyor. İnsanların davranışları, inançları, gelenek ve görenekleri, kültürleri, edebiyat ve sanatları, şiirleri, kanunları ve hatta çoğunun İslâmî kültürü, kaynağı, felsefesi, düşüncesi hepsi cehaletin yaptıklarıdır.”

İşte Seyyid Kutub’un daha önceki fikrinin değişimini burada görüyoruz. Hasan el-Benna’nın yenilikçi düşüncesinden ayrılarak Mevdudi’nin fikirlerini benimsedi.

Seyyid Kutub’un Yoldaki İşaretler’de Mevdudi’den alıntısıyla netlik kazanmıştır. Mevdudi 1966’da Mekke-i Mükerreme’yi ziyareti esnasında okuduğu Yoldaki İşaretler kitabı hakkında etrafındaki gençlerden birine şöyle demiştir. “Sanki bu kitabı ben yazdım!” Kendisi ve Seyyid Kutub’un fikir yakınlığındaki şaşkınlığını bu şekilde beyan etmiştir.

Kutub’un fikrî teşekkülü gittikçe netleşiyordu. ‘Hâkimiyet’ anlayışına gelmek istiyoruz. Kutub’un ‘cahiliyye’yi tanımlayışı ve ‘hâkimiyet’ anlayışı birbirini tamamlıyor ve karşımıza şöyle bir çerçeve çıkıyordu: Her türlü cahili unsurlardan, fikirlerden ve akımlardan arınarak Allah’ın yeryüzündeki hâkimiyeti tanınmış olacak. Şehid’in ‘cahiliyye’ tanımı mutlak bir arınma mıdır? Pratik karşılığı, cahili unsurlardan arınmakla ne kastetmektedir. Pratik anlamda mümkün müdür?

Hapse giren bazı ihvan gençleri bu düşünceye sarılmıştır. İhvan topluluğu Seyyid Kutub’un cihadına, fikrine saygı göstererek, onu hedef almadan, bu akıma karşılık olarak “Daatun La Kudat” (Hakimi olmayan Çağrı) adında bir kitap çıkardılar. Cemaatte karışıklık ve bölünme olmasın diye de uyardılar!

Şeyh Gazali Seyyid Kutub’un bu fikrini eleştirmiş ve bir söyleşisinde şöyle demiştir:

“Hâkimiyet fikrini Hasan El-Benna’nın ölümünden sonra ilk defa duydum. Ezher’de öğretilen İslâm, İslâm’ı tasvir eden en dikkatli okuldur. Allah’tan başka hükmeden yoktur, hüküm yalnızca Allahtan gelir, hak olan odur, bâtılı istemiyorum. Ancak hâkim ve halk, hâkim ve millet arasında bir ilişki vardır. Hükmün kaynağı nedir? Aslında İslâm’da bu anlaşılır. Hüküm, Kur’ân, sünnet ve diğer delillerden alınır. Bu konu hakkında söylenen ne ise o şekilde inceler.

Hâkimiyet, Allah’tan başka hükmün olmadığı anlamına da gelir. Daha önce hakkında fetva verilmeyen ve onunla ilgili Kur’ân ve Sünnet’te açık bir metin olmayan İslâm meseleleri hakkında konuşulduğunda ölçü ve inisiyatife bakılır. Ezher’in bu mesele hakkında söyledikleri en dikkatli olanıdır.

İnsan kural koyar, ben gelen fıkıh konularında ve kavaidin açıklamaları için kural koyarım. Kural koymak benim hakkımdır.

Kural benim için Şura’dır. Ancak bu kuralları nasıl düzenlerim? Hüküm Allah’ındır diyorum. Ve kuralı koyuyorum. Ve diyorum ki millet yönetimin kaynağıdır. Hâkim seçim yapar. Bu kurallar beşeri aklındır, içinde kurallara dayanan temeller vardır. O kurallar Allah’ın hikmetidir. O şuradır ve esas olmayan hususlar beşeri akla göre ele alınır. Kıyas ve İstihsana göre ele alınır.

İslâmî Usûl Okulu -fıkıh usulüne önem veren usulden bahsediyorum-  ilk olarak İmam Şafiî’den (150-240 H 767-820 M) günümüze kadar gelen âlimlerin açıkladığı gibi bu usulü açıkladı. İmam el-Şatıbî (790 H 1388 M) “Muvafakat” kitabında usûlü açıkladı. Onların açıkladıkları doğru hükümdür.

Mevdudi ise hâkimiyet hakkında konuştuğunda İngilizlere, sizin hükümle bağınız yok, hüküm İslâm’ındır demek istedi.  Lakin Bazı insanlar bize gelip Mevdudi’nin söylediği sözlerin ne olduğu ve hangi şartlarda söylendiğini bilmeden bize aktarırlar. Benim için devletin dini İslâm’dır. Bunun için Peygamber Efendimiz’in (sav) uygulamasına ve servetimiz olan fıkıh usulüne dönme ihtiyacını hissediyoruz. Fıkıh güvenilir âlimlerden ve imamlardan alınmalı.  Yeşil Ataba’da bir mescitte imamlık yapan ve “ben Hanefiyim” veya Hanefi fıkhı okudum diyen bir insandan Hanefi fıkhı alamayız.

Allah’ın hâkimiyeti Allah’a aittir. Bu kelime ile ne söylemek istersin?

Senden önce bazı insanlar bu kelimeyi söylemişlerdi. Bu kelimeyle Ali Bin Ebi Talib’in bazı durumlarda insanları hâkim olarak kullandığı gerekçesiyle karşı çıkmışlardı. Eşler arasındaki anlaşmazlığa çözüm bulmak için farklı yerlerden hâkimler getirebileceğimizi Allah söylemişti. İki tane hâkimin olmasının sakıncası nedir, farklı görüşler olabilir, ancak hâkimiyet Allah’ındır.

