Günah ve Tövbe İlişkisine Sınır Kavramı Üzerinden Varoluşsal Bir Bakış

Hz. Âdem, yaratılan ilk insan, üç monoteist dinin de temelinde yer alan insanın yaratılma hikâyesi, dünyevi zaman algısının henüz söz konusu olmadığı bir zamanda ve bildiğimiz fizik dünyadan başka nitelikteki bir cennet bahçesi üzerinde başlar. Cennetten çıkmalarıyla bildiğimiz zamansal ve mekânsal dünyevi yaşam formuna geçen Hz. Âdem ve Hz. Havva, insan yaşamının nasıl başladığına dair üzerinde yüzyıllardır konuşmaya devam ettiğimiz bir olay örgüsü sunarlar.

İnsan olmanın ne demek olduğu ve nasıl yaratıldığı sorusuna cevap aramak üzere Hz. Âdem’in hikâyesine geri dönebiliriz; çünkü bu hikâye bir taraftan kendi bireysel tecrübesi olması bakımından ona özgüyken, diğer taraftan da âdemoğlu olmak bakımından tüm insanları ilgilendirir. Hikâyenin en can alıcı noktası, etik-dini bir sınır olan yasanın geçilmesi, yani günah kavramıyla insanın ilk tanışıklığının anlatıldığı kısımdır. “İlk kişi niteliği vazeder. Dolayısıyla Âdem, günahı hem kendi için, hem de insan türü için vazeder.”[1]  Kierkegaard’ın da bahsettiği üzere Hz. Âdem’in tecrübesi kendine özgü bir tecrübe olmak dışında tüm insanlığın ortak tecrübesinin ilki olmak bakımından da düşünülmeye değerdir.

Yaratılmış olanı Yaratıcıdan ayıran en temel özelliklerden biri de sınırlı ve sonlu olma durumudur. Bir varlık hâline gelme durumunun söz konusu olması her daim soyut ya da somut sınırların çizilmesiyle mümkün olur. Çünkü sınırsızlık ya da sonsuzluk aslında bir çeşit yokluk formu olarak da düşünülebilir; bu sebeple bu hikâye aynı zamanda yokluktan varlığa, ademden Âdem’e geçiş hikâyesidir.

Her sınır aynı zamanda bir belirlenimi de beraberinde getirir, bu minvalde sınır ve belirlenim kavramları girift bir yapı oluştururlar. Mantıki bir sıralama izlenecek olduğunda sınır, belirlenimi önceller, ilk olarak sınır çizilir ve çizilen bu sınırı izleyen bir belirlenim ortaya çıkar. İnsan söz konusu olduğunda da, tüm bu yaradılış hikâyesi sınır kavramı üzerinden okunabilir. İlk sınır olan fiziki sınır, insana bir beden, bir form kazandırır ve böylece insan bir bedene sahip olarak fiziki bir belirlenim kazanır. Ardından kendisini sadece maddesel olarak değil kavramsal olarak da diğer varlıklardan ayırma imkânı olarak ortaya çıkan bir tanıma, insan tanımına ve bir isme sahip olur. Aynı zamanda diğer varlıklara ad vererek ya da onların adını öğrenerek de soyut bir belirlenim kazanır.

Tüm bu sınır meselesinin temelinde etik-dini sınır olarak belirlediğimiz, ilahi yasa yer alır. Bu sınır sadece fiziki ya da kavramsal bir sınır değil, varoluşsal bir sınırdır. Çünkü insanın etik ve ahlâki değerini, kim olduğunu belirleme imkânı ancak bu sınırın ortaya konulmasıyla mümkün olur. Sınırın ortaya konulmasıyla etik bir bilincin ortaya çıkısı söz konusudur.

İnsan sadece bedeniyle ya da diğerinden kavramsal olarak farklı olmasıyla kendisine halihazırda verilmiş olan özelliklerle var olamaz. Bu sınır insanı karar vermeye, verdiği kararların sorumluluğunu almaya zorlar. Ancak bu noktadan itibaren insanın hürriyetinden ve gerçek varlığından söz edilebilir.

Konunun karmaşıklığı ve spekülatif olması sebebiyle burada yazılanların, bu konuya sınır kavramı üzerinden felsefi bir bakış açısı getirmek amacıyla bir giriş mahiyetinde yazıldığı unutulmamalıdır.

Fiziki Sınır: Bedenli Olma

İnsanın ilk belirlenimi fiziki sınır olan bedenli olmak tecrübesiyle başlar, topraktan bir parça olarak yaratılan Âdem bedenli olmak durumu üzerinden ilk belirlenimini kazanır. O, kütle hâlindeki topraktan ilk merhalede nicel olarak ayrılır. Bir şekil, bir form ve içinde bulunduğu bütünle fiziki bir mesafe kazanmakla nesnel anlamda oluşmaya başlar. Kur’an-ı Kerim’de yaradılışın ilk kısmı şu şekilde anlatılır “Hani Rabbin meleklere, “Ben kuru bir çamurdan, şekillendirilmiş balçıktan bir insan yaratacağım Onu düzenleyip içine ruhumdan üflediğim zaman, onun için hemen saygı ile eğilin” demişti.”[2]

Yine Kitabı Mukaddes’in Tekvin bölümü de yaradılış için benzer bir açıklamada bulunur:

Ve RAB Allah yerin toprağından adamı yaptı ve onun burnundan hayat nefesini üfledi ve adam yaşayan can oldu.”[3] Kur’anı Kerim ve Kitab-ı Mukaddes yaradılışın ilk aşamasını, insanın topraktan bir kitle olarak ayrılması olarak açıklar.

İlk insan üzerinden anlatılan yaradılış hikâyesi, tüm insanların dünyaya geliş serüveni için de benzerdir. İnsan, ilk gelişim aşaması olan embriyonal dönemde bir form kazanmamış, fiziki anlamda bir belirlenime ve tanıma henüz kavuşmamıştır.

İnsanın varoluş serüveni fiziki anlamda bir sınır olan bedenle başlar. Kendimizi kendimiz olarak bildiğimiz ilk yer bedenimizdir. İnsanın insan olmak yolundaki asli yeri düşünüldüğünde, beden üzerinden kendini tanımlama daha primitif ya da daha hayvani bir aşama olarak kurgulanır. Fakat beden bize bu serüvenin her aşamasında eşlik edecek bir mekân olması itibariyle önemini yitirmeyecektir. İnsan varoluşun başka veçhelerini keşfedip kendinin sadece bu bedenden ibaret olmadığı bilincine vardıkça kendini başka şekillerde tanıma ve tanıtma imkânı bulacaktır.

İnsanın topraktan ayrılmasının ikinci aşaması olarak da Allah’ın ruhundan üflediğini söylediği aşama düşünülebilir. İlk merhalede topraktan sadece nicelik olarak ayrılmış olan insan bir can, bir ruh kazanarak nitelik olarak da değişmeye başlar. O artık sadece şekil kazanmış bir toprak parçası değildir, o topraktan farklıdır, içinde Allah’ın ruhunu taşımakla artık topraktan farklılaşmıştır.

 

Kavramsal Sınır: İsimlendirme

Fiziki varlığa sahip olmak var olmanın bir tarafı iken, bir isimle müşerref olmak başka bir varoluş alanıdır.

İsimlendirilmek, insanı diğer var olanlardan ayırarak ona kendine ait soyut bir varlık alanı oluşturur. O kişi ya da nesne artık diğerlerinden sadece fiziki olarak değil; ismi vasıtasıyla, soyut varlığı itibariyle de ayrılan bir varlıktır. İsