Röportaj: Ferhat Koç
Mayıs – Haziran / 2021 / 202. Sayı
Adalet kavramı, tarih boyunca anlaşılmaya çalışılmış, üzerinde çokça konuşulmuş, bununla birlikte kalıba sığmayan yönüyle tanımları delip geçmiş bir kavramdır. Bizler de ele avuca sığmayan, hayatımızı şekillendirmesi gereken adalet kavramını anlamak adına siyaset bilimci Ahmet Okumuş hocaya sorularımızı ilettik. Adalet kavramını anlamaya; tarihsel süreç içinde nasıl anlaşıldığını görmeye ve adalet kavramı ile yakın anlamda kullanılan bazı kavramlara pencere açmaya çalıştık. Bunlarla birlikte adaletin pratik yönünü de göz ardı etmedik. Son olarak ise ‘adalet kavramını nasıl anlamalı’ konusunda tavsiyeler istedik. Sizleri değerli hocamızla yapmış olduğumuz hoş ve bereketli söyleşimizle baş başa bırakırken; adalet teyakkuzumuzun diri kalmasını temenni ederiz.
İnsanoğlunun tarih boyunca arayışta olduğu, anlamlandırmaya çalıştığı bir kavram olarak Adalet, ‘ele avuca sığmaz, çerçeve beğenmez bir mefhum’ olarak görülmekte. Sizce de adaletin belirsiz bir görünümü mü var?
Eski çağlardan beri adalet, faziletlerin zirvesi, erdemlerin en kusursuzu, efdal’ül-fedail olarak görülmüş. Bu derece yüceltilen bir değerin öyle kolay tecrübe ve tatbik edilmesi beklenemez elbette. En fazla yücelttiklerimiz aslında en az erişebildiklerimizdir. Adaleti belki bazı feylesofların kimi fikir ve idealler için söylediği gibi bir tür “düzenleyici fikir-ideal” olarak düşünebiliriz. Bunlar hemen doğrudan tecrübe edilemeseler, gündelik bilgi ve deneyimin doğrudan konusu olamasalar bile yapıp etmelerimize düzenleyici bir ilke olarak yardımcı olur, hal ve gidişimizi değerlendirirken müracaat edeceğimiz kıstasları verirler. Adalet doğrudan deneyimlediğimiz bir nesne değildir ama eylerken ve hüküm verirken başvurduğumuz bir ilke ya da ilke kaynağı gibidir. Ele avuca gelmezliği kıymetini artırır. Bir bakıma ona tüketilemez, temellük edilemez bir nitelik sağlar. Kimse adaleti kâmilen, bitirici bir şekilde, kelimenin mânâsını bütün asır ve kuşaklar için donduracak şekilde önümüze seremez.
Sosyal bilimlerin birçok alanında yapmış olduğumuz ‘klasik ve modern dönem’ ayrımı, ‘adalet’in tanımı ve anlaşılmasında da geçerli midir? Yoksa bunun dışında bir dönem ve dönüm noktaları mı vardır?
Adalet ve adil düzen üzerine düşünme biçimleri söz konusu olduğunda klasikler ve modernler arasındaki ayrımın belli bir karşılığı olduğunu söyleyebiliriz. Klasikler adaleti, hatta bütün bir siyaseti, bir doğru yer ilmi olarak görmüşlerdir. Klasik kozmolojiye göre nasıl ki her nesne kendi doğal yerine temayül eder ise sosyal kozmosta da her kişi kendi doğru yerini almalıdır. Mecelle’de bile bu esasın korunduğunu görürüz: adalet, şeyleri yerlerine koyma işidir. Bugün bile başarılı yöneticiliğin herkesi doğru yerde değerlendirebilmekle ilgili olduğunu biliriz. Bununla birlikte, bahsi geçen klasik tutumun bugüne kıyasla daha durağan, sosyal ve mesleki hareketliliğin görece düşük olduğu zamanlarda gelişmiş olduğunu biliyoruz. Doğru yer tasavvuru biraz da bununla ilgiliydi. Yerleşik konumlar vardı ve o konumlara uygun kişiler gelmeliydi. Bugün içinde yaşadığımız toplumlarsa çok daha karmaşık, ileri düzeyde işlevselleşmiş, hareketliliğin yüksek olduğu düzenler. Ne konumlar o denli sabit, ne de kişiler başladıkları yerde durmak istiyorlar. Adalet beklentisi de bu yeni durum içinde yeni içerikler kazanıyor. Mesela özgürlük ilkesiyle yeni bir eklemlenme içinde tanımlanıyor artık adalet.
