Türk toplumunun, genel olarak ‘fikir üretme’ noktasında çok parlak bir sabıkasının olmadığı söylene gelmiştir. Bu durumun, bugün böyle olduğu gibi, geçmişte de pek farklı olmadığına dair yaygın bir kanaat vardır. Özellikle Arap kavminin gösterdiği performansla yapılan kıyaslamalarda Bir,Türklerin üretkenliğinin “tali” boyutlu olduğu sıklıkla dinlendirilmektedir. Buna göre, temel İslami ilimler de dahil olmak üzere, Türkler, orijinal eserler verememişler; sadece ‘uygulayıcı’ olabilmişlerdir. Peki bu yaklaşım doğru mudur? Ya da bu değerlendirme ne oranda isabetlidir?
Öncelikle ifade edilmelidir ki, bu konuda, ‘kavim’ bazında bir değerlendirme yapmaktan kaçınmak gerekir. Çünkü eğer herhangi bir kavim, düşünce veya eylem başka kavimlere göre daha performanslı ise, bunun asli nedeni, o kavmin kendine özgü vasıtaları değil, ‘performans’ı etkileyen faktörlerdir. Bunların başında da ‘bilinçli yönelimler’ gelir inanç sistemleri, ideolojiler, dinler vesaire bu kapsama girer. ‘Altyapı’ olarak ifade edilen faktörler ise, belirleyici değil etkendirler. Ekonomik ve sosyal faktörler bu kapsama girerler. Bir başka ifadeyle, kavimlerin performansını, onların kavmi özellikleri veya ‘altyapı’ faktörleri değil, bilinçli tercihlerin ürünü olan ‘çalışmaları’ (yani sa’yleri) belirler. Odaklanılması gereken nokta da burasıdır.
Bu bağlamda, Arap kavmi ile Türk kavmi arasında bir kısa değerlendirme yapmak mümkündür. Eğer Araplar, İslam’ın yayılışı sürecinde iyi bir performans sergilemişlerse, bunun basit izahı, hiç kuşkusuz İslam’dır. İslam’ın bu kavmin performansını “top” noktaya çıkarmış olmasıdır ki, Araplar, İslami ilimlerin yanı sıra, ilmin diğer dallarında da, o dönemin en performanslı kavmi olmuşlardır. Fakat bu, onların Arap olması hasebiyle değil; bu performansı gösteren kavim olmaları nedeniyledir. Yani, rahatlıkla: “İslam olmasaydı, Araplar o dönemin “süper gücü” olamazlardı” denilebilir. Bu noktada İbn-i Haldun’un teorisinin (veya benzeri ‘asabiyetçi’ teorilerin) isabetli olmadığını söylemek gerekmektedir. Arapların performansını, kureyş’in asabiyetin belirlediğini iddia eden ibn-i Haldun, aslında ciddi bir yanılgı içindedir. Çünkü bu asabiyet belirleyici olsaydı, İslam’dan önce arapların aynı performansı göstermesi gerekirdi ki, tarih bunun böyle olmadığını yazmaktadır. Doğrusu, Kureyşlileri bir araya toplayan şeyin, Kureyş’in asabiyeti değil, İslam olduğudur. İslam sayesinde, dağınık Kureyş kabileleri birlik olmuşlar. (Ali İmran:103) ve daha sonra da birkaç asır süren “küresel güç” pozisyonunu elde edebilmişlerdir. Fakat yine İslami hassasiyetin giderek zayıflaması sonucu( Maide:54) bu pozisyonlarını kaybetmişlerdir. Arapların yerini ise, daha sonraları Türkler almıştır. Önceleri Mevali statüsünde Arapların hizmetinde bulunan Türkler, miladi 10 asırdan sonra sergiledikleri performansla üstünlüğü ele geçirmişlerdir. Fakat bu da, Türklerin Türklüklerinden kaynaklanan bir şey değildir. Müslüman olduktan sonra gösterdikleri performans, onları bu pozisyona taşımıştır. Ve sanıldığı gibi, Türkler, o dönemden sonra, sadece uygulayıcı pozisyonunda olmamışlar, ‘fikir üreten’ şahsiyetler de yetiştirmişlerdir.
Ancak burada kavimleri yarıştırıcı bir yaklaşımdan sakınmak gerekir. Yapılması gereken, bir dönem Araplar arasında büyük isimler çıkarken, bu isimlerin daha sonra niçin Türkler arasından (veya başka kavimler arasından) çıktığı sorusuna cevap bulmaktır. Bilindiği gibi ilk dönem ilim merkezleri, Basra, Küfe, Hicaz, Yemen, Bağdat gibi Arap şehirleri iken, daha sonra Doğu illeri (yani Türk illeri) önem kazanmış ve Semerkant, Taşkent, Buhara gibi merkezler ilmi performans sergilemişlerdir. Farabi, İbni Sina ve Biruni gibi ilim adamları da bu merkezlerde yetişmişlerdir. İlim merkezinin tarihsel dönemler içerisinde yer değiştirmesinin nedeni, yine kavimlerin gösterdikleri ‘performansla’ alakalıdır. Bu ise öncelikle, ideolojik yönelim ortaya çıkardığı ‘içsel dinamizm’ in sonucudur. Bir kavim bu dinamizmi kaybetmeye başladığında, mutlaka o boşluğu bir başka kavim doldurur. Yeni gelen kavim de, bu yeni pozisyonunu, esas itibarıyla, kendi çalışmasının sonucu olarak elde eder.
‘Çalışma’nın (sa’yin) belirleyiciliği hususunda altı çizilmesi gereken bir diğer nokta da, ‘yönelimle istikrar’dır. Malum olduğu üzere, medeniyetlerin oluşma (ve çöküş) süreçleri insan ömrü ile sınırlı değildir. Bir medeniyetin mücessem bir varlık olarak ortaya çıkışı dahi, birkaç nesil alabilmektedir. Bu noktada, “belirli bir hedefe doğru kitlesel yönelim” önemlidir. Bu yönelim sonucunda, kavimler içerisinde, ilmin her alanında önemli ve seçkin şahsiyetler çıkacaktır. Yönelim kitlesel değil de ‘bireysel’ nitelikte ise, bu, o kavmin performansının düşük olduğunu gösterir. Böylesi kavimler, tarihte iz bırakacak işler yapamamışlardır. Peki bu yönelimi sağlayacak olan şey nedir? Bu önemli sorunun cevabını, ilmi yetkinlik, örgütlülük, dayanışma bilinci vesaire gibi kavramlarda aramak mümkündür, ancak daha merkezi bir kavram vardır ki, asıl cevap ondadır. Bu kavram, ‘iman’dır. Hepimizin bildiği “inanıyorsanız, üstünsünüz” (Ali İmran 139) ayetini de bu çerçevede anlamak gerekir. Ameli ortaya çıkaran şey, ‘iman’dır. Pratiği, Teori belirler. Sa’yin kökeninde de sağlam bir inanç vardır. Dünya tarihinde, bütün büyük işler başarmış kişiler, yaptıkları işe inanan kişilerdir. Ve inanç sağlam olduğunda, o inancın inşa ettiği binada sağlam olur.
İnancın sağlamlığı ise, elbetteki “ilm” ile bağlantılıdır. Sahih ve sağlam bir “ilm” temeline dayalı olmayan hiçbir inanç binası, uzun süre ayakta kalamaz. Doğrudur, batıl inançlarla da, insan eylemlerini yönlendirmek mümkündür. Fakat bu ilanihaye devam edemez. Denilebilir ki, Hristiyanlar, Budistler, Yahudiler (ve tabii Modern Seküler Batı Uygarlığı) yüzlerce yıl batıl inançları ile yaşamışlar ve devletler (hatta medeniyetler) dahi kurabilmişlerdir. Evet, bu inançların sahipleri de bina yapmışlardır; fakat burada önemli olan, bu binaların, sert rüzgarlar karşısında yanıp-dayanamadıklarıdır. Bu inançların hiçbiri, ‘ilm’ kriteri karşısında tutunamamıştır. “İnsanların çoğunun iman edenlerden olmayışı” vakıası (Rad:1), imanın hakk oluşu gerçeğini değiştirmez. Hakk, hakikat olduğunu her yerde ispatlayacak güçtedir. Hakk yoksa, batıl vardır. Fakat “Hakk geldiğinde, batıl zail olur” (İsra:81).
Bu genel ilkeler çerçevesinde baktığımızda, Türklerin bugünkü performansının için ‘düşük’ olduğunu açıklamak da kolaylaşmaktadır. Demek ki Türkler, bugün ‘gereğince’ (yani Ali İmran:139. ayetin istediği manada) ‘iman’ etmemektedirler. Etselerdi, bu iman, onların düşünce alanında da başka alanlarda da performanslarına yansırdı. Demek ki bugün Türklerin ‘yönelimi’ başka yerdedir. Ve bu yerler, onları ‘üstün’ kılacak yerler değildir! Daha açık bir ifade ile, bugün Türkler, tarihte kendilerini ‘seçkin’ bir pozisyona oturtan asıl değerlerinden uzaklaşmışlardır. Diğer Müslüman kavimler gibi, onlar da, modern değerlerin kurtarıcılığına inandırılmışlardır. Osmanlı Devleti’nin son yüzyılında Osmanlı aydınının zihni, batılı kavramlarla şekillenmiştir. Cumhuriyet, bu şekillenmenin üzerine kurulmuştur. Modern Batı’nın değeri ise, Türklerin gelenekten getirdikleri değerlerle uyumsuzluk göstermektedir. Bu uyumsuzluğu ‘sentez’le gidermenin ise imkanı yoktur. Burada bir ideolojik (veya dinî) tercih yapılmak durumundadır. Ya Modernite tercih edilecek ya da gelenekten tevarüs edilen değerlere bağlılık devam edecektir. Dönemin bütün )Müslim-Gayrimüslim) kavimleri gibi, Türklerin seçkinleri/elitleri de, ağırlıklı olarak moderniteyi tercih etmişler ve böylece modernite, “düşünsel üstünlüğü” ele geçirmiştir. Ardından da, doğal olarak, modernitenin politik kurumları Osmanlı bakiyesi topraklarda tesis olunmuştur. Bu yönelim, kaçınılmaz sonucunu nasıl verdiyse, şimdi yeniden İslam’a doğru bir yönelim için de aynı yolun izlenmesi gerekmektedir. Yani önce ‘zihinlerde bir inkılap’ gerekmektedir. Bu inkılabı sağlayacak olan şey ise, temelde ‘ilm’dir. Yani ‘İlmde yetkinlik’tir. Bugün, Müslümanlar olarak bizim asli eksikliğimiz budur. Bu noktadaki eksikliklerimizi giderebilirsek, “nefsinde olanı değiştiren kavim” (Ra’d:11) olma yolunda temel ve asli adımı atmış oluruz. İşte o zaman, ‘kitlesel yönelim’de başlayacaktır. Çünkü kitleler, temelde ‘güce’ meyillidirler. Maddi gücü doğuran ise, temelde ideolojik güçtür. Medeniyetler, güçlerini ‘haklılık’larından aldıklarını iddia ederler. Bu, boşuna değildir. Çünkü gücün meşruiyet kaynağı, ‘hak’lı olmak, ‘hakikat üzeri olmak’tır. Diğeri, kaba güçtür ve ömrü de pek uzun olmaz. İşte bu yüzden, Müslümanlar, bugün hak üzere olmayı önemsemelidirler. Bunun tek yolu da, ‘ilm’ üzere olmaktır.
Türkiye’de Fikri değer verilmiyor mu? Bunun nedeni, ekonomik sıkıntılar, geleneksel etkiler, siyasal baskılar vs. değildir. Türkiye’de bir ‘yönelim’ eksikliği vardır. İnsanlar, manipülasyonlarla gafilleştirilmiştir. Bu gaflet uykusundan uyanmak için, ‘güçlü’ bir sese ihtiyaç vardır. Ve bu ‘güçlülük’ biliniz ki, ‘İlimde derinleşmektir.’