Derdim nice bir sinede pinhân iderim ben
Bir âh ile bu âlemi vîrân iderim ben
Âh ile komam dilleri zülfünde huzura
Cem’iyyet-i ağyarı perişan iderim ben
Nefî
Allah’ım! Bu mefhum bize ne kadar da yabancı.. Bürokraside, akademik(!) dünyada, sanatta, eğitimde ve hatta sokakta.. Çünkü toplumumuzda eleştirmek demek bir tür körlük içinde yargılamak demektir. Eleştirinin bizim toplumumuzdaki yeri, daha büyük ün için karşısındaki kişiyi yerle bir etmekle aynı şeydir. Dolayısıyla eleştiriye maruz kalma ihtimali bile üstünlüğü elden kaçırma korkusuna sebep olmaktadır. Bu zihinsel kalıplar içinde dürüst, ard niyetsiz ve makul bir eleştiriye bile rest çekmek, muhatabına aşırı tepkiler göstermek, kendisinde vehmettiği o enaniyete bağlı gücün kaybedilmesi olarak telâkki edilmektedir.
Nitekim kendisinin bazı kalem erbabı tarafından eleştirildiğini duyan şair Abdülhak Hâmid buna şöyle cevap verir;
“Biz ki, şair-i Eşber ve şair-i Teberiz
Münekkitlerimizi hatalarımızla ezer geçeriz.”
Bu ruhsal durum bizim sosyal ve kültürel bütün bir hayatımıza sirayet etmiştir. Yâni olaylara eleştirel bakış, muhatabı hakkaniyetle eleştirme, ya da bir eleştiriyle yüz yüze gelme, bizim insanımız için basit söylemlerden ibaret bir mesele değil, çarpılan sert bir duvar gibidir. Çünkü fikrî yeterliliği, ruhî olgunluğu ve belirli bir zihnî standardı tamamlayamamış ham ve kaba bireylerde eleştiri demek, dünyayı tutuşturan kıvılcım demektir. Nitekim bir dönemde Türkiye’ye gelmiş olan Amerikalı General Harbord’la İsmet Paşa’nın konuşmaları enteresandır. General Habord’un; “neden bir muhalefet gurubunuz yok?” sorusuna karşı İnönü’nün verdiği cevap; “bizde muhalefet demek ihtilâl demektir” şeklinde olur. İşte bu yalnızca kendini var saymak, kendi merkezinin dışında hiçbir gerçekliği tanımamak ve yok saymak, özellikle siyasi plânda bizleri evrensel olan bütün gelişmelerin karşısında bulanık bir alana itmektedir. Meselâ burada İnönü’nün muhalefeti reddetmesindeki asıl sebep, kendisinde vehmettiği mübalağalı birinci adam olabilme[1] ihtirasındaki kişiliğinin zarar görebileceği korkusudur. Bugün bile usanç verecek kadar şahit olduğumuz bu itici karakter tipi, esas itibariyle ruhsal düzensizliklerin bir netîcesidir. Gerçek mânâda eleştiri; hükmün isabetinden ve dürüstlüğünden emin olunan bir tür telâfi mekanizmasıdır. Hugo gibi, Balzac, Tolstoy, Dostoyevski, Tagore gibi büyük yazar ve düşünürler çıkmış ve çok büyük eserler vermişlerse bunda elbette eserlerinin tenkid edilmedeki payı oldukça fazladır. Ancak bizim toplumumuzda, muhatabını yerden yere vurup onu toz yığını hâline getirmenin keyfiyle yağ bağlayan entelektüel(!) külhanbeylerin arasında bu türlü yapıcı, inşa edici eleştirileri görebilmemiz mümkün değildir. Bizim coğrafyada eleştiriler, katkı sağlayacak bilinçten ziyade kendini beğenmişliğe kadar varan bir gururdan kaynaklanmaktadır. Bu ruhsal durumu sadece toplum plânında değerlendiremeyiz. Devleti oluşturan bürokrasi de tıpkı İsmet Paşa örneğinde olduğu gibi eleştiriye şiddetle kapalıdır ve tepkisini kavgaya kadar varan bir coşkunlukla gösterir. Nitekim parlamento müzakerelerine baktığınızda gördüğünüz nedir? Başkalarını anlamamayı esas alarak en güçlü yanlarını yâni en saldırgan taraflarını, ortaya koyan konuşmacılar… Onlar eleştirilere karşı alçakgönüllü olmayı acınacak bir zaaf olarak görürler.
Kahramanları kaba saba ve muradsız olan bir yapı ortaya mutlu ve yepyeni bir dünya koyabilir mi? Evet evet, koyu, pıhtılaşmış bir cehalet ve terbiye (bütün unsurlarıyla eğitim) eksikliği belli ki bizim için özlenen pek çok şeyi gizliyor.
Oysa hümor duygusuna sahip, birikimi ve îtidâlli karekteri ile temayüz etmiş batılı devlet adamlarının büyük bir çoğunluğunda, çok agresif eleştiriler karşısında bile gösterdikleri tepkilerin inceliğine ve sükûnetine bakılırsa iki iklim arasındaki farkı daha da kolay görebiliriz.
Bilindiği Winston Chulchill alkolik birisidir ve bazen parlamentodaki müzakerelere henüz ayılamamış olduğu halde geldiği söylenir. Yine böyle çakır keyif bir halde kanun tasarısı hakkında konuşurken kendisine tahammül edemeyen muhalif bir bayan milletvekili arka sıralardan bağırır; “Winston, eğer senin karın olsaydım kahvene kesinlikle zehir koyardım” Churchil bu söze tebessüm eder ve istifini bozmadan cevap verir; “Hanımefendi, eğer siz benim karım olsaydınız bu kahveyi seve seve içerdim.” Bir muhalifin gözünde tamamen nefret edilebilir bir varlık olarak görülen Churchill, konuşma dilinin en hoş ahengiyle cevap verebilmiştir. Tenkidi böyle karşılayabilme, haklı bile olsa sert, keskin ve itici bir tepkiden daha etkilidir. Bu konuşma; bir tenkidin, entelektüel bir zerâfet içinde nasıl karşılanabileceğine dâir doyurucu bir örnektir. Yine Churchill’e bir sataşma örneği verecek olursak, ünlü yazar Oscar Wilde, yazdığı bir tiyatro eseri sahneye konulunca kendisini hiç de sevmediği Başvekil’e bir davetiye vermek ve bu arada onu iğnelemek ihtiyacı duyar. Davetiyeyi Churchill’e bizzat götürerek bir hafta sonraki oyuna dostlarıyla birlikte kendilerini beklediklerini söyler. Ayrılıp kapıdan çıkmak üzere olduğunda şunu söylemeyi ihmâl etmez; “ Sizi dostlarınızla birlikte bekliyoruz, tabii bir tek dostunuz varsa..” Churchill, buna aynı tebessüm ve sükûnetle cevap verir, “Üstad, oyununuza elbette geleceğim tabii bir haftanın sonunda oyununuza seyirci bulabilirseniz.” Evet, sonuçlar çoğu zaman insanın hadiseler karşısında alacağı tavıra bağlıdır. Tahammül sahibi olmak ve bu yeteneği kazanabilmek, her şeyi gerçek nispetlerle gösterebilecek tam bir derinlik bulmamızı sağlayacaktır. Ortadoğu kültüründe bunu görebilmek oldukça zordur. Elbette istisnaları olacaktır ama genel mânâda baktığımızda bu coğrafya kendine âit o bildik sert ve keskin resmini çizmektedir. Bu coğrafyanın insanları ve özellikle bürokratları, kendilerine yöneltilen bütün eleştirileri nahif bir lâtife yoluyla değil, hınç, öfke patlamaları ve yasal ürkütmelerle halletmeyi tercih ederler. Çünkü geçmişten gelen toplumsal geleneğin otoriter vechesi huzur verici üslûplara imkân vermez. Tenkitlere bu tarzda soğukkanlılıkla yaklaşıp alınganlık göstermemek sadece yüksek bir birikim işi değildir elbette, aynı zamanda zihnî olarak da yüksek standartlara sahip olmayı gerektirir. Ancak burada bir noktayı da göz ardı etmememiz gerekmektedir. Burada yapılan tenkidin de nasıl bir üslûp ve nasıl bir tonla yapıldığı konusu fevkalâde önemlidir. Zira genellikle görülen odur ki, her türlü aşağılamayı kazanç haline getirmek isteyen ve meselelere öfkeyle tutunmak isteyen benlikleri görmekteyiz. Bunların hedefi muhtemel karşıtlıkları bertaraf etmek değildir, hayatın ve meselelerin karşısında gerçek tavırlar takınmak da değildir. Bazen bu tavırların neticesi çok ağır da olsa anlamakta güçlük çekeriz. Vaktiyle Mısırda yaşanan ve uzun yıllar Mısır ile aramızın açılmasını, siyaseten çok soğuk ve mesafeli yıllar geçirmemizi sağlayan dar kafalılığın, kibirli tavırların ve sonucu doğru hesaplanmamış sert eleştiri şekillerinin yol açtığı neticeler, emînim konunun çok canlı örneğini teşkil ederler.
1932 senesinde Cumhuriyetin 9. Yıldönümü vesilesiyle Ankara Palas’ta düzenlenen Resepsiyona Mısır Büyükelçisi Abdülmelik Hamza üniformaları ve başında da fesi ile katılır. Atatürk şapka inkılabını yeni tamamlamış olup, inkılabın gerçekleştirilmesi sırasında yaşanan kanlı olayların da etkisindedir. Mısır Büyükelçisi bunları hesaba katmadan Cumhuriyet resepsiyonuna icabet eder. Anlaşılan, Büyükelçi, Atıf Hoca’nın ve Hind Hilafet Komitesi Temsilcisi olan Mustafa Sağir’in başına gelenleri bilmemektedir, Atatürk, Büyükelçiye yönelerek hafif bir ses tonuyla fesini çıkarmasını söyler. Tabi o sırada garson elinde tepsi ile fesin tepsiye konulmasını beklemektedir. Büyükelçi ani bir refleksle fesi tepsinin üzerine bırakır ve kendine gelince hızla salonu terk eder. Ortalık buz kesilir ama olan olmuştur bir kere. Bazı tarihçiler bu olayı anlatırken “fes yüzünden neredeyse savaş çıkacaktı” ifadesini kullanırlar. Evening Standart Gazetesi olayı, “Atatürk Büyükelçinin başında fesi görünce kırmızı görmüş boğa gibi hiddetlenir” şeklinde haber yapar. İngiltere Büyükelçisi de diğer diplomatlar gibi kordiplomasinin gözü önünde cereyan eden bu olayı ülkesine rapor eder. Olay Türk basınında yer almaz (meraklılar 30 Ekim ve sonrasındaki tarihlerin gazetelerini tarayabilirler). Olay İngiltere basını vasıtasıyla dünyaya ve Mısır’a duyurulur. Mısır muhalif basını da sert tepki gösterir ve diplomatik ilişkilerin derhal kesilmesini talep eder. Dışişleri Bakanı Dr. Tevfik Rüştü Aras işin içinden çıkmak için Kahire’de akla karayı seçer, “ileride benzer olayların tekrarlanmayacağını taahhüt ederse” de muvaffak olamaz. Neticede, İngiliz Yüksek Komiserinin devreye girmesiyle Mısır yetkilileri ikna edilir. İngilizler açısından maksat hâsıl olmuştur, hedefler tutturulmuştur. Olayın kamuoyu boyutu fazla büyütülmez ve İngilizlerin istedikleri seviyede tutulur. İki ülke arasındaki yakınlaşma frenlenmiştir. Bu ani olay, iki ülke arasındaki gerginliği tırmandırmak için Hızır gibi imdada yetişmiştir. Tabi o tarihlerde Sudan’ı da içine alan Mısır ile herhangi ticaret antlaşmamız bulunmamasına rağmen yüzde beş seviyesindeki dış ticaret hacmimiz bu olayı takip eden iki senede dibe vurur.
Peki, Atatürk neden böyle davrandı? Oysa Mısır Türkiye’ye Kurtuluş Savaşında yardım eden ülkelerdendi. Mısır Hilal-i Ahmer’i (Kızılay) İngiliz İdaresi altında olmakla birlikte tıpkı Hint Müslümanları gibi özellikle savaştan şehit düşen askerlerimizin geride kalmış yetimlerine (Dar’ul Eytam’a) nakdi yardımlarda bulunmuştu. Bunların hiçbirisi Atatürk nezdinde Mısır’a dost ülke konumu kazandırmamıştı. Atatürk hayatta iken yaptığı devrim kanunlarına zarar gelir endişesiyle Mısır’a daima mesafeli davranmış ve hayatta iken herhangi bir ticaret antlaşmasının yapılmasına dahi izin vermemişti. O günlerde Mısır ile ticari ilişkilerimiz altı aylık zaman dilimlerini kapsayan geçici ticaret antlaşmalarıyla (modus vivendi) sürdürülmüştür. (Osman Şahin-Türkiye-Mısır İlişkilerinin Tarihi) Burada salonda Mısır Büyükelçisine yapılan küçük düşürücü hareket, bir an için su götürmez bir üstünlük gibi gözükse de, kıyafete getirilen sert eleştirel hareketin ağırlığı telâfi edilmez sonuçları hazırlamıştır. Bu gibi durumlarda sonuçsuz kalacak üstünlükler ne yazık ki, hayatımızın tarihi fonu üzerinde bize hiçbir üstünlük kazandırmamaktadır.
Küçük sayılacak sebeplerin yol açtığı ve azarlamaya kaçan eleştirilerden bir başkası sanki bir kader gibi yine Mısırda yaşanır. Mısır diplomasisinde hakikaten büyük bir hayâl kırıklığı yaşatan bu olay, çok uzun yıllar iki ülkenin arasını açacaktır. Mısırda 1952’de Hür Subaylar Hareketi[2] başlar. Göstermelik bir General olan Necib’in etrafında toplanan ihtilâlciler, ihtilâlin beyni olan Albay Cemal Abdünnasır liderliğinde kansız bir ihtilâl yaparlar. Ülkede hakimiyeti sağlayan genç subaylar bu heyecan içinde Türkiye’nin Mısır Büyükelçisi Fuat Tugay’ı ziyarete giderler ve Türkiyedeki reformları, yenileşme hareketlerini örnek aldıklarını söylerler. Güzel temenniler beklemektedirler fakat Fuat Tugay tarafından hiç beklemedikleri şekilde çok ağır tenkitlere maruz kalırlar. Ne katillikleri ne de zorbalıkları kalır. İki ülke arasındaki bütün muhabbeti bir anda silip süpüren bu eleştiri bombardımanıyla ortalık bir anda buz keser.
Bütün ihtilâl komitesi ortalığı cehenneme çeviren bu ağır eleştiriler karşısında derin bir hayâl kırıklığı yaşarlar. Bu olanlar yetmiyormuş gibi kısa bir süre sonra bir kokteylde kendisiyle tokalaşmak için elini uzatan Cemal Abdünnasır’a Fuat Tugay elini uzatmaz ve gayet sert bir edâ ile hiçbir siyâsi nezaket üslubuna uymayan çok aşırı bir tenkid diliyle; “Ben darbe yapanlarla değil beyefendilerle tokalaşırım” diyerek arkasını dönünce ertesi gün ülkeden sınır dışı edilir ve iki ülkenin kolay kolay düzeltilemeyecek gerginliği başlar.
Merhum Süleyman Demirel’in bir sözü vardır; “siyasetçi rodeo yapan bir kovboya benzer, marifet kötü bir şekilde düşmemektir” der. Yâni duygularınızın aşırı sınırlarına gelebilirsiniz ama bunun söze dökülüp dökülmemesi sizin sahip olduğunuz zekâ kıvraklığına ve taşıyıp hedeflediğiniz yüksek standardınıza bağlıdır.
Bugünkü eğitim sistemimizin bu noktadaki payına gelince; ince fikirli, bilgili, dilin maharetlerini kazanmış, teselli ve iltifat beklemeyen ama hayatın hakiki kaynağına yönelmiş kültürel bir bütünlük içinde insan yetiştirmekten çok uzak olduğu için yetişen kimselerde müsbet mânâda bir filizlenme görülmemektedir. Bizim coğrafyamızda eleştiri kültürümüzün yerleşebilmesi; edinilen bilgilerin ve aidiyet duygusunun sadece bir alana, bir cepheye, bir zihniyete sıkışıp kalması, dahası insanımızın hikmete, derûnî iç terbiyeye uzak kalması sebebiyle mümkün olamamaktadır. Çünkü sistem, düşünme yeteneğini nesillere kazandıramamakta, iç murakabesini yapacağı yolları da kapatarak sürekli olarak yeni yeni enkazlar ortaya koymaktadır. Oysa yalnızca bambaşka bir nizâmın ürünü olan düşünce metoduyla, mantığın prensibiyle ve kaynağından alınmış mânevî terbiye ile yeni ve isabetli mülâhazalara varabiliriz. İlkokuldan üniversiteye kadar bütün eğitim sistemimizin topluma ne yazık ki aklın gücünü ve inancın ışığını kazandırmak gibi bir armağanı olmamıştır. Böyle bir amacı da zaten yoktur. Kısaca hikâyemiz maalesef böyledir ve bizler bu kafa ve gönül kalıpları taşındığı sürece hem eleştiren ve hem de eleştirilen taraflar olarak şiddetli, cüretli ve yıkıcı mukayeseler yapmaya devam edeceğiz.
Kişi, önce şahsiyet, sonra bilgi en sonunda da derin bir iç terbiye ve murakabe ile yenilenip hergün kendisini tazelemedikçe, eleştirildiği zaman kırılgan, eleştirdiği zaman da mutlak yargıçlar gibi davranacaktır.
[1] Paşa özellikle 1935’ten sonraki ataklarıyla birinci adam olma yolunda epey çaba sarfetmiştir. Başaramadı bunu ama 1939’da parti kurultayında aldırdığı bir kararla Führer olmuştur. Artık birinci adamdır.
[2] Bu hareket enteresandır, Mısırda İngilizlere karşı Nazilerin desteğinde İhvan hareketiyle birlikte çalışır. İhvan’ın birlikte çalıştığı kişilerden birisi de Enver Sedat’tır. Aradaki irtibatı da Kudüs Müftüsü Emin Hüseyin sağlar. Bu hadiseler üzerinde ciddi tahlillerin yapılması gereken konulardır. Hamasi palavraları, saçma sapan yerleşik zihin kalıplarını bir tarafa bırakıp hiçbir duygunun etkisine de pirim vermeden meseleleri tahlil edebilirsek İslâm dünyasındaki bir türlü ardı arkası kesilmeyen başarısızlıkları, fiyaskoları anlamaya başlayabiliriz. Yoksa bomboş bir hayatı zavallı sloganlarla tüketiriz ve buna da kazanılmış zafer diye bakmaya devam ederiz.