TÜBA Şeref Üyesi
Üsküdar Üniversitesi
İnsanların şiddete başvurmalarını çoğunlukla toplum, din veya kültür bağlantılı olarak ele alma eğilimi çalışmalara hâkim durumdadır. Bu yaklaşımların, bir dinin ve özellikle İslâm’ın bu soruna sunduğu çözümü ortaya çıkarmakta yetersiz kalacağı açıktır. Bazı insanların sorunlarını çözmek veya istedikleri sonuca ulaşmak için neden şiddeti tercih ettiğini anlamak için insan psikolojisini tahlil etmeye çalışabiliriz. Bu nedenle psikolojik bir yaklaşım, şiddete ilişkin dinin duruşunu ortaya çıkarmak için daha uygun olabilir. Bu yaklaşımın İslâm dünya görüşü için de daha uygun olduğuna inanıyorum. Ancak bu kısa araştırmamız şiddetin epistemolojik kökenini incelemeyi amaçlamaktadır. Bunun için aynı zamanda İslâm’ın her türlü şiddet ve insan saldırganlığına karşı duruşunun şiddetin epistemolojik yönüne ilgisini de göstermeye çalışacaktır.
İnsan söz konusu olduğunda, şiddet aslında hayvan fıtratında bulunan bir ruh hâli gibi görünüyor. Fıtratının bu yönü, insana diğer hayvanlarda olduğu gibi kendilerini dış tehlikelerden korumak için verilmiştir. Hayvanî yönün bu amacı, hayvanlar tarafından içgüdüsel olarak bilinir ve bu nedenle ihlal edilmez. Ancak insanların kontrol altına alabilmek için bu hayvanî yönün amacını ve diğer benzer zihin durumlarını öğrenmesi gerekir. Zihnimize ait olan durumlar şüphesiz ki, şiddetin epistemolojik alt yapısını teşkil etmektedir. Bunu bir örnekle açıklamaya çalışarak önce epistemolojinin ne olduğunu da ortaya koymaya çalışalım: Bir çocuk genellikle eşyalarını, oyuncaklarını, örneğin arkadaşlarıyla paylaşması gerektiğini bilmez. Paylaşmak, insanın sosyal bir arada varoluşunun yalnızca bir yönüdür ve bu tür davranışlar olmadan toplumumuz tam olarak işleyemez. Bu nedenle çocuğa nasıl paylaşılacağını ve bu paylaşımın bizim için iyi olduğunu öğretmemiz gerekiyor. Bu şekilde çocuk davranışının amacını kavrayabilir. Hayatın ilerleyen dönemlerinde her insan, paylaşmama tavrını yansıtan ruh hâlinin, kendimizi dış tehlikelere karşı korumak için doğal olarak bize verildiğini anlayabilir. Ancak bu tutum her sosyal davranışta kullanılırsa karmaşaya yol açar. Şiddet ve saldırganlık, amaçlanmadıkları alanlara da yayılan benzer ruh hâlleridir ve bu nedenle iyileştirilmeleri, düzen altına alınmaları gerekir. Şimdi bunun epistemolojik tahlilini yapmaya çalışacağız.
Şiddet, hayvanî doğamızın biyolojik olarak sahip olduğu bir ruh hâli olduğu için, bireylere kültürleri, aldıkları eğitim veya dinleri tarafından verilen bir özellik olmadığını anlamalıyız. Ancak bu hayvan doğasına dayalı bir kültür geliştirmek mümkündür; bir şiddet kültürü. İşte epistemolojinin devreye girdiği yer buradadır. Bu noktada şiddetin kökeni olarak iki husus kendini göstermektedir: Birincisi, insan fıtratı; ikincisi ise insan zihninde şekillenen bu fıtratın işletildiği epistemolojik alt yapı. İnsan fıtratının sahip olduğu hayvaniyet yönü tahlil edilirse birtakım şiddet eğilimlerinin burada yer aldığı açıkça görülür. Mesela biyolojik hayatın devamını sağlayan insan fıtratı hayvaniyet olduğundan bu yön itibariyle insanın kendini koruyabilmesi için güçlü olması gerekir. O halde “güç” veya “kuvvet” elde etmek isteyen ve biriktiren yön hayvaniyettir. Ancak insanlara diğer hayvanlar gibi fıtraten aşırı güç verilmediğinden insanlar güç açısından zayıf kaldıklarında, akıl gibi kurnazlık ve oyun kurmaya yönelik diğer özelliklerine müracaat ederek savunmaya geçerler. Şiddetteki yönelimleri belirleyen yine insan zihnine ait olan bu epistemolojik yapı asıl tehlikeyi barındırmaktadır. Çünkü fiziksel güç gözle görüldüğü hâlde akla dayalı olan bilgi, kurnazlık ve hile ile oynanan oyunlardaki güç gözle görülmez ve insanı aldatır.
İnsan fıtratının hayvaniyet özelliği temel olarak beş duyu ile başlar. Günlük hayatın devamında en etkin hayvanî yetenekler bunlardır. Hayvanî hayatın devamı için barınma ve yiyecek bulma en temel ihtiyaçlardır. Bunların temini ise yine hayvansal güce dayanır. Fakat hayvaniyet özelliği ile insan, barınma ihtiyacını diğer hayvanlar gibi “alan savunmasına” dönüştürmüştür. Yani belli bir bölgeyi kendisi için yerleşme alanı olarak görür ve burayı diğer varlıklara karşı savunur ki, barınma ihtiyacını kaybetmesin. Burada yine şiddet ortaya çıkacaktır. Ancak insan fıtratında sadece hayvaniyet olsaydı diğer hayvanlardaki gibi sadece korunma amaçlı kaba kuvvete dayalı şiddet olurdu. Hâlbuki insan fıtratı bir de “beşeriyet” olarak tanımladığımız bir yön daha içermektedir ki, bu yön hayvaniyet içerisinde gömülü olan şiddet eğilimini birden duygusal boyutlara çekerek çok zalim ve daha tahrip edici bir düzeye çıkarır. Bunu daha iyi anlayabilmek için beşeriyeti hayvaniyete ilişkin tahlil etmemiz gerekmektedir.
Beşeriyet itibariyle insan fıtraten, hayvaniyet düzeyinden yavaş yavaş uzaklaşıp duygu, arzu ve emellerini gerçekleştirdiği yeni bir aşamaya geçmektedir. Bu aşamanın alt düzeyleri de hayvaniyet özelliklerini taşıyabilir ve bu itibarla hayvanlara yakındır; ancak oluşan iç dünyanın incelmesi, daha nazik ve derinleşmiş bir hâl alması ile insan fıtratı artık hayvaniyet düzeyini terk eder ve beşeriyet mertebesine ulaşır. Bu mertebedeki bir kimse artık beşerdir. Beşer, aynı zamanda hayvaniyeti de ihtiva eder. Beşeriyet düzeyi, zaman zaman hayvaniyetin etkisinde kalır ve bedenin idaresi, hayatın yönlendirilmesi, bu hayvansal özelliklerle yapılabilir. O hâlde beşeriyet dediğimiz fıtratımız, duygularımızın belirginleştiği yönümüzdür. Bir örnekle bunu açıklamaya çalışalım. İnsanın hayvaniyet fıtratı ile neslinin devamı için çoğalması gerekir ve bunun için hayvansal bir kuvve olan şehvet verilmiştir. Ancak bir insanın diğer bir insana bağlılığı hayvanlarda olduğu gibi belli bir mekâna ve sınırlı bir zaman dilimine has değildir. Çünkü insanın şehvet içgüdüsüyle karşı cinsine duyduğu yakınlık sevgiye ve aşka dönüşür ve bunlar da zamanla dille ifade edilebilen edebiyata dönüşebilir. İşte buradaki üç mertebe çok açık bir şekilde insan fıtratının üç yönüne işarete etmektedir. Şehvetle duyulan ilgi hayvaniyeti, aşka dönüşen ilgi, beşeriyeti ve nihayet edebiyata dönüşen ilgi de insaniyeti temsil etmektedir. Daha doğrusu, şehvet hayvaniyetle, aşk beşeriyetle, edebiyat ise insaniyetle mümkündür. Bu tahlilimizden insan fıtratının her üç yönünün temel özelliğini çıkarmak mümkündür: Hayvaniyetin özelliği duyusal olmasıdır, çünkü bu yönümüz sadece duyularla canlı kalabilir; beşeriyetin özeliği duygusaldır ve nihayet insaniyetin özelliği de akla dayanmasıdır ki bu da bilgisel (ilmî) özellikler olarak ifade edebileceğimiz epistemolojik alt yapıdır.