Şeyh Gazali Seyyid Kutub’un hâkimiyet ile ilgili yanlışlarını iki sebeple açıkladı:

İlki; Temmuz devrimi adamlarından gördüğü zulümdür. Bu zulüm İçinde bulunduğu zor koşullarda ortaya koyduğu görüşte onu tek kalmıştır. Bununla beraber Seyyid Kutub’un zulüm ve düşmanlıkla hapse giren bir yeğeni vardı. Ona hapiste birçok zulüm yaşatmışlardı. Aslında yargılanması bir saçmalıktı.

İkinci sebep ise Fıkıh konularında yüzeysel düşünmesidir. Fıkıhta derin düşünmek gerekir. Bazı görüşleri fakihler tarafından kabul görmesi imkânsızdır. Mesela, “evlerinizi kıblelere dönüştürün ve namazlarınızı orada kılın” cümlesi.  Bunun kabul olması mümkün değildir.

Ancak Seyyid Kutub -Allah rahmet eylesin- Abbas El-Ukkad okulunun en parlak talebesiydi. İslâm Edebiyatı ve Arap Edebiyatı ile ilgili bilgisi iyidir.

Onun peşinden gidenler kendilerini Kutubçular olarak adlandırdı. Ancak onların ne fikirleri ne de fıkıhları mevcut. Ve onların hiçbir şeyi dikkate alınmamalı.”

Gazali, Seyyid Kutub’un hâkimiyet hakkındaki düşüncelerini bu şekilde eleştirmiştir.

Seyyid Kutub, 09.08.1965 yılında gücü kullanarak rejimin devrilmesi için çağrıda bulunarak gizli bir örgütün liderliğini yaptığı gerekçesiyle tekrar tutuklandı. Şeyh Gazali’nin söylemiyle -saçmalık- olan mahkeme 12.04.1966 yılında başladı. 21.01.1966 yılında hakkında idam kararı alındı. Ve karar 29.08.1966 tarihinde gerçekleştirildi. Şehadetini şu şekilde bildirdi:

“Koşullar değişti, maddi güçlerden dolayı mağlubun yerinde Müslüman duruyor. Müslüman, yüksekte olma düşüncesinden ayrılmayacak, mü’min olduğu sürece mağlup ettiği kişiye yükseklerden bakacak. Bu çilenin sadece bir dönemlik olduğu ve imanın sonunda galip çıkacağını bilecek. Bütün insanlar ölecek, o ise şehit olacak. Bu dünyadan ayrılıp cennete, onu mağlup edenler ise cehenneme gidecek. O ise Rabbi’nin şu ayetlerini duyacak. “İnkâr edenlerin (refah içinde) diyar diyar gezip dolaşması sakın seni aldatmasın! Onların az bir faydalanmadan sonra varacakları yer cehennemdir. O, ne kötü bir varış yeridir! Fakat Rablerine karşı gelmekten sakınanlar için, Allâh tarafından bir ikrâm olarak, altlarından ırmaklar akan, ebedî kalacakları cennetler vardır. Sâlih kimseler için Allâh katındaki (nîmetler) daha hayırlıdır.” (Âl-i İmrân, 196-198)

Seyyid Kutub’un, düşmanları, meşru fikirleri ve cihadı idam edilmiş olsa bile, bu idam eserlerinin tüm dünyaya yayılmasına sebep oldu. Kitapları çoğu dillere çevrilir, onlarca baskısı yapılır, akıllarda, kalplerde nesilden nesile İslâm’ın reformu aktarılırdı. Durum bu ve böyle de olmaya devam edecektir.

Seyyid Kutub dev bir İslâmî reform projesini temsil etti. Bu büyük yolculuğu “bir mazlumun feryadı” cümlesi altında toplayabileceğimiz “gerginlik, red, kızgınlık ve protesto” fikirlerinde özetleyemeyiz.

Seyid Kutub’u İslâm cihadı adıyla şiddetli grupların yayılmasından sorumlu tutmak büyük bir yanlıştır. Öyle ki “Yoldaki İşaretler“ kitabında bile şiddet ve kılıçla değil, düşünce ve ikna ile yeni İslâmî harekete davet ediyordu.

İslâmî toplumları cahillikle yargılayanlar hata etmişlerdir. Cehaleti silahla ortadan kaldırmaya çalışanlar da hata ederler. Seyyid kutub’a bu şiddetin dalgalarının sorumlusu olarak bakanlar da hatta etti. 

Seyyid Kutub “Dirasat’u Kur’âniyye” (Kur’ân Çalışmaları) ve “Fi Zilal Kur’ân” tefsiri ile İslâmî çalışmalar alanında büyük bir katkı olarak kabul edilmiştir. Bu İslâmî çalışmalar “El Manar” tefsiriyle başlamıştır. Mahmut Şaltut (1310-1383 H 1893-1963 M) ve Mahmut Ebu Zehra, Abdul Vehab Hilaf (1305-1375 H 1888-1956 M) Abdul Celil İsa (1306-1401 H 1888-1981 M) katkıları ile devam etmiştir. Seyyid Kutub’un çalışmaları ise bu kerim şeyhlerin çalışmalarından farklıydı. Kullandığı sanat ve duyguların sayesinde halkın vicdanına daha yakın olmuştur. Bu konuda sadece Şeyh Muhammed Mütevveli eş-Şaravi (1329-1419 H 1911-1988 M) Seyyid Kutub’un ulaştığı menzileye ulaşabilmiştir. Allah hepsine rahmet eylesin.

Bunları da sevebilirsiniz