Adaletin zıddı ile kaim bir kavram olduğu genel kabul görür. Sizce de adalet ancak zıddı ile izah edilebilir ve anlaşılabilir bir kavram mıdır?
Adaletten bir ideal olarak söz etsek de gündelik deneyimlerimizde ilk karşılaştığımız adaletsizliktir. Adaleti tanıma, bir adalet duygusuna sahip olma sürecimiz, evvela haksızlıklara şahit olma, hatta maruz kalma gibi yollardan geçer. Yetişme sürecindeki çocuğun ilk duyumsadığı da hissettiği doğru olsun ya da olmasın, haksızlıktır. Hatta hınç ve haset gibi menfi duyguların bile adalet duygumuzun pekişmesinde ilginç rolleri olabilir. Bir vaadin yerine getirilmemesi, bir sözleşmeye uyulmaması, ayırımcı muameleler, hak edilmemiş kazanımlar, bizde ölçü sorusunu, hakkaniyet meselesini, adalet bilmecesini uyandırırlar. Bu mânâda tecrübi ve psikolojik olarak önce adaletsizlik vardır diyebiliriz. Adalet, zaten olmuş, gerçekleşmiş bir haksızlığın, bir ihlalin tamir ve telafi ihtiyacı ile gündeme gelir. Adaletin zıddıyla kaim oluşunu belki bu şekilde anlayabiliriz.
18. yüzyıl ve sonrasında adalet kavramının bir takım ek kavramlar ile anlatılmaya çalışıldığını görüyoruz. Sosyal adalet, dağıtıcı adalet, hakkaniyet olarak adalet, denkleştirici adalet vs… Bunların, kavramın anlaşılmasında ne gibi bir etkisi söz konusudur?
Adaleti bu tür nitelemelerle yahut sıfatlarla birlikte sunmak, aslında adaleti asırlar içinde insani etkinliklerin, toplumsal yapı ve pratiklerin dönüşümüne uyarlayarak tatbik etme çabasının bir sonucudur. ‘Dağıtıcı adalet’ belki bunlar arasında en eski olanıdır. Aristo gibi antik düşünürlerin, adaleti alt türlerine tasnif ederken kullandıkları bir kategoridir. Burada adalet evvela bir dağıtım, bir taksim işidir. Bizdeki deyişle “malın ve kerametin taksimi”… Mal, makam, toplumsal konumlar ve onlara iliştirilmiş şeref ve itibar nasıl pay edilecek? ‘Sosyal adalet’ bununla tam olarak örtüşmez, zira daha yakın zamanlarda, modern asırlarda revaç bulmuş bir adalet anlayışını yansıtır. Buna göre adalet, toplumsal refahın hakça paylaşımı anlamında, bir hakka tekabül eder. Adalet artık soyluların, ileri gelenlerin, eşrafın lütuf, ihsan ya da cömertliğinin eseri olamazdı. Yine adalet sadece fitne ve fesada mahal vermemek, düzen ve asayişi sağlamak için toplumun alt tabakalarına verilen bir taviz de olamazdı. Evet, bu yaklaşımları koruyan muhafazakâr çizgiler hep oldu. Yeni yeni gelişen sosyal adalet anlayışına göre ise refah toplumsal bir hak olarak talep edilebilmeliydi. Sosyal adalet, bu belki daha kapsamlı diyebileceğimiz bir paylaşıma işaret ediyordu. Modern iktisadi düzeneklerin ürettiği muazzam servetler üzerinde, kentleşmeyle şehirlerde biriken ve o servetlerin üretiminde bir yeri olduğunu fark eden kesimler hak talep ediyordu. ‘Hakkaniyet olarak adalet’ ise konuya dair geçen asrın ortalarında, biraz da Soğuk Savaş bağlamında geliştirilmiş, esasen meşhur düşünür Rawls’a ait, daha özel, felsefi bir yaklaşıma işaret eder. Buna göre adalet meselesi, bir toplumda en kötü vaziyette olanların, ‘dipte olanların hali ne derece iyileştirilebiliyor’ sorusunda düğümlenir. En zor ya da en talihsiz durumda olanları mümkün olan en iyi noktaya çekebilen bir sistem, en adil sistem olacaktır. Neticede tüm bu farklı nitelemeler, değişen insan ve toplum manzaraları karşısında adaleti işler kılma çabasının tezahürleri olarak görülebilirler.
