Prof. Dr. “Şinasi Gündüz” İle Ehl-i Sünnette Mesih– Mehdi Beklentisi Üzerine

Röportaj: Muhammed Turan ÇALIŞKAN

Nida Dergisi 119. Sayı – Ağustos / 2007

İlk önce insanı tanımakla başlarsak; malum ol­duğu üzere insan, sorumluluklar üstlenen, hemen her yerde öyle ya da böyle bu dünya ve ahiret algısına sahip, çalışan- kazanan, arayan, hayal eden, hayal ve beklentilerini elde et­mek uğruna direnen, yenen-yenilen bir varlık… Bu çerçevede insanlığın kadim tarihinde ‘bekleme’ nin yeri ne olmuştur? Niye bekler, neyi bekler İnsanoğlu? Peygamberler, bu kurtarı­cı beklentisine cevap olmuş mudur?

İnsan, yapısı gereği güçlü ve za­yıf bir takım yönlere sahip olan bir varlık. İnsanın güçlü olan yö­nü aklını, iradesini kullanabilmesi ve bu çerçevede bir şeyler üre­tebilmesi, tasarruf sahibi olabilmesidir. Bu, insanı diğer tüm var­lıklardan ayırt ediyor, daha mükemmel ve daha üst düzey bir se­viyeye koyuyor ki Kur’an buna ‘en güzel surette yarattık’ diye atıf­ta bulunuyor. İnsanın, belki zayıf sayılabilecek -ki zayıf kavra­mını da biraz çekinceli olarak kullanıyorum- yönü ise şu; insan sürekli yaşantısında bir takım şeylerin eksikliğini, ihtiyacını his­sediyor. Mesela sığınma, güçlü bir kudretin gereksinimini duy­ma, yakarış ve buna benzer özellikler… İnsan, sürekli yaşantısında birtakım şeylerin mücadelesini veriyor ve bu mücadeleler çerçevesinde ümit veya korku arasında bir takım duygular ve tavırlar tecrübe ediyor. Sürekli bir şeylerin beklentisi içerisinde olmuyor insan. Nedir bu beklenti? Örneğin, diyelim bir toplum­da yaşıyorsanız değer verdiğiniz, sizden daha üstün ve güçlü gör­düğünüz insanları memnun etme; o insanların size yönelik teveccühünü kazanma veya yap­tığınız birtakım şeylerin takdir edilmesini bekleme… Buna karşılık belirli ihsanlar elde et­meye çalışma… Bütün bunlar insanların gündelik yaşantısın­da tecrübe ettiği ümit duygusu­nu oluşturuyor. Ancak beklentiler sade­ce bundan ibaret değil. Mesela yaptığı iyi davranışların, ileriye dönük olarak da kendisine bir artı değer olarak dönmesini bekleme veya tam tersine yaşa­dığı birtakım olumsuz tecrübe­ler veya haksızlığa uğradığı za­man bu haksızlıklar karşısın­da hakkının verilmesini bekle­me de söz konusu. Bütün bun­lar insanın beklentilerini oluş­turuyor. Tabii insanın beklenti­leri şuana yönelik olabileceği gi­bi geleceğe yönelik de olabilir. Şuana yönelik beklentiler en basitinden insanın yaptığı bir­takım şeylerin takdir edilmesi, haklarının verilmesi veya kendi­sine bir fayda olarak geri dön­mesidir. Geleceğe yönelik ise, şuanda elde edemediği birtakım şeylerin gelecekte karşılığının elde edilmesi, alınması beklen­tisine dönüşüyor.

İnsan aynı zamanda bir­takım kaygı ve korkularla da iç içe olan bir varlık. Bu çerçeve­de ümidin yanı sıra korku da in­san yaşamında önemli bir duy­gu olarak karşımıza çıkıyor. Ör­neğin olumsuz bir şey yap­tığında bunun kendisine bir olumsuzluk şeklinde dönmesi endişesini duyması… İslam korku ve ümide büyük önem vermekte ve ibadeti, insanın ya­şantısındaki tavır ve davranış­larında, ümitle korku arasın­daki bir itaat olarak açıkla­maktadır. Burada sıradan bir itaatten ziyade hem birtakım menfaatler (Allah’ın rızası vb.) ümit etme hem de O’nun insan­dan razı olmamasından veya ga­zabından endişe duymasın­dan, korkmasından bahsedi­yoruz. Dolayısıyla korku ile ümit arasındaki itaat duygusu ibadet dediğimiz durumu orta­ya çıkarıyor.

Tabii insan yaşamında­ki tüm bu tecrübeler sadece Müslüman bireyin değil insan­lık tarihinde yaşayan bütün bi­reylerin tecrübe ettiği bir şey. Yani aslında bunlar evrensel olan şeylerdir. Bütün insanlar­da sığınma, korkma, zulme ve kötülüğe karşı bir tepki ortaya koyma özelliği; menfaat elde et­me, sevme ve nefret etme duy­guları vardır. Ama bir şekilde bunların gerçekleşmesi veya na­sıl gerçekleşiyor olduğu insan­dan insana, toplumdan toplu­ma, kültürden kültüre değişir ki bu noktada da inançlar, gelenek – görenekler, toplumdaki genel kabuller ön plana çıkar.

Sorunuzun ikinci kısmı­na geçersek; Peygamberler bu beklentinin neresinde veya bu beklentiyi ne kadar karşılıyor? Hz. Âdem’den (as) itibaren Hz. Muhammed’e (as) kadar geçen peygamberler silsilesi içerisin­deki rollerine baktığımızda peygamberler, insanlara Al­lah’ın dininin tebliğcileri, tem­silcileri olarak bu dinin temel özellikleri olan hususları anla­tan elçilerdir. Allah’ın dininin te­mel özelliklerine kısaca baka­cak olursak bunu da birkaç ana noktada özetlemek müm­kün: İlk insandan itibaren Al­lah’ın dininin en temel özellik­leri tevhid akidesidir, adalet il­kesidir ve ahlaktır. Tevhid de­diğimiz şey, yalnızca Allah’ın ilah olarak, tek üstün güç ola­rak kabul edilmesi ve insan ya­şamının merkezine alınması; O’na hiçbir şeyin bu konuda ortak koşulmaması ve insanın bütün tavır ve davranışlarının, bütün tutumlarının kısaca bü­tün ibadetinin yalnızca Allah için olmasıdır. Adalet ve ahlak prensipleri de insanın bireysel ve toplumsal yaşamına tevhi­din açılımını sağlar.

Bu mesajları sunan pey­gamberler, insanların günlük yaşantılarında hemen her gün tecrübe ettikleri işte o ümit ve korku arasındaki duygu ve dav­ranışla bununla yakından iliş­kili olan beklentileri doğru yön­de temellendirmeye ve bu yön­deki beklentileri karşılamaya çalışmıştır. Yani insanın yaşa­mındaki beklentilerinin yanlış birtakım rehberliklerle, yanlış yollarla dumura uğramasını, in­sanı yanlışlara yöneltmesini peygamberler, engellemeye ve onlara doğru reçeteler sunarak o beklentileri yönden karşıla­maya çalışırlar. Ama tevhidi merkeze almayan insanlar bu beklentileri yanlış yollardan karşılamaya çalışırlar.

Tarih boyunca gördüğü­müz gibi çoğunlukla peygam­berlerin hayatında insanların önemli bir kısmı maalesef pey­gamberlerin bu davetlerine, kendilerine ilettikleri mesajla­ra kulak tıkamışlar, karşı koy­muşlar hatta bunlardan bir kıs­mı peygamberleri öldürme, top­lumdan kovma veya dışlama yo­luna gitmişlerdir. Genel olarak bakıldığında insanlık tarihi peygamberlerin tebliğ ettikleri hakikat yanlıları ile bunun karşısında olanların mücadelesin­den ibarettir.

Anlatımınıza gö­re insanın beklentileri ve ça­baları anlamında ümit ve kor­ku dengesi önemli bir nokta olarak belirginleşiyor kanaa­timce. Kurtarıcı düşüncesi arızi ve menfi bir şey midir?

Kurtarıcı fikri bütün in­sanlık tarihinde görülmekte­dir. Bunu çok basit bir örnekle ifade edeyim: Kendi yaşantısı içerisinde altından kalkama­dığı hemen her konuda insan­lar genelde bir kurtarıcı bek­leme yoluna gitmişlerdir. Diye­lim ki, günlük yaşantısında bir sıkıntısı var ve bunu çözemi­yor. Kendi çözemediği zaman birileri çıksın, şu anda ya da ilerde bu sorunu çözsün diye beklemiştir. Herhangi bir zu­lümle, adaletsizinde karşılaştı ve hakkını alamıyor. Biri gelsin de o hakkını kendisine versin diye beklemiştir insanlar. Veya bir iyilik yapmıştır ama bu iyili­ğin değerini ya da karşılığını görmemiştir -ya da görmediği­ni düşünüyordur- bir şekilde birileri bunun karşılığını ken­disine versin diye beklemiştir. Ama bütün bu beklentilerinde ölüm sonrası bir yaşamda bu­nun karşılığını almak yerine şu anki yaşantısında birileri gel­sin ve bunun karşılığını versin diye beklemişlerdir ki bu da in­sanlarda kurtarıcı düşüncesi­nin temelini oluşturmaktadır.

Tabi bu kurtarıcı dü­şüncesi birçok bağlamda olabi­lir; ahlaki, siyasi, dini anlamda veya ulusal-etnik anlamda ola­bilir.

Bu inanma biçi­mi veya beklenti, kadim inançların hangisinde daha köklü bir yer tutuyor?

Hemen hemen dünyadaki bütün inanç sistemlerinde ve dinlerde bir kurtarıcı bekleme fikri var. Tarihsel açıdan en ka­dim geleneklerden ortaya çı­kan en yeni inanç sistemlerine kadar hemen hemen tamamın­da, örneğin Hristiyanlık’ta, Ya­hudilik’te, Hinduizm’de, Bu­dizm’de, Çin dinlerinde, yerli kabile geleneklerinde, Aztekler, Mayalar ve İnkalar’da, Orta­doğu dinlerinde bir şekilde var. Her din biraz da kendi inanç sistematiğine, kendi teolojisi ve­ya hakikat öğretisine göre bir kurtarıcı fikri ortaya koymuş, kutsal metinlerinde buna yer vermiştir. Aynı şekilde yaygın halk inançlarında kurtarıcı fik­ri üzerine sayısız mitoslar üre­tilmiş ve sayısız beklentiler bu çerçevede dile getirilmiştir.

Ele aldığımız mefhum mehdi, Mesih… gibi çeşitli biçimlerde adlandırıl­makta… Bu bağlamda farklı dinlerin de (Yahudi, Hıristi­yan, Müslüman) hemen tama­mında böylesi inanışların or­tak olduğundan ve farklı isimlendirmelerini aynı olguya işaret ettiğinden bahsedebilir miyiz? Örneğin “Mesih” ile “mehdi” kavram olarak aynı şeye mi tekabül etmektedir.

Kurtarıcı bekleme açısın­dan bütün dinlerdeki beklenti­nin özü aynıdır; hepsinde za­man kötüye gitmektedir, ahla­ki, siyasi, sosyal ve hatta doğal şartlar kötüye gitmektedir ya da daha dinî bir ifadeyle ‘ahir zaman’ yaşanmaktadır. Öyle ki kötülük, inançsızlık, felaketler gittikçe artmaktadır ve bütün bu zifiri karanlığın sonunda bir kurtarıcı gelecek, adeta düğ­meye basacak ve o kurtarıcıyla birlikte bir anda bu kötü gidiş son bulacaktır. Ve bu kurtarıcı ile tabiri caizse bir altın çağın, inançlılığın, verimliliğin, huzu­run, refahın, düzenin, barışın kapıları aralanacaktır ve dün­yada yeniden bir iyilik dönemi tesis edilmiş olacaktır. Bu açı­dan baktığımız zaman bu motif bütün dinlerdeki beklentinin özünü oluşturuyor. Ama kurta­rıcıya verilen isimler, kurtarıcı­nın içimliği, cinsiyeti, şekli- şemaili ve nerden çıkacağı gibi şeyler dinden dine farklılık arz eder. Kurtarıcıya verilen isimle­re baktığımızda bütün bu isim­lerin o dinin kendi kavramla­rından türetilmiş olduğunu gö­rürüz. Mesela Yahudi ve Hıristi­yan geleneğinde ‘Mesih’ kavra­mı kullanılmıştır; çünkü Mesih zaten Kitab-ı Mukaddes’in, özellikle de Eski Ahit’in (Hıristiyanlar tarafından Yahudi kut­sal metnine verilen isim) özel­likle üzerinde durduğu bir kav­ramdır. Mesih, ‘yağlanmış İçişi’ demek. Yani bir bakıma ‘seçil­miş, takdis edilmiş kişi’ de­mektir ki, ‘Mesih’ ya da ‘Meşıh’ kavramı İbranicede krallar ve bazı peygamberler ile bazı se­çilmiş şahsiyetler için kullanı­lan özel bir isimdir. Örneğin Yahudi kutsal kitabında Yahudileri Babil Sürgününden kurta­ran İran’ın putperest kralı için bile “Mesih” ifadesi kullanıl­maktadır. Burada kendisi için ‘Mesih’ ifadesi kullanılan İran kralının Yahudi olmaması ger­çekten dikkat çekicidir.

İslam geleneğine baktı­ğımızda ise, mehdi teriminin ön plana çıkarıldığını görürüz. Mehdi, hidayet kökünden gelen bir kavram; yani yine İslam’ın kendi içerisinden türetilen bir kavram. Diğer dinlere baktığı­mız zaman; Zerdüştlükte ‘saoşyant1’ terimi kullanılır ki o Zerdüşt’ün manevi oğlu olarak da nitelenir. Sabiilik’te “son kral” anlamına gelen ‘Praşai Ziva kavramı kullanılıyor. Sabiilere göre zaman sona yaklaş­tıkça savaşlar, mücadeleler artacak ve beklenen kurtarıcı kötülüğe karşı son bir savaş yürütecek. Bundan dolayı da adı son kral. Bu örnekleri ço­ğaltmak mümkün… Yani her din ismi kendi kültüründen ve­ya dinî literatüründen hareket­le türetiyor.

Bir diğer önemli husus da şudur: Örneğin siyahî yerli kabileler hiçbir zaman bir be­yaz Mesih/kurtarıcı beklemi­yorlar. Çinliler hiçbir zaman çe­kik gözlü olmayan, sarışın ma­vi gözlü bir Mesih beklemi­yorlar. Hatta şu da ilginçtir; Hı­ristiyanlığın beklediği Mesih, haliyle tanrı oğlu İsa’dır. Ama Batı Hıristiyan sanatına baktı­ğımız zaman onlar da İsa’yı sarı saçlı, mavi gözlü falan resmedi­yorlar. Niye? Çünkü Kuzey veya Batı Avrupa’da yaşayan insan­lar kendileri gibi bir kurtarıcı bekliyorlar. Demek istediğim herkes Mesihin şeklini, ismini hatta cinsiyetini kendi anlayışı­na göre yeniden dizayn ediyor.

Bunu neye bağla­yabiliriz Hocam, sizin de bah­settiğiniz şekilde kendi dı­şındaki dünya ile alakalı çağ kötüye gidiyor, ahlaki yozlaş­ma aldı başını gitti vs. şeklin­de tespit yapabilen insan ne­den aynı dünyaya yönelik çö­zümü kendisi dışında arıyor?

Sokrates, Platon, Ksenophanes gibi Eski Yunan filozof­ları, Eski Yunan tanrıları pan­teonunu yorumlarken, insanla­rın kendi yapılarına, görünüm­lerine ve niteliklerine uygun tan­rılar ürettiklerine dikkat çe­kerler. Zeus örneğin; güçlü, kudretli bir kraldır. Afrodit gü­zel bir kadındır. Zeus’un karısı Hera, kıskanç bir kadını simge­lemektedir. İşte insanlar hep kıskançlık, güçlülük, çirkinlik, güzellik gibi kendi özelliklerin­den hareketle tanrılar ya da tan­rıçalar üretmiştir.

Az önce değindiğim gibi, bilinmeyen konusunda pey­gamberler insanların önüne doğru reçeteler sunuyor. Elin­de doğru reçete, doğru bir hi­dayet rehberi olmayan insan ne yapıyor; kendi tecrübelerinden hareketle birtakım beklentile­rini karşılamaya çalışıyor. Ken­di tecrübeleri nedir? Kendi duy­guları, düşünceleri, hasletle­ridir… Mesela, günümüzde te­levizyon sinema dünyasında bir Heman, Superman tipleri­ni düşünün. Aslında bu, Ame­rikan toplumsal yapısının üret­tiği bir süper insan modelidir. Bir bakıma süper kurtarıcılar­dır bunlar. Ama bu kurtarıcılar referanslarını tamamen Ameri­ka toplumundan alırlar. Tüm bu çizgi filmlerle insanlar için­deki duygu ve düşünceleri dışa yansıtmaktadır aslında. Dola­yısıyla bunları sadece bilim kur­gu veya fantezi türü bir şey ola­rak düşünmemek lazım…

“Kurtarıcı dü­şüncesi” büsbütün olumsuz bir şey midir yoksa olumlu yanları var mıdır?

Olumsuz veya olumlu, ne­yi kastettiğimize bağlı. Biz, İslami gelenekten, bilhassa Kur’an’dan hareketle şunu biliyo­ruz: Bütün peygamberler kendi yaşantılarında insanlara tevhid, adalet, ahlak gibi bir takım ilkeleri vazetmişlerdir ama za­man zaman insanlığın geleceği­ne yönelik birtakım şeyler ko­nusunda da insanları uyarmış­lardır. Mesela yaklaşan kıya­metle, hesap günü ile insanları uyarmışlardır. Cennet veya ce­hennem konusunda insanları bilgilendirmişlerdir ve insanla­ra ‘ayağınızı denk alın’ demiş­lerdir. Bundan dolayı Allah’ın insanlara öngördüğü inançlar arasında Allah’a imandan son­ra ikinci sırada ahirete iman gelmektedir. İman esaslarının birbirinden adeta ayrılmaz iki temel kıriteridir bunlar. Ve ahi­rete iman o kadar güçlü bir şe­kilde vurgulanır ki, burada in­sana verilmek istenen temel me­saj, ahiretin mutlaka yaşanacak bir tecrübe olduğu ve dola­yısıyla şu anda ayağını denk al­ması gerektiğidir. Peygamber­lerin yine insanlara yönelik ver­diği gelecekle ilgili bilgiler içeri­sinde kendisinden sonra Al­lah’ın insanların arasından bir­takım uyarıcılar göndereceğini müjdelemesidir. Bu da geleceğe yönelik bir mesajdır. Biz Hz. Peygamber’in şahsıyla ilgili Kuran ifadelerini biliyoruz. Hz. Peygamber’den önceki resulle­rin kendi mesajlarında onu müjdelediklerini ve adının Ah­met olacağını bile söyledikleri­ni biliyoruz. Yani dolayısıyla as­lında Hz. Peygamber’in önceki bir takım vahiy metinlerinde ge­leceğinin müjdelenmesi. Tabii bu dediğim ilahi vahyin çerçe­vesinde bir bilgilendirme. Yok­sa peygamberler geleceği ke­sinlikle bilmez. Çünkü Allah di­yor ki: “Sen onlara de ki: Ben gaybı bilemem. Ben sadece Rabbimin bana bildirdiğini bili­rim.” Yani onlar vahyin kendile­rine bildirdikleri kadarıyla ge­leceği bilirler. Bundan dolayı da peygamberler aldıkları va­hiy çerçevesinde Hz. Peygam­ber’i müjdelemişlerdir. Bu yö­nüyle, insanlara bu dini anlata­cak, onları doğruya kavuştura­cak ve bu dinin mücadelesini verecek olan bir şahsın müjde­lenmesi farklı bir şey. Bu diğer dinlerdeki kurtarıcı beklentisi gibi bir şey değildir.

“Kurtarıcıyı bu kategori­de de düşünebilir miyiz?”. Ba­zıları bu yönüyle değerlendir­mek istiyor. Böyle düşünecek olursak o kurtarıcı zaten geldi. O, Hz. Peygamber’di. Geldi, in­sanlara mesajı anlattı ve her peygamber, her insan gibi vefat etti. Onun mesajı, örnekliği ve getirdiği din ise şu an geçerli ve kıyamete kadar da bu özelliğini sürdürecek.

Bu inancın bizdeki köklerini irdeleyebilir miyiz biraz… Peki, İslâm bu inancı beslemiş midir? Pey­gamberlerin, İslâm inancının cevabı ne olmuştur sizce?

Bu konuda Kur’an’da çok önemli iki ayet var: “Bir kavim kendini değiştirmedikçe biz on­ları değiştirecek değiliz.” Bu­nun bize verdiği mesaj şudur: Siz kendinizi değiştirmedikçe Allah sizi değiştirmez. İki yerde geçen bu ayet, İslam’ın, diğer dinlerde var olduğu tarzda kur­tarıcı bekleme düşüncesinin önündeki en büyük cevabıdır. Çünkü kurtarıcı bekleme dü­şüncesinde şöyle bir mantık var: “Şu anda insanlar öyle bir ortamda yaşıyorlar ki kötülük gittikçe ayyuka çıkıyor, ahla­ken, inanç olarak hatta hatta doğal olarak felaketler birbiri­ni izliyor. Ama ileride, yakın bir tarihte birisi gelecek ve insan­ları adam edecek. Diyecek ki ‘Dur ey kötülük!’. Kötülüğe kar­şı bir savaş yürüterek ahlakı getirecek, inancı ve inananları yeniden egemen kılacak ve hat­ta doğal dengeyi düzeltecek.” Bu kurtarıcı bekleme fikri sa­dece ahlak veya inançla ilgili de­ğil. Birçok gelenek diyor ki me­sela, “kurtla kuzu kardeş ola­cak, hiç kış mevsimi yaşanma­yacak, her zaman bahar ola­cak, depremler tamamen bite­cek, yeryüzünde müthiş bir bol­luk olacak…”. Yani doğal düzen bile iyi yönde değişecek diye bekliyorlar. Oysa Kur’an-ı Ke­rim bize ne diyor: “Siz kendini­zi değiştirmedikçe Allah sizi dü­zeltecek değil”. Yani insan ken­di yaşadığı ortama bizzat ken­disi müdahale ederek, tabiri caizse taşın altına elini sokup kendisi kötülüğe ve yanlışa dur diyerek hareket etmezse ilahi bir irade aleme müdahale edip de insanlığı düzeltmeyecek. Cenab-ı Hak bize bunu belirtiyor. Ve bu iki ifade kesinlikle kurta­rıcı bekleme düşüncesinin, bir Mesih veya mehdi fikrinin as­lında Kur’an-ı Kerim tarafın­dan onaylanmadığını, Kur’an’ın buna kapıyı kapadığını gösteri­yor.

İkinci bir nokta şu; gele­ceğe yönelik beklentiler inanç esasları içerisinde çok önemli­dir. Bu yüzden dedik ya ahirete iman Allah’a imandan sonra en sık vurgulanan iman esasıdır. Kur’an-ı Kerim’in hiçbir yerin­de “Biz bir kurtarıcı gönderece­ğiz. Gelecekte birisi gelecek, şu­nu düzeltecek” gibi bir ifade kesinlikle yok. Kur’an-ı Kerim Hz. Peygamberle ilgili olarak ‘peygamberlerin mührü, son peygamber’ yani ‘hatem’ün- nebi’ ifadesini kullanıyor. Kur’an son vahiydir, insanlığa ileti­len son mesajdır. Daha da önemlisi Kur’an-ı Kerim’de ne di­yor; “Bunu biz indirdik biz ko­ruyacağız”. Kıyamete kadar ba­kidir yani. Dolayısıyla Kur’an’ın, kıyamete kadar baki olan Al­lah’ın valiyi olması, O’nun me­sajının kıyamete kadar geçerli olması, Hz. Peygamber’in âlem­lere rahmet olarak gönderilme­si ve son peygamber olmasını yan yana koyduğumuz zaman artık Hz. Peygamber’den sonra yeni bir kişinin Allah tarafından gönderilmeyecek olduğu sonu­cuna ulaşırız. Gönderilmesine gerek de yok, ihtiyaç da yok. Şa­yet gönderilecek olsaydı  Kur’an-ı Kerim o konuda bize bilgi verirdi. Kaldı ki Allah bahsetti­ğimiz iki ayette de diyor ki: ken­diniz adam olursanız ben sizi düzeltirim yoksa sizi kesinlikle düzeltmem.

Kur an böyle de­mesine rağmen Kur’an’ı anla­mak ve yaşamakla mükellef olan Müslümanların birço­ğundan da bahsettiğiniz kurt­la kuzunun kardeş olması tü­ründen söylemlere rastlaya­biliyoruz. Hatta buna ciddi ciddi inanılıyor. Kur’an’a gö­re iman etmiş bir insanın bun­ları dillendirmesini nasıl de­ğerlendiriyorsunuz? Az önce tarihsel köklerine değindik lâ­kin biraz da rivayet temelin­de konumuzu ele alırsak; in­sanların böylesi inanışlara ve beklentilere meyletmesinde rivayetlerin etkisi ne boyutta­dır?

Bizde bu Mesih ve mehdi beklentisi İlci ayrı beklenti şek­linde gerçekleşiyor. Biliyorsu­nuz Mesih ayrı mehdi ayrı. Me­sih, Hz. İsa’nın yeniden yeryü­züne gelecek olmasıyla ilgili bir beklenti. Mehdi de Hz. İsa’dan farklı olan ama Hz. İsa ile bir­likte yeryüzünde mücadele ede­cek olan ikinci bir şahsiyet ola­rak düşünülüyor. Aslında aynı özelliklere sahip olmakla bir­likte ikisi birbirinden ayrıştırı­lıyor. Bu beklentilerin en önemli kaynağı ise bir takım ha­dis metinleridir.

Mesih’le veya Mehdi’yle ilgili beklentilerin İslam’ın er­ken dönem tarihinde Hicaz böl­gesi civarında yaşayan Yahudiler, Hıristiyanlar, Mecusiler ve Sabiiler gibi farklı inanç men­subu insanların inançlarında çok önemli yer tuttuğunu bili­yoruz. Mesela Yahudilikte Mesih’in geleceğine iman, iman esaslarından bir tanesidir. 13 maddelik Yahudi amentüsünden bir madde “Mesih’in gele­ceğine iman ederim!” şeklinde­dir. Hıristiyanlıkta Mesih’e iman ise dinin özüdür zaten. Bı­rakın iman esaslarından bir maddeyi, bütün iman esasları­nın özüdür. Mesih’e iman – ki Mesih İsa’nın kendisine verilen isimdir- onun ölmediği, hiçbir zaman ölmeyeceği -çünkü tan­rının oğludur- yeryüzünde öl­müş olsa da yeniden dirilip göğe çıkmış olduğuna imandır. Ve yeniden gelecektir. Hıristi­yanlık buna Mesih’in İkinci Ge­lişi ya da paraousia inancı adı­nı veriyor. Bu Hıristiyan ilahi­yatının en temel hususlarından birisidir. Mesih’in şuanda Ba­ha’nın sağ tarafında oturuyor ol­duğu ve uygun bir zamanda ye­niden yeryüzüne gelip insanları yargılayacak olduğu düşüncesi çok önemlidir. Bu yargılama­dan sonra altın çağın başlaya­cağına inanılmaktadır.

Aynı şekilde Mecusi­lik’te Saoşyant inancı çok güçlü bir şekilde mevcuttu. Ve Sabiilik’te de ‘son savaşçıdedikleri Praşai Ziva inancı mevcut. Yani bütün bu toplumlarda ama özellikle de Hıristiyanlık ve Ya­hudilikte bu inanç vardı. Ve İs­lam, işte Hz. Peygamber’in vefa­tının hemen sonrasında Suri­ye’de, Mısır’da, Filistin’de, İran’da ve Anadolu’dan kuzey Af­rika ülkelerine kadar yayıldı­ğında buralarda yaşayan halk bu inanç sistemlerine bağlı du­rumda. İslam egemenliğiyle birlikte bu insanlar bir şekilde ya Müslüman oluyor ya da İs­lam egemenliğinde yaşayan bi­rer birey haline geliyor. Din değiştirmek gömlek değiştirmek gibi basit bir şey değil. İnanç değiştirmek gerçekten çok zor bir şey. Ve insan eski inanç­larını, eski kabullerini ve red- lerini kolay kolay değiştir­miyor. Hatta bazen bilinçdışı olarak bunların etkisi insan üzerinde devam ediyor. Öyle ki mesela insan bir dinden başka bir dine girdiği zaman eski inancına ait izleri, yorum­ları, gelenekleri oraya taşıyor. Örneğin bu çerçevede Yahudi ve Hıristiaynlığa ait çeşitli un­surlar İslam geleneğine taşın­mış, hatta tefsir kaynaklarına sirayet etmiştir. Bundan dola­yı tefsirde bizim ‘israiliyyat’ de­diğimiz çok önemli bir alan or­taya çıkmıştır ki o da şudur; Kur’an’ın, kendilerine göre açık bıraktığı, bilgi vermediği konu­ları Yahudi ve Hıristiyan mater­yaliyle doldurmak. Yine Kısas-ı Enbiya adı verilen, peygamber­lerin kıssalarını konu alan ki­taplara baktığınız zaman ente­resan şeylerle karşılaşırsınız. Diyelim ki Hz. Yahya ile ilgili Kur’an’ın  verdiği bütün bilgileri toplasanız birkaç cümleyi geçmez ama Hz. Yahya ile ilgili koca bir kitap yazılmıştır. O ko­ca kitap hangi bilgiler kullanı­larak derleniyor? Yahudi ve Hı­ristiyan literatüründe ne kadar bilgi varsa alınıp dolduruluyor.

Özellikle mehdi ile ilgili hadislerin zayıflığı dikkati çe­kiyor. Ama Mesih ile ilgili ha­dislere baktığımız zaman Buhari, Müslim gibi birçok kay­nakta da geçiyor bu hadisler. Sahih hadis kaynakları olarak bilinen kitaplarda geçmesine rağmen bu hadisleri sadece se­net yönünden değil içerik yö­nünden ve o hadislerin muhtevasının siyasi ve sosyal açıdan bizlere neyi anlattığıyla ilgili analizler yaptığınız zaman çok ilginç şeylerle karşılaşıyorsu­nuz.

Bu hadislerde geçen coğ­rafi terimlerle siyasi imada bu­lunulan kavramlar ve isimler bize bu metinlerin ait oldukları döneme ilişkin ilginç ipuçları veriyor. Örneğin bazı metin­lerde Şam geçiyor, İstanbul ge­çiyor, Yemen, Sana geçiyor. Ba­zı hadislerde Mesihle ilgili olarak Ümeyye Camii’nden ve Şam’dan bahsediliyor. Ak Mi­nare’den bahsediliyor. Oysa Şam, Hz. Peygamber dönemin­de henüz Hıristiyan bir mer­kez ki o dönemde Ümeyye Ca­mii diye bir cami yok ve bu ca­minin olduğu yerde bir kilise var. Yanında da Romalılar dö­neminden kalma bir putperest tapınak… Şimdi niçin Ümeyye Camii veya niye Şam? Bunun cevabı çok ilginç gerçekten. Çünkü biz biliyoruz ki Şam Emeviler döneminde Muaviye ile birlikte bir devlet merkezi haline geliyor. Niye İstanbul? Neden bazı metinlerde geçtiği gibi İstanbul’un kuşatılması? Çünkü Emeviler döneminde iki defa İstanbul’a yönelik sefer söz konusu. İşte bütün bunları analiz ettiğimiz zaman aslında bu hadisler bize ait oldukları dönemin siyasi atmosferi ile il­gili bilgiler veriyor. Bütün bun­lar bir tarafa, kimi metinlerde Mesih veya mehdi tanımlama­ları yapılırken adeta nokta ta­nımların (boyu, rengi vs.) yapıl­mış olması göze çarpıyor. Bun­dan dolayı da biliyorsunuz ta­rihte bir sürü Mehdi ve Mesih çıkmıştır piyasaya. Ki hatırlar­sanız Türkiye’de benim bildi­ğim Mesihlik iddiasıyla ilgili en son konuşulan isim Hasan Mezarcı’ydı. Ama ilginçtir; Mesih’e inanan hiçbir insan Haşan Mezarcı’ya inanmadı. Neden ina­nılmıyor bu da ilginçtir.

Tarihte buna benzer bir­çok Mesih veya mehdi vakası yaşanmıştır. Belirli hadisler ön­ce üretilmiştir ve hemen arka­sından belirli  tip insanlar ben Mesih’im ya da Mehdi’yim diye piyasaya çıkmıştır. Dediğim gi­bi bu tür hadis kaynakları bu yaygın beklentilerin en önemli referansını oluşturuyor. Ama ondan da önemlisi, İslam’ın ya­yıldığı dönemlerde insanlar za­ten buna inanıyor. Yani Hıristi­yan, Yahudi, Maniheist, Sabii, Mecusi kültürün yerleşik bir ge­leneği var zaten. Dolayısıyla in­sanlar alıp bu geleneği devam ettiriyor.

Hz. Ömer’in Hz. Peygamberin vefatı ertesinde hüznünden “o ölmedi, geri ge­lecek” şeklindeki çıkışıyla, Pavlus’un Antakya’da insan­lara ‘İsa ölmedi, geri gelecek’ şeklindeki söylemi ve bu söy­leminin çok hızlı bir şekilde yaygınlık kazandığını göz önünde bulundurursak, in­sanların böylesi bir şeyi umut etme veya kendileri için önemli birinin ölümünü kabul­lenmemeye yönelik psikolo­jik durumları, bu inancın çok hızlı bir şekilde kabullenil­mesi ve yaygınlık kazanması­na sebeptir diyebilir miyiz? Ve bahsettiğimiz İsrailiyyat’ın krıtiksiz kabul edilmesinde bu durumun etkisi nedir?

Bence sadece o psikolojik yöne bağlamamak lazım. Ama Hıristiyanlarda Antakya ce­maati ve Pavlus’un Hz. İsa ile il­gili yorumlarında bu var. Zaten önceki kültürlerde insanların, belirli yarı ilahi ya da ilahi fi­gürlerin yeryüzünde bedenleştiği, bir müddet yeryüzünde ya­şadığı ama yeryüzündeki ya­şamlarının sonu olan ölümle­rinin sadece sanal bir ölüm oldu­ğu, çünkü onların gerçekte ölümsüz olduğuna inanılmakta­dır ve öldükten hemen sonra tekrar dirilip göğe çıktığı ve ile­ride tekrar geleceği yönünde bir yönleri var. Eski Roma veya Yunan vatandaşı Hz. İsa’nın ya­şadığı dönemde Sezar adını ver­dikleri imparatorları için bu bahsettiğim şeye inanıyorlar. Bundan dolayı zaten Sezarlar öldüğünde hemen onun heyke­lini yapıp tapmakta bir köşeye koyup tapınmaya başlıyorlar. Çünkü o tanrı olduğu için zaten ölümsüz. Yeryüzüne sadece ila­hi bir misyonu insanlara anlat­mak için gelmişti, onu anlattı, ayrıldı. Ama o ölmedi gerçekte.

Haliyle bu düşünce, özellikle Antakya cemaatinin Hz. İsa’nın vefatı sonrası dö­nemde Hz. İsa ile de ilgili böyle bir yorumda bulunmalarına re­ferans oldu. Ama tabi bunda şu­nun da etkisi var; insanlar Hz. İsa’ya, o gelecekti ve her şeyi dü­zeltecekti şeklinde bağlanmış­tı. Aslında gerçekte Yahudilerin beklediği Mesih O’ydu. Yahudi­lerin beklediği Mesih Hıristi­yanlıktan şu yönüyle farklı idi; Yahudiler diyorlardı ki “Bir Me­sih kral gelecek!”. Nasıl bir kral?  Davut gibi bir kral. Hatta Davut’un soyundan olacak. Ge­lecek, İsrailoğulları’nın başına geçecek ve tekrar kahraman bir kral olarak bütün düşman­larını ayaklar altına alacak.

Dünyevi bir oto­rite yani…

Tabii. Böyle bir kral gele­cek diyorlardı ve bundan dola­yı da Mesih beklentisi Yahudi­likte çok güçlüdür, ki hala çok güçlü. Şimdi de diyorlar ki: ‘Me­sih gelecek, İsrail’i kuracak, Arz-ı Mev’ud’a bizi döndüre­cek, düşmanlarımızı affede­cek’

Mesela şu an Ameri­ka’da bazı Siyonist teşkilatlar var ve bunlar ilginçtir İsrail’e karşılar. Neden karşılar? Siyo­nist olmadıklarından falan de­ğil. Şundan dolayı karşılar; bunlar diyorlar ki “İsrail’i Me­sih kuracaktı. Siz Mesih öncesi kurdunuz ve Mesih’in gelişini geciktirdiniz”. Dolayısıyla bun­larınla din dışı bir şey. Bundan dolayı karşı çıkıyorlar. Yoksa zavallı Filistinlileri orada ezi­yorlar, topraklarını alıyorlar di­ye değil.

Burada Hıristiyanların en azından bir kısmı Yahudile­rin bekledikleri bu Mesih’in Hz. İsa olduğunu düşünüyordu. Hatta bundan dolayı ona İsa Me­sih adı verilmişti ki, Mesih ‘kut­sanmış, takdis edilmiş’ demek. Ve bu anlamda sadece gelecek­te kral olarak geleceklere değil, peygamberlere de verilen bir isimdir. Mesela Kur’an-ı Kerim de ‘İsa Mesih’ ismini kullanır. Ama Kur’an’daki kullanım onun seçilmiş bir peygamber ol­duğundan dolayıdır.

Ve onlar tabi hayal kırık­lığına uğradılar; Hz. İsa’nın genç yaşta üstelik ansızın ölü­mü ve mesajının umulduğu ka­dar yaygın alanlara ulaşmama­sı ciddi bir hayal kırıklığı oluş­turdu. Ve bu hayal kırıklığıyla onlar ‘Hayır o ölmedi’ demeye başladılar. Bu defa Romalıla­rın, Yunanlıların kendi putpe­rest inançları çerçevesinde ürettikleri yeryüzüne gelip bedenleşen, ölen ve tekrar dirilip göğe çıkan kurtarıcı motifini İsa’ya giydirmeye çalıştılar. Hz. Peygamberin (as) vefatı hadi­sesinde Hz. Ömer’in tavrında da Hz. Muhammed’in (as) geri geleceği argümanı görülüyor ve bu tavır sanki Hıristiyanların Hz. İsa ile ilgili inançlarına ben­zer bir yaklaşım gibi görünüyor ilk bakışta. Çünkü Hıristiyanlar, Hz. İsa’nın geri gelecek ol­duğuna inanıyor. Ama Hz. Ebubekir orada ne diyor; ‘Hayır!’ di­yor ve ‘Muhammed ancak bir in­sandır. O ölür veya öldürülürse gerisin geri mi döneceksiniz?’ ayetini okuyor. Nitekim Hz. Ömer bu olayı anlatırken de ‘Vallahi o anda o ayeti sanki ilk defa duyuyor gibiydim.’ diyor.

Yeri gelmişken, beklenen Mehdi hususunda Sünni ve Şii inanışındaki or­tak yönden bahsedelim ister­seniz. Şia’nın buraya yakın kayıp imam inancı konu­muzla örtüşmekte midir?

Tabi bu mehdi, Mesih ve­ya bir kurtarıcı beklentisi top­lumdan topluma farklı etkilere sahip olmuştur. Örneğin bir­çok toplumu bu beklenti pasifize etmiştir. Nasıl? Diyelim ki şurada bir kötülük olmuştur. Çıkıp diyor ki ‘boşver sen, bı­rak. Zaten mehdi gelecek, kur­tarıcı gelip onu halledecek. Ben niye uğraşayım’. Bu, insanları atalete itmiştir. Adeta ‘Biz ken­di işimize bakalım, sosyal yapı­dan elden geldiği kadar el-etek çekip kendi münzevi yaşantımıza bakalım. Nasıl olsa mehdi gelecek’ düşüncesine itmiştir birçok toplumu. Hıristiyan münzeviliğinde de böyle. Mese­la onlara göre de ‘İsa Mesih ge­lip zaten insanları yargılaya­cak. Dolayısıyla bu dünyada çok fazla şey yapmanın anlamı yok.’ Tabii bunu besleyen birta­kım inançlar da var. Bunlardan biri de ‘herkes altında yaşadığı otoriteye itaat etsin. Tanrı’dan kaynaklanmayan hiçbir otorite yoktur. Kim otoriteye karşı çı­karsa Tanrı’ya karşı gelmiş olur. İsa Mesih geldiği zaman bütün otoriteleri onlardan alıp kendi elinde toplayacaktır.’ Bundan dolayı Hıristiyanlık ta­rihinde çoğu zaman toplumlar pasifize edilmiştir.

Ama bazı toplumlarda da tam tersine bu inanç bir ba­kıma toplumları diri tutan, on­lara aktivite kazandıran bir inanç olmuştur. Ehli Sünnet ile Şia arasındaki karşılaştırmayı yaptığım zaman ben bunu gö­rüyorum. Ehli Sünnet’te Mesih-Mehdi beklentisi toplumu pasifize eden bir beklenti ol­muştur. Şia’da ise tam tersine toplumu canlı tutan bir beklen­ti olmuştur. Neden derseniz? On ikinci imam beklentisi şunu içeriyor; kayıp imam (mehdi-i muntazar) gelinceye kadar ona uygun ortamı hazırlamakla yü­kümlüyüz. Yani bütün bu Ayetullah-i uzmalar ve din kurum­larının görevi on ikinci kayıp imam gelinceye kadar vaziyeti idare etmek ve ortamı ona uy­gun hale getirmektir. Dolayı­sıyla bu Şia kültüründe müthiş bir radikalizme ve aktivite orta­mının oluşmasına ortam hazır­lamıştır.

Kayıp imam beklentisi zaten Şia’nın genel siyasi gö­rüşleriyle yakından ilişkili olan bir beklentidir. Çünkü Şia için başlangıçtan beri yönetim/idare işi, sadece Müslümanların seçimleriyle veya Müslümanlar arasındaki en liyakat sahibi kişinin başa geçmesi şeklinde değil de verasetle ve vasiyetle belirlenen bir şeydir. Verasetle belirlenmiştir, işte Hz. Peygam­ber soyu. Vasiyetle belirlenmiş­tir çünkü Hz. Peygamber bizzat vasiyet ediyor onlara göre. Şia, Hz. Peygamber’e yönelik ’Rabbinin sana indirdiğini insan­lara beyan et ve bu konuda in­sanların kınamalarından kork­ma’ ayetinin aslında Hz. Ali’nin Peygamber’den sonra işbaşına geçmesini içeren bir ifade oldu­ğunu düşünmektedir. Dolayı­sıyla böyle ilahi bir belirleyici­lik yani bir nass yönü olduğunu da söyler.

Nass diyorsunuz da Hocam, biraz daha detaylandırırsak; bunu nasıl temel­lendiriyor?

Burada bunun nasıl te­meli olabilir ki? Diyor ki ‘Bu ayetin nüzul sebebi o idi. Bundan sonra Peygamber Hz. Ali’nin elini tuttu ve dedi ki: Ali bendendir, ben Ali’denim. Kim Ali’ye şöyle yaparsa bana yap­mış olur, Kim bana şöyle yapar­sa Ali’ye yapmış olur” diyor.

Rivayetlerle te­mellendirme noktasında Ehli Sünnet ve Şia’nın farkı yok gibi ?

Farkı var tabii. Ehl-i Sün­net genelde hadislerle temel­lendiriyor. Gerçi ayetlerle de çok dolaylı yoldan temellendirmeye çalışıyor. Hz. İsa ile ilgili işte o ‘Yahudiler onu öldürdük astık dediler. Onlara öyle göste­rildi. Oysa gerçekte Allah onu kendi katma yükseltti’ ayetini veya ‘’İsrailoğulları’ndan hiç kimse yoktur ki ölümünden önce ona iman edecek olmasın.’ gibi ayetleri bağlamlarından da kopartarak dolaylı yoldan delil göstermeye çalışıyor. Yani Ehl-i Sünnet’te de var Kur’an’dan delillendirmeye çalışma. Sonuçta hem Ehl-i Sünnet’te hem Şia’da, inancı bir şekilde dini nasslarla temellendirme argü­manı var. Ama bütün bunların gerçek anlamda birer sündürmeden, zorlanarak yapılan bi­rer tevilden ibaret olduğunu gö­rüyoruz.

Ehl-i sünnet-Şia ayrımı yapmadan İslam âle­minin bugünkü durağanlığıy­la ilgisi var mıdır?

Doğrudan bir ilişki yok ta­bii. Ehl-i Sünnet içerisinde bu beklenti genel anlamda bir pasifizme yol açtı dedim ama yak­laşık 1500 yıllık İslam tarihini gözümüzün önüne getirelim. Örneğin Emeviler, Abbasiler hatta Osmanlılar dönemi gibi bir çok dönemde Miislümanlarda böyle bir pasifizm, katı kaderci bir anlayış yok. Fütu­hat hareketlerini düşünün; Müslümanlar Endonezya’ya, At­las Okyanusu’na kadar gitmiş. Siyasi yönden mükemmel yapı­lar oluşturmuşlar. İlmi yönden doğayı anlama, doğayı işleme gi­bi konularda birçok ilklere im­za atmışlar. Düşünce yönün­den büyük işler yapmışlar. Bü­tün bunları yabana atmamak la­zım. Dolayısıyla geneline baktı­ğımız zaman ne Ehl-i Sünnet’te ne Şia’da böyle bir atalet yok. Ama kendi içerisinde baktığı­mız zaman bu inanç, Ehl-i Sün­net’te zaman zaman ortaya çı­kan kaderci anlayışlara bir ge­rekçe de olmuştur.

Hocam, biraz Hı­ristiyanlığın nasıl inandığı üzerinde duralım… Hıristiyanlarda durum hiç de kuru bir beklenti şeklinde değil gibi? Ve hep dillendirilen bir şey; Batı teknik vs. olarak çok ile­ride ve tabiata/eşyaya yaklaşı­mı da “güç” merkezli; bu an­lamda bir Batı kibri ve müstağniliği söz konusu. Bunun karşısında ise aşağılık komp­leksine sahip ve kendisini güçsüz kabul eden bir kitle var. Bu iki grubun “kurtarıcı bekleme” tavırları aynı mı ola­caktır?

Dediğim gibi Hıristiyanlık içerisinde kurtarıcı bekleme fikri çok önemli olan bir temel. Hatta Hristiyanlık’ın en temel beklentilerinden biridir bu. Çünkü yeniden İsa’nın geleceği fikrini bir taraf bırakırsanız Hı­ristiyanlık çöker. Çünkü Hristiyanlık’ın en temel tezi şudur; ‘İsa gelecektir; yeryüzüne gel­diği zaman da önce kötülüklere karşı mücadele verecek, kötü­lükleri alt edecek ve sonra tüm insanlar diriltilecek. Haşir de­diğimiz şey de yeryüzünde ola­cak. İsa insanları yargılayacak. Kötülerin hepsi yok olacak ve iyilerle birlikte bin yıllık bir Me­sih dönemi başlayacak. Ve bu bin yıllık Mesih dönemi sonun­da yeryüzü yok olacak, İsa ve ona inanan iyiler hep birlikte cennete gidecekler, Tanrı’yla birlikte olacaklar.’

Tabi bu beklenti Hıristiyanlar içerisinde farklı kilise müntesipleri arasında farklı farklı tutumlara sevk etmiştir insanları. Günümüzden örnek verecek olursak; Katolikler bi­reye karşı kiliseyi ön plana çı­karmışlardır. Ve toplumda, önemli ölçüde papalık kurumunun ve kilisenin hiyerarşisine dayalı bir yapı öngördükleri için bu beklentiye yer vermekle -çünkü tüm Hıristiyanların a- mentüsünde vardır bu beklen­ti- birlikte dünyevi yaşamda da­ha ziyade kilisenin insanlar üze­rindeki hiyerarşik etkisini gö­zetmişlerdir.

Ama Protestanlara bak­tığımız zaman, onlarda birey önemlidir. Birey önemli olduğu için bireyin kendi beklentileri ön plana çıkmıştır. Ancak Pro­testanların reform kiliseleri de­diğimiz kiliseleri içerisinde de bu beklenti sadece bireysel bir beklenti olmasının ötesinde bir ahlak sistemine dönüşmüştür. Örneğin Max Weber modern Ba­tı toplumunun oluşumunu ve gelişimini Protestan ahlakına bağlar. Kısmen doğruluk payı var bunun. Çünkü bu reform kiliseleri ‘İsa-Mesih gelecek ve tanrının krallığını başlatacak yeryüzünde. O yüzden bize bi­rey olarak düşen görev yeryü­zünü tanrının krallığına hazır hale getirmektir. Bunun için de daha ahlaki temellere dayalı bir toplum yapısı kurmalıyız, iş ahlakını geliştirmeliyiz, kurumlarımızı tesis etmeliyiz ve yeryüzünü tamamen hazır hale getirmeliyiz.’ Bu inanç ciddi an­lamda Batı toplumlarında sos­yal kalkınma ve sosyal kuram­ların uygun bir şekilde teşek­külünde bir dinamizm oluştu­ruyor. Yine Protestan gruplar içerisinde Evangelistler’de bu beklenti çok daha ön plana çı­kartılan bir beklenti haline ge­tirilmiştir. Ve İsa Mesih’in yer­yüzüne yeniden gelecek olması bir bakıma ona inanan insanla­rın da ölümsüz bir hale gele­cekleri anlamına geldiği için yeryüzünü onun gelişine uygun bir hale getirmek, onun gelişi­ne uygun zeminleri oluşturmak amacıyla Evangelistler’i hare­kete geçirmiştir bu inanç.

Gerek modern çağda üretilen sanal kahra­manların (özellikle çizgi film­lerdeki, superman vs. gibi) kurtarıcılığıyla Yunan mitolo­jisine bir dönüşten bahsede­bilir miyiz? (Fantastik Dört­lü, Truva-Achille, Hector vs.).

Ben de onlara değinecek­tim. Bu konuda da iki uç nokta ortaya çıkıyor. Bu çerçevede mesela bilim kurgu bir taraftan alabildiğine dini motifleri yay­gın bir şekilde işliyor.

Dini motiften kastınız?

Dini motiften kastım, özellikle pagan geleneğe ait bir ta­kım kavram veya değerler. Me­sela Yunan mitolojisini, Roma mitolojisini işliyor. Aynı şekilde Eski Babil, Ortadoğu veya Çin ve Hint mitolojilerini yoğun bir şekilde işliyor, onunla birlikte Hıristiyanlık ve Yahudilik de­ğerlerini işliyor. Mesela özellik­le son dönemde Amerika’da moda olan ve hep kurtarıcı mo­tifini işleyen filmlere dikkat ederseniz hep orada Kitab-ı Mukaddesten isimler veya fi­gürler sanki biraz yeniden stili­ze edilerek konulmuştur. Ama ana mantık hep aynıdır; insan­lık kötüye gitmektedir, müthiş bir felaket insanlığı beklemek­tedir ve bir kurtarıcı çıkar ken­disini feda ederek insanlığı kur­tarır. Ama diğer taraftan Heman, Süperman vb. filmlerde ise tamamıyla daha pagan bir zihniyetten hareketle insanın tanrılaştığı bir motif orada ken­dini gösterir. Ölümsüz, yenil­mez süper insanlar konu edi­nir bu filmlerde. Ve bu da bir bakıma aslında sekülarizmin ve modernitenin ideali olan ‘ölümsüz insan’ motifinin or­taya konmasıdır ki ben Superman vb. filmlerde hep Ame­rikan yaşam tarzının ürettiği ve idealize ettiği insan tipini görü­yorum. Yani en mükemmel, ye­nilemez, her şeye karşı koyan, tüm kötülükleri alt eden ve ken­disi hiçbir zaman ölmeyen in­san tipi. Dolayısıyla aslında bir bakıma Amerikan felsefesinin yansıtılmasıdır bu filmlerin ar­ka planını oluşturan fikir.

Kurtarıcı bekle­me düşüncesinin siyasal alandaki yansımalarına da de­ğinebilir misiniz? Bütün dün­yada olduğu gibi özellikle Tür­kiye’de de son dönemde yaşa­nan siyasal beklentileri “kur­tarıcı bekleme” düşüncesi içinde mütalaa edilebilir mi?

Doğrudan bu inançla onu ilişkilendirmek gerekmiyor ama genel anlamda bir kurtarı­cı bekleme düşüncesi toplu­mun iliklerine sinmiş. İlla bu­nun bir Mesih ya da Mehdi şek­linde somutlaşması şart değil. Bakıyorsunuz herkes diyor ki; Allah birisini gönderse de eko­nomiyi düzeltse, Allah başımı­za birini gönderse de ülkemiz düzeltse, Allah birini gönder­se de şu olsa bu olsa.

En basitinden diyelim ki bir dolmuşa, otobüse biniyor­sunuz ve orada sizi rahatsız eden bir durum ya da mevcut kurallara aykırı birtakım hadi­seler oluyor. Genelde kimse kendisi müdahil olup da bu­nun haksızlık olduğunu söyle­mek yoluna pek gitmiyor ya da gitmek istemiyor. Ama biri çı­kıp dile getirdiği zaman herkes memnun oluyor çünkü kendisi de o rahatsızlığı hissediyor. Hat­ta kimileri zaman zaman : Keş­ke biri çıkıp söylese de şoför se­si kıssa, biri söylese de daha fazla yolcu almasa… Böyle bir bananecilik, nemelazımcılık, aman başımı derde sokmaya­yım düşüncesi var toplumda. Fakat bunun birçok gerekçesi var. Gerekçeyi sadece bu tarz düşüncelere bağlamamak la­zım. Çünkü özellikle içinde ya­şadığımız toplumu düşünecek olursanız; durmadan tokat yiyen bir toplum. Her kafasını kaldırdığında birileri tokmakla kafasına vurmuş. İnsan­lar şunu düşünüyor; Sesimizi çıkarırsak başımıza bir sürü iş gelir. Siyasal, ekonomik açı­dan yaşanan travmalar var, ta­rihsel acı tecrübeler var. Do­layısıyla bu tür şeyleri sadece bunlara bağlamamak lazım. Ama kurtarıcı bekleme zihni­yeti çeşitli açılardan toplumda egemen, bunu da görüyoruz.

Müslümanlar ara­sında yaygın olan peygam­berin şefaatiyle kurtulurum anlayışı nasıl algılanmalıdır?

Kur’an-ı Kerim’in peygamber (as) ile ilgili tanımlamaları­na baktığımız  zaman, Hz. Peygamber’in Allah’ın resulü oldu­ğunu fakat bununla birlikte onun sadece bir insan olduğu­nu söylüyor. Peygamberin di­linden insanlara şu mesajı veri­yor: “De ki: Ben de sizin gibi bir insanım. Gaybı bilemem. Ben sadece bana bildirileni bili­rim.” Buna rağmen ne diyorlar ona; Hadi göğe çık, hadi şunu yap hadi bunu yap… Ne diyor o; ‘benim bunlara gücüm yet­mez.’ yetkisi yok. Ve Allah’ın izninin ötesinde de şefaatte bulunma durumu söz konusu olamaz. Burada şefaatinde kaynağı yine Allah’tır. Kur’an-ı Kerim, tüm bunları açıkça beyan etmiş ta­bi ki peygamber, peygamber ol­ması açısından diğer insanlardan farklıdır. Allah’ın vahyini alan seçilmiş bir insandır. Ama insan olma açısından Peygamber’in diğer insanlardan hiçbir farkı yoktur. Peygamberlik inancı açısından İslam’ın en öz­gün özelliklerinden biridir bu. Ama tabii insanlar bunu bir şe­kilde kabullenemiyorlar. Yani insan istiyor ki aslında Pey­gamber veya Mesih, mehdi gibi insanlar kendisinden farklı in­sanlar olmalı: “Hiç Peygamber senin benim gibi birisi olur mu?”. Nitekim müşrikler o dö­nemlerde diyorlardı: Sen ne bi­çim peygambersin? Çarşıda pa­zarda dolaşan, geçimini sağla­mak için çalışan, ticaret yapan, yemek yiyen, oturan-kalkan bir peygamber mi olur? Peygam­bersen hadi bir göğe çık, yanın­da melekle, kitapla in…” vs. Bu gibi beklentiler vardı.

Burada bize düşen şey şudur: İslam’ın özü olan tevhid, adalet, ahlak gibi ilkeleri insanlara anlatmamız gereki­yor. Allah’ın Kur’an’da vurgula­dığı “Siz kendinizi değiştirme­dikçe Allah sizi değiştirmez”. Burada bakın İslam insan mer­kezli bir gelecek tasavvuru or­taya koyuyor. Bakın bu çok önemlidir. Kurtarıcı merkezli değil, insan merkezli. İnsan merkezli derken de insanın kendi hidayetiyle olan ilişkileri çerçevesinde bir gelecek öngö­rüsünde bulunuyor İslam. Yani siz hidayete ne kadar yakınsa­nız o kadar kurtulursunuz. Do­layısıyla kurtuluş aslında bir yerde kendi çabanıza bağlı de­meye çalışıyor İslam.

Çok teşekkür ede­rim bu güzel söyleşi için.

Ben teşekkür ederim…

Bunları da sevebilirsiniz