O hâlde hayvaniyet ve beşeriyetin tam olarak idare altına alınması ancak bilgisel özelliklerle mümkündür. İç dünyanın en zengin yönü bu düzeydir, çünkü burası zaten diğer tüm düzeyleri içermekle birlikte onları idaresi altında muhafaza etmektedir. Hakiki insanlık bu yön itibariyle tezahür ettiği için iç dünyanın bu aşamasına “insaniyet mertebesi (düzeyi)” diyoruz. İnsan iç dünyasının bu üç mertebesi de ancak toplum bağlamında kuvveden fiile geçebilir. İşte insanı toplumsal bir varlık yapan özelliği de budur. Eğer insan aldığı eğitim ve yetiştirildiği kültür ile zihninde yer eden bilgi yapılarını uygun kurallar dâhilinde kullanırsa şiddete başvurmaz. Buna göre insan iç dünyası veya hâlet-i ruhiyesi olarak tabir ettiğimiz zihniyetler doğru bilgi ve ahlâkî faziletlerle fertlere verilirse epistemolojik alt yapı uygun bir şekilde teşekkül eder ve gerçek anlamda işlevini yerine getirir. Bunu biraz daha açmaya çalışalım.
İnsan fıtratının tahlili bizi insan mahiyetine yerleştiren üç özelliğe taşımıştır: Hayvaniyet, beşeriyet ve insaniyet. Bu üç yönün şiddete ilişkin ayrıntılı tahlilinden önce insanın “iç dünyası” olarak tanımladığımız bu yönlerin psiko-sosyal bir tahliline daha ihtiyaç vardır. Toplumun ve toplumsal faaliyetlerin tümünün temeli insandır. İnsanı, ilk önce içinde bulunduğu âleme irtibatlı ve tek başına var olamayan bir varlık olarak ele aldığımızda görürüz ki, insan amaçsız ve düzensiz bir âleme ait varlık değildir. Böyle bir oluşum içerisinde insanın en önemli özelliği olan aklı işleyemediğinden düzensizliği kabul edemez. İnsan bilgi sisteminin epistemolojik yapısı olarak ortaya koyduğumuz bu tahlil, düzensizlik kabul edildiği zaman insanın kendini, mutsuz ve kaybolmuş hissettiğini gösterir. Bu durumda insan hiçlik vadilerine itildiğini, neden var olduğunu anlayamama bahtsızlığı içerisinde görür. Bu çırpınış içerisinde üç önemli soru ile karşılaşır: Ben kimim? Nereden geliyorum? Nereye gidiyorum? Bu soruları insan uydurup sırf düşünce olsun diye ortaya atmaz. Onun varlığı bu sorularla bütünleşmiştir. Özellikle beşer olmamız cihetiyle elde ettiğimiz duygularımız, ebediyet ister ve doymak bilmeyen arzularımız sürekli mutlu olmak için değişik saadet kapılarını çalıp durur. Beşeriyetin bu çırpınışları aklımızı sürekli taciz eder ve düşünmek istesek de istemesek de bu sorular değişik tavırlar olarak bizi meşgul eder. Böyle bir arayış içerisine giren insan sadece bir “yol gösterici” (hidayet) ile karşılaşır. Onun varlığı ile bütünleşen bu sorulara verilen cevapların da onun varlığı ile bütünleşmesi gerekir ki, onu tatmin etsin. İşte bu tatmin edici cevabı veren, “yol gösterici” bir peygamber şahsında vahiyle bize yaklaşan Allah’dır.
Böyle bir hâlet-i ruhiye içerisinde olan insan, yol göstericiyi ne kadar arasa da bulamaz; çünkü insan, yol göstericinin kendini göstermesine muhtaçtır. Çünkü insanın kendini aşan konularda bilgi edinmesi mümkün değildir. Bu konuları, insan ancak kendisine “bir şekilde” bildirilirse anlayabilecek bir keyfiyettedir. Eğer varlık, bir amaç içinse ve varlıkta bir düzen varsa, demek ki, o varlığı düzene koyan “Bir”i var demektir. İnsan aklı ile varlıkta amaç olmalı fikrini çıkarabilir; aksi hâlde varlık anlamsız olacaktır. Ancak bu amacın ne olduğunu çıkaramaz. Ayrıca amacı koyan varlığı da bulamaz. Şayet bunlar insan için mümkün olsaydı o zaman, vahye ve peygamberlere gerek kalmazdı. Bugün kültürümüz içerisinde bulduğumuz Allah ve nübüvvet inancı işte bu iki önemli olguyu ifade etmektedir. O hâlde bir yaratıcı ve o yaratıcının kendini tezahür ettirmesi toplumda bu olguyu temsil eden önemli hakikatlerdir. Kur’ân bunu temsil ettiğine göre ona müracaat etmek zorundayız. Ondan anladığımız kadarıyla bu tezahür iki şekilde olmaktadır: Birincisi, varlık düzeyinde ki, bu âlem-i şehadetin mücessem hâlini temsil etmektedir; ikincisi, bilgi düzeyinde ki, bu da vahiyle gelen Kur’ân ve peygamberleri temsil etmektedir. Bu ikincisi, dindir. Bundan anlaşılıyor ki, din, toplumsal veya psikolojik bir olgu değil, tamamen aşkın bir olgudur. Bizi aşan bu olguyu insan olarak yaşamaya başlayınca elbette ki dinin insana yönelik boyutları da olan; toplumsal ve psikolojik veya varsa diğer ekonomik boyutları ortaya çıkmaktadır. Hayata ve varlığa gerçek anlamını kazandıran dindeki hesaba çekilme inancıdır. Böylece insan fıtratı ile bütünleşen üç sorunun, yine insan fıtratı ile bütünleşen üç kavram ile cevabı mümkün görünmektedir: Birinci soru, nereden geliyorum? Allah’ın yaratmasından; ikinci soru, ben kimim? Kimliğimizi ilgilendiren bu soru, nübüvvet ile din olarak cevaplandırılmaktadır ki, toplum içinde insana fıtratı açısından gerçek kimliğini bu cevap kazandırır; üçüncü soru, nereye gidiyorum? Kur’ân buna şu cevabı verir: Hesaba çekilmek üzere âhirete gönderiliyorsun. İşte gerçek anlamda toplum ve kültürü oluşturan hakikatler bunlardır. Yani, tevhid inancında bütünleşen Allah, nübüvvet ve ahiret hakikatleri.
Şimdi bu anlayışla hareket edince insan, varlığı görür ve ona bir anlam yükler; bu anlam içerisinde onun “kişisel kimliği” ortaya çıkar ve sağlıklı epistemolojik alt yapıyı elde etmeye başlar. İnsan davranışı öncelikle kendine aittir. Ancak hiçbir insan davranışı, içinde oluştuğu ortam açısından kişisel değildir, çünkü insanın her davranışı mutlaka kendisi dışında bir insan veya insanlara ilişkin yapılmıştır. Diğer bir deyişle her insanın her davranışı istese de istemese de kendi dışında bir kimseyi ilgilendirmektedir. Zira her insan davranışı, onun iç dünyasının bir bağlamda tezahürüdür. Bu bağlam toplum olduğunda iç dünyamızın tezahür edenler bütünlüğüne “kültür” diyoruz.
Bunlara ek olarak insanın toplumdan bağımsız ancak dışarıdan kazanabildiği, insanda biyolojik olarak bilkuvve olmayan ancak yukarıda sözünü etmeye çalıştığım, “yol gösterme” ile elde edebileceği bir varoluş alanı daha vardır. İnsanda bilkuvve olmayan yeteneklerin ulaşamayacağı iç dünyanın bu mertebesi, insana dışarıdan verilir; bu da vahiy yoluyla gelen “hidayet”tir. Hidayeti, yani yol göstermeyi kabullenen insan, kendinde olmayan bir düzeye ulaşır ve adeta insanı insanüstü bir varlığa tebdil eder. İşte bu da insaniyeti aşan “melekiyet mertebesi (düzeyi)”dir. Bu düzey fıtratımızın hayvaniyet, beşeriyet ve insaniyet yönleri gibi toplum bağlamı ile ilişkili değildir. Yani toplumdan bizatihi bağımsızdır. Çünkü melekiyet insana bilkuvve ait olan bir özellik veya yön değildir. Bunu söylerken yanlış anlaşılmasın; bizde melekiyeti geliştirecek bir yetenek olmadığını söylemek istemiyoruz. Çünkü fıtratımıza yetenek olarak da yerleştirilmiş bir özellik olmadan hiç bir yönümüzün gelişmesi ve anlaşılması mümkün değildir. Bu durumda kısa bir tahlil ile melekiyete tekabül eden bizdeki kuvvelerimizi ortaya koymamız gerekmektedir. Hayvaniyet duyusal, beşeriyet duygusal ve insaniyet de bilgiseldir demiştik. Melekiyet kuvvelerini de “manevî” olarak vasıflandırmak mümkündür. Melekî de diyebileceğimiz manevî kuvvelerimizin varlığı ve mahiyetini anlamak diğerleri kadar kolay ve doğrudan değildir. Evvel emirde bunların Kur’ân’ın yol göstermesiyle keşfedilip kullanılarak geliştirilmesi gerekmektedir. Bu kuvvelerin merkezi maneviyat âlemine açılabilen “kalp”tir. Kalbe bağlı olan manevî kuvvelerimiz gelişince insaniyet özelliklerimizle doğrudan ilişkili olduklarından önce akıl ve bilgi melekelerimizi ıslah ederler. Bu melekelerimiz de doğrudan beşeriyet ve hayvaniyet melekelerimizle irtibatlı olduklarından bunları sevk ve idare altına alırlar. İşte insan fıtratında gizli duran şiddetin zabt u rabt altına alınması buradan hareketle mümkündür.
Şimdi bu bağlamda, bilinçli veya bilinçsiz olarak yansıttığımız diğer birçok zihin durumlarında yansıtılan insan fıtratının psikolojisini açıklamaya çalışmalıyız. İnsan zihninin içeriği, bilgi dediğimiz şeydir. Bu içerik aynı zamanda düşüncemize şekil veren şeydir. Kişi tarafından bir hüküm onaylandığında ve kabul edildiğinde, zihni o bilginin şeklini almaya başlar. Bu bilginin doğrulanması, onunla ilgili bazı başka sorunları da beraberinde getirir. Daha sonra zihin bu sorunları çözmeye çalışır. Zamanla zihin bu sorunlara cevaplar bulur çünkü onlara kayıtsız kalamaz. Umumiyetle bu içerik edinme sürecinde, bütünlüğü içinde bir dünyagörüşü şekillenmeye başlar. Ne kadar saf ve basit olursa olsun hiçbir insan zihni bir dünyagörüşüne sahip olmadan kalamaz. Zihnin içeriği bu durumda o kadar basit değildir; çünkü “bütünlüğü içinde bilgi”dir. Bu bilgi, bu birincil bilgiyi bir dünyagörüşüne dönüştürdükten sonra da, insan zihninde muhteva hâline; dünyagörüşü olarak bilgi ise, zihin için bir kalıp ve hazne hâline gelir. Bu şekilde zihin, bu bilginin biçimini, daha belirgin bir ifadeyle onun şeklini alır. Bu hâldeki zihin o kadar sertleşebilir ki, artık gerçeklik için sunulan başka bir açıklamayı anlamaya kendini uygun bir duruma getiremez. Bazen insan zihni o kadar kör olabilir ki, bu görüş gerçeğe ne kadar yakın olursa olsun, alternatif görüşü düşünmeyecektir bile. Bu, sertleşmiş hâliyle zihnimizin aldığı durum “önyargı”dır.
İnsanın zihinsel durumlarında daha yumuşak, psikolojik ve ahlâkî boyutu olan bir önyargı vardır. Bu durumda kişi, anlamaya istekliymiş gibi hareket eden diğer görüşleri değerlendirir; ama aslında onları anlamak için değil, çürütmenin daha fazla yolunu bulmak için onları yakından incelemek ister. İnsan aklı da bu hâldeki görüşleri anlayamaz ve takdir edemez. Tamamen ön yargısız insan zihni, her kalıbın şeklini kolaylıkla alabilen balmumu gibidir; oysa önyargılı zihin, bir kez kalıp şeklini alarak ancak aşırı güçlüklerle başka biçimler alabilen metal gibidir. Zihinsel olarak edindiğimiz bilgi böylece bir kalıp rolü oynar. Bilgi edinme sürecinde aslında aktif olan (çünkü bu istekli özne olduğu için) zihnimiz olsa da, sonunda pasif hâle gelir ve böylece bilgi zihnimizi şekillendirmede aktif olur. Temkinli ve çok güçlü olmamız gereken bir psikolojik hastalık ile karşı karşıya kalmış oluruz: Önyargı.
Kur’ân’ın, önyargı esaretini kırmak ve böylece insan fıtratını keskinleştirerek hakikatin önünü açmak için attığı ilk adım, insanla gerçeklik arasında karşılıklı bir ilişki kurmaktır. Bu ilişkide insan, hakikatin “alıcısı” olarak temsil edilirken, Kur’ân, hakikatin “vericisi” olarak temsil edilir (yani, rehberlik; bunun için Kur’ân’da hidayet). “Alıcı” sorumluluklarını yerine getirmelidir çünkü “veren” zaten bunu yapmıştır. Bu sorumlulukların tamamı öznel deneyimlerdir ve bazıları ahlâk kapsamına girebilir. Sonra Kur’ân, hakikati ararken insani duyguları keskinleştirmeye çalışır. Hem insan zihni hem de duyguları sevgiyle hakikate yönlendirilmelidir. Fikirlerin tarihinde hiçbir zaman insan duyguları (veya duyuları), tıpkı zihinsel durumlarımız gibi her zaman içimize gömülmüş olsalar da, hakikat arayışında ayırt etme yetenekleri olarak ileri sürülmez. Her bireyin kendi içinden kuvvelerini keskinleştirip geliştirmesi için sarf etmesi gereken çaba ebedi ilâhî hükümdür. Bu çaba yalnızca zihinsel bir çaba olamaz; aynı zamanda psikolojik (veya duygusal) bir çaba olmalıdır. İnsan epistemolojisinin temel duygu yetisi olarak kabul edilebilecek bir akıl ve kalpten oluşan bir yapı söz konusudur. Artık açıktır ki, Kur’ân ilk etapta insan aklını hayvan fıtratının önyargılarından ve insan kalbini “isteksizlikten” ve hakikate dikkat etmeyi zorlaştıran kötü eğilimlerinden arındırmak ister ve böylece daha akılcı olan ve hakikat için açık deliller gerektiren ikinci adıma zemin hazırlar.
Bu yaklaşımla insan kişiliği zihinsel ve psikolojik durumlarıyla tatmin olur. Bu doyum önyargı ile oluşmadığından, insan zihni hayvan doğasının aynı hastalıklarından etkilenmez. Bu hâldeki insana Kur’ân’ın tabiriyle “mutmain nefis”, el-nefsü’l-mutma’innah, denir. Bu aşamada insan, Kur’ân’ın anlattıklarını başardıysa, hakikati deneyimleme kuvvelerini tam anlamıyla geliştirmiştir. Bu aşamadaki insan, şiddetsizliği de içeren Allah’ın emirlerini uygulamaya hazırdır. Demek ki her davranışta olduğu gibi şiddetin uygulamasında da epistemoloji önemli bir yer tutmaktadır, bunu, insan bilgi sisteminin fıtrattaki eğilimleri ile nasıl bütünleşip yönlendirdiğini açıklamaya çalıştık.