Cornelius Costoriadis: “Adil bir toplum, ilelebet geçerli olacak adil kanunları benimsemiş bir toplum değildir. Adil bir toplum, adalet sorununun sürekli tartışıldığı, bu sorunun cevabının verilmediği bir toplumdur.” der. Sizce de adalet, kendisine mutlak anlamda ulaşamayacağımız ve sürekli bir yolda olma haline mi denk düşmektedir?
Adaletin ele avuca gelmezliğinden daha önce bahsettik. Adalet, tam ve nihai bir belirlenim kazanamaz, daha çok bir çıta, bir ufuk olarak seviye ve yön gösterir. Somut durumlar ve yapılar karşısında içeriklendirilmesi gerekir. Adaletin nasıl tahakkuk edeceği, tarihi ve toplumsal koşullara göre şekillenir. Bir tarım toplumunda, üretim kalemlerinin, iş kollarının sınırlı olduğu bir ekonomide, mesleklerin çoğunlukla babadan oğula, ustadan çırağa devredildiği, insanların yine çoğunlukla kendi mahalli âlemlerinde başlayıp biten bir yaşam döngüsüne bağlı oldukları, zamanın daha çok devrevi olarak anlaşıldığı bir toplumda adaletin, özellikle dağıtıcı adaletin nasıl tahakkuk edeceği ile endüstrileşmiş (hatta bugün endüstri sonrası) bir toplumda, üretim kalemlerinin, meslek alanlarının çeşitlendiği, toplumsal hareketliliğin arttığı, eğitimin kitleselleştiği, piyasa ekonomisinin işlerlikte olduğu bir toplumda adaletin nasıl tahakkuk edeceği elbette farklılıklar gösterecektir. “Malın ve kerametin taksimi” bir tarif olarak adalet için hâlâ fikir vericidir. Lakin bu bir tariftir ve her tarif gibi biraz şeklidir. Bunun içeriği, ete kemiğe bürünmesi, zamana, zemine göre belirginleşir. Yalnızca maddi kısıtlar ve imkânlar değil, telakkiler de değişir. Yoksulluk hakkındaki anlayışlar zaman içinde dönüşmüştür mesela. Gelir dağılımı ve refahın paylaşımına ilişkin ahlâki sezgilerimizde yeni unsurlar ortaya çıkmıştır. Yine de temel bir sezginin adalet anlayışımızın sabitesi olarak kaldığını söylemek mümkün olabilir: keyfî ayrımların kabul edilemezliği. Adaletin yapı taşı bu temel sezgimizdir. Arkadaşımız gayret ve zekâsıyla bizden daha iyi bir not alırsa bu farkı kabul edebiliriz. Fakat aldığı not bir kayırmacılığın sonucu ise bunu kabul edilemez, gayrimeşru buluruz. Aramızdaki farklar, eşitsizlikler, meşru gerekçelere dayanıyorsa bunları bir yere kadar kabul edebiliriz. Farklar ve eşitsizlikler keyfî karar ve tutumların sonucu olduğunda, onları kabul etmekte zorlanırız. Bu itibarla, adalet en nihayet meşru eşitsizliklere dair bir bahistir.
Adalet ile eşitlik arasında nasıl bir ilişki vardır sizce? Eşit dağıtım, eşitlik, eşit haklar gibi modern kavramlar konusuna da bu bağlamda değinebilir miyiz?
Adalete ilişkin tarifler eski çağlardan beri eşitlik üzerine kuruludurlar. Adalet bir tür eşitlik yahut denkliktir. Burada kastedilen aritmetik eşitlik olmamıştır hiçbir zaman. Nisbî eşitliktir kastedilen. O nedenle Aristo, “eşitlere eşit muamele et” demiştir. Adalet bir bakıma eşitlik hakkıdır. Eşit isek eşit muamele bekleriz. Bu demektir ki eşit değilsek eşit muamele beklememeliyiz. İşte adaletten anlaşılan bu olmuştur: denkliği gözetmek, eşitlere eşit muamele etmek. Bu itibarla adalet bir orantı işidir, doğru oranları kurma meselesidir. Bu, aynı zamanda mutlak eşitlik muhal anlamına gelir. Genel anlamda ve her düzeyde (aritmetik) eşitlik aramak nafiledir. Bu nedenle, tersinden söylersek, adalet kabul edilebilir eşitsizliklere dair bir doktrin olmuştur her zaman. Meseleyi şu şekilde koymak da mümkün: her adalet tasavvuru aslında bir eşitsizlik tasavvurudur. Adalet, meşru eşitsizliklere dair bir tartışmadır. Tam ve mutlak eşitlik âlemde muhal ise şayet, eşitsizlik nasıl ve hangi oranda meşrulaştırılabilir? İşte adaletin asıl sorusu…
Adaletin, bireyde aranan bir erdemden toplumda ve devlette aranan bir niteliğe doğru evrildiğini görüyoruz. Bu iki yaklaşım farklılığını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aslında bu ikisi hemen daima birbirlerinin tamamlayıcı parçaları gibidirler. Adil olmayan, iyi düzenlenmemiş bir toplumda adil fertler aramak beyhude olacaktır. Diğer yandan, fertlerin adalet duygusu güçlü değilse, adil bir toplumun ortaya çıkmasını da bekleyemeyiz. Bir tür adalet paradoksu var karşımızda sanki. Bu nedenle, her toplum, haksızlık üreten, insaf ve hakkaniyete uymayan fertlerini caydıracak usul ve düzenlemelere sahiptir. Yine de adalet üzerine yazılanlara baktığımızda, yeni zamanlarda ilginin artan oranda toplumsal yapı ve sistemlere kaydığını görüyoruz. Bu biraz da kişinin kendi elinden çıkmamış olan, içine doğduğu, kendisinin seçmediği ama içinde yaşamak zorunda olduğu yapıların ürettiği açmazlara karşı kişiyi kollamak gerektiği fikrinden kaynaklanır. Hayata başlangıç koşullarımızı seçemiyor, yerimizi önceden belirleyemiyoruz. Öyleyse, kişiye adalet mesuliyetini yüklemeden önce, kişinin içinde yetişeceği düzeni mümkün olduğunca adaletli kılmamız gerekmez mi? Bu yaklaşımın insan doğasına dair iyimser bir tavırdan kaynaklandığını da söylemeliyiz. Buna göre insan özünde iyidir, onu adaletsizliğe sürükleyen, içine doğduğu koşullardır. Evvela koşullar iyileştirilmelidir. Neticede, kimilerinin sanıyorum haklı olarak işaret ettiği üzere, adalet; modern zamanların yegâne kamusal erdemidir. Yani kamu gücüyle, zor araçlarıyla temini meşru sayılan yegâne fazilet adalettir. Diğer erdemleri de toplumsal teşvik ve ayıplama gibi çeşitli yollarla yerleştirip sürdürürüz belki ama adaletsizliği defedip ihkak-ı hak talep ederken doğrudan kamu gücüne başvururuz. Kimseye basiret zerk edemeyiz. Kimseyi kibar olsun, nezaket göstersin, sabırlı davransın, cesur olsun diye zorlayamayız. Adaleti sağlamak gerektiğinde ise otoriteleri işe çağırabilir, zora müracaat edebiliriz.
Modern dönem devlete gelene kadar, kralın, sultanın, padişahın adil veya adaletsiz olduğundan bahsedilir ve yönetici devletle özdeş kabul edilirdi. Sultan Süleyman adaleti, Ömer’in adaleti gibi… Modern devlette de yöneticiden ziyade devlet tüzel kişiliğinin adaletsizliğinden bahsedilebiliyor. Sahibi olmayan, ortada kalan bir ‘adaletsizlik’ söz konusu oluyor diye düşünüyorum. Dolayısıyla adil olmayan yönetici değil, sistemin kendisi, dendiğinde yönetici sınıfı hatta bu adaletsizlikte payı olup olmadığını bile görmeyebiliyor. Bu durumu siz bir siyaset bilimci olarak nasıl izah edebilirsiniz, nasıl görüyorsunuz? Bunun temelinde yatan asıl saikler neler?
İnfaz emrini veren ile infazı uygulayan her zaman ayrı kişiler olmuştur. Lakin modern siyasi yapıların, tüzel kişilikler, hükmi şahsiyetler olarak örgütlenmesi, daha açık konuşursak, modern anlamda devletin şu ya da bu gerçek/biyolojik kişi ile özdeşleşmek yerine, soyut, tüzel, hükmi bir kişi/fail olarak kurumsallaşması, söz konusu mesafeyi genişletmiştir. Karar alıcılar yine de somut insanlardır ama iktidar onların bedenleriyle özdeşleşmez. Karar alıcılar ile uygulayıcılar arasına geniş ve karmaşık bir bürokratik ağ girmiştir. Bu da iktidar sahiplerini, işin kiri ve mesuliyetinden zaman zaman uzakta gösterir, onların dahlini ve sorumluluğunu perdeler. Oysa kararı alanlar yine de onlardır.
Adaleti merhamet çapulculuğundan korumanın gerekliliğinden bahsediyor Muhammed İkbal Lahori. Merhametle adalet arasında nasıl bir ilişki ve denge söz konusudur sizce? Birinin diğerini olumsuz etkilediği nokta ve durumlar söz konusu mudur, bu ilişkinin sağlıklı bir zeminde işleyebilmesi için hangi noktalara dikkat edilmeli?
Kimi düşünürler (mesela Hume) adaleti, hesapçı, kıskanç bir erdem olarak tarif ederler. Gerçekten de adalet bir pay etme işi olduğundan, kişinin hissesi konusunda dikkatli ve uyanık olmasıyla ilgilidir biraz da. Payını iyi hesap etme işidir. Bu nedenle, adaletin fevkinde, adaletten daha üstün erdemler yok mudur diye sorulduğunda, yine hemen her zaman muhabbet ve merhamet gibi duygular öne sürülmüştür. İslami gelenekte de mesela başkasını kendine tercih etme anlamında bir “isar” kavramı vardır. Yine İslam ahlâk ve siyaset düşüncesine dair eser veren çoğu bilginin, sevgiyi, muhabbeti, birlikte yaşamanın en tabiî rabıtası olarak incelediğini görüyoruz. Bu duygular, adaletin kıskançlığını törpüler ve dengeler. Yine de “muhabbet havassın işidir” diyenleri unutmamalı. Yani muhabbet ve “isar” herkesin harcı değildir, ahlâken üstün ya da seçkin ruhların kârıdır. Bunlar bizi vazife ve mükellefiyetlerimizin üstünde, daha yüce tutumlara davet ederler ama işte o tutumları bir haslet haline getirebilmek çoğumuz için zordur. Payından vazgeçmek kolay iş değildir. Fetva-takva meselesine de benzer biraz bu. Dahası, merhamet, hoşgörü ve muhabbet gibi duygular adaletin üstünde olabilseler de daima adaletin süzgecinden geçirilmelidirler. Bir düşünür (Ricoeur) buna “normun eleği” diyor. Temel normları çiğnemek sevgi adına bile olsa tehlikelidir. Sevgimiz, merhametimiz, asabiyemiz, bağlılık ve sadakat duygumuz, ciddi hatalar karşısında bizi kör edebilir. Merhamet, hakkaniyeti ihlal eden bir kayırmacılığa dönüşebilir. Sevgimizle çarpılır, sadakatimizle hakka girmiş olabiliriz. Öyleyse, merhametin adaleti dengelemesi gibi adaletin de merhameti haklı sınırlar içinde tutması gerektiğini söyleyebiliriz. Buna dayanarak bugün kimi ahlâkçılar “adil hoşgörü”, “adil cömertlik” ya da “adil merhamet” gibi terkipler içinde işlerler konuyu. Merhamet evet ama adil mi? Cömertlik tamam ama hakça mı? Sadakat iyi fakat gözler açık mı?
Nisa süresinin 135. ayetinde “Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için şahitler olarak adaleti ayakta tutun…” denir. Bu ve benzeri ayetlere baktığımızda, Rabbimizin bizden istediği adaleti ayakta tutmak ne demek sizce?
Aklıma tam olarak hatırlayamadığım o çöl hikâyesi geliyor. Çölde seyahat etmekte olan bir adam, yolculuğun ortasında bir yerde, yolda kalmış, yorgun düşmüş birinin yardım isteğiyle karşılaşır. Atından iner ve dinlenip kendine gelebilmesi için yerini yardım isteyen adama verir. Fakat bir miktar ilerledikten sonra yardım isteyen adam atı mahmuzlar ve üzerindekilerle birlikte hızla oradan uzaklaşmaya başlar. Bunu gören at sahibi, kaçan adamın arkasından yalvarırcasına: “Sakın bu yaşadığımızı kimseye anlatma!” diye seslenir. Şaşıran kaçak “Niçin anlatmayayım?” diye sorduğunda ise ona şu cevabı verir: “Anlatacak olursan bir daha kimse yolda kalmış birine yardım etmez.” Bir hassasiyeti ayakta tutmak, ona şehadet etmek, herhalde bu tür bir vakar ve incelik gerektiriyor.
Sanırım dünyadaki tüm dinler ve ideolojiler, adaleti savunmak ve ayakta tutmak iddiasına sahiptir. Peki, sizce adaletin bir ideolojisi veya dayandığı bir din var mıdır?
Daha önce sözünü ettiğimiz üzere adalete dair neredeyse evrensel diyebileceğimiz bir temel sezgiye sahibiz: keyfî ayrımlar olmasın. Ama işte bir farkın keyfî olup olmadığını belirleyen, eşitsizliklerin meşruiyet sınırlarını çizen, dünya görüşleri ve ideolojilerdir. Keyfî olan ile meşru olanı ayırt edenler bunlardır. Bir ırkçı için, aşağı gördüğü ırka ayrı bir hukuk uygulamak adaletle çelişmez. Bir sosyalist için, özel mülkiyeti kollayan bir hukuk rejimi adil olamaz. Kimi liberaller için, serveti yoksulların yararına vergilendirmek, kazanç üzerine haksızca çökmek sayılır. Adalet sezgimiz ortak bir çekirdek gibi orada dursa da onun tezahürü ve somutluk kazanması, fiili sonuçlar üretmesi, benimsediğimiz dünya görüşü ve ideolojiye göre farklılıklar gösterir.
Şöyle bir kanaate siz de aşinasınızdır: Halkının çoğunluğu Müslüman olan coğrafyalarda ‘adaletsizlik diz boyu iken’, ‘modern ve seküler Avrupa gibi ülkelerde’ adalet çok daha ileri noktalardadır. Kendini İslam’a nispet eden yönetim ve yöneticiler adalet konusunda sınıfta kalırken, kendini Hıristiyanlığa bile nispet etmeyen yöneticiler halkına adalet konusunda daha iyi bir ortam sunmaktadır. Bu kabulle ilgili size bir kaç soru sormak istiyorum: Birincisi şu: Bu durumu siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Yani adalet-din bağlamıyla mı bu olaya bakmalı yoksa başka bir boyutu mu var görünen durumun? Bir diğeri, yöneticileri ve halklarının çoğunluğu Müslüman coğrafyaların ‘adalet terazisinde’ ağırlık basmamaları ne ile ilgilidir? Sonuncusu da: Üst bir başlık olarak Batı ülkelerinin bu konudaki gözle görülür başarısı ne ile izah edilebilir?
Bu aslında belki ömrümüzü verdiğimiz o büyük sorunun ifade edilme biçimlerinden biri olarak görülebilir. Neden olmuyor? Yıllar önce Şerif Mardin’in “Cumhuriyet’in (ya da diyelim cumhuriyet modernleşmesinin) bir toplumsal sözleşme fikri var mıydı?” diye sorduğunu hatırlıyorum. Toplumsal sözleşmenin bizde zayıf olduğu açık. Cemil Meriç’in deyişiyle “temel tezatlarımız” çözülebilmiş değil. Yaralar hâlâ açıkta. Hatta kimine göre gerçek mânâda bir toplum bile olamadık. Türkiye bir cemaatler sergisi ki burada kastedilen dini cemaatlerden çok ideolojik kamplar. Kaynaşamıyor, bağdaşamıyoruz. Rövanş isteyen bir toplumsal-siyasi hareketlilik yazgımız olmuş adeta. Modernleşmenin hâlâ sindirilememiş dinamikleri var. Birkaç yıl önce Bilim ve Sanat Vakfı’nda bir panelde gündeme getirdiğimiz üzere norm oluşturamıyoruz. Ortak ve hepimizi bağlayan normlar maya tutmuyor. Bizde düstur sanki hep “surda bir gedik açtık, mukaddes mi mukaddes” şeklinde. Her kesim surda kendi namına bir gedik açmanın peşinde. Açıp alabileceğini koparıp almanın… Peki ama surlar yıkılınca ortada korunaklı bir ortak yaşam alanı kalır mı? Daha ötesi, Müslümanlarda derinlere sinmiş bir kaybetmişlik şuuru, ciddi bir özgüven eksikliği görülüyor. Korkular, kaygılar… Çok şey kaybettik, aman eldekini koruyalım kaygısıyla gelişen tepkici yaklaşımlar, meseleleri serinkanlı, ağırbaşlı bir tavırla ele almaktan bizleri alıkoyuyor. Bildik tepkiler, asırlık ezberler, basmakalıp iş yapma biçimleri konfor alanımız haline geliyor. Tarih ve gelenekle ilişkimiz çarpık. Müslümanlar hâlâ kendilerini önümüzde belirmeye başlayan yeni dünya için tarif edebilmiş değil. Korkmayabilsek, özgüvenimiz olsa, bu çarpılmışlıktan belki kurtulabiliriz.
Bütün devletler hukuklarını adalete yaslamaya çalışmaktalar. Adaleti tesis etme iddiası ile hareket ederler; bunlara Hitlerin Almanya’sı Stalin’in Rusya’sı da dâhil. Peki, nasıl oluyor da adaleti tesis etme iddiası ile kurulan hukuk, adaletsizliğe yol açan bir sürece evrilir?
Totaliter yönetimleri inceleyen bazı bilginlerin gösterdiği üzere o tür rejimlerde hukuk, hak sözcüğüyle olan dil bağına rağmen, bir haklar nizamı olmaktan çıkar, bir tasallut aracına dönüşür. Bazen buna “pusu hukuku” deriz. Hukuk burada ihkak-ı hakk için değil, rejimin ötekileştirdiklerine pusu kurmak için vardır. Bu bakımdan zaten ona hukuk denemez. Bahsi geçen rejimlerin şu veya bu hukuk ya da adalet ilkesine değil, başka türden bir yasa anlayışına bağlı olduklarını biliyoruz. Nazi Almanya’sında ırk (biyoloji) yasaları, Sovyetler’de tarihin yasaları… Bunlar devreye girdiğinde bildiğimiz anlamda yasalar sakıt olur. Mesele burada hukukun bir düzey üstüne çıkmıştır artık. Bu artık rejim sorunudur ki o da antik siyaset düşüncesinden beri temel ve uzun bir bahis olmuştur.
Son olarak bugün biz adalet kavramını nasıl anlamlandırmalıyız? Bu arayışı nasıl şekillendirmeliyiz?
Biraz genel ve müphem de olsa söyleyeceğim şudur: devleti kutsayan bir yaklaşım yerine, hak ve halk merkezli bir düzeni aramalıyız. En azından idrakimizi devletçi yanılsamalardan korumalı, politik şuurumuzu egemen düzenin köreltici etkilerine karşı diri tutmalıyız. Bir toplumsal-siyasi manzarayı dondurmak, onu ebedileştirmek, nafile ve zararlı bir girişimdir. Adalet katılaşmaya direnir.
Selam aleyküm dergi ve özelliklede en son dergi Adalet konusu enine boyuna işlenmiş evet bu kavramı anlatmaya kelimeler yetmez demiş yazar gerçekten öyle her bir yazar farklı bi yönünü anlatmış….bugun hayatımızın bir çok alanın da eş geçilmiş bi değer kavram sıfat…
Rabbim hakkıyla anlayıp kusananlardan eylesin
…..kalemlerine yüreklerine sağlık yazarların…Rabbim hep riziklanmayi nasip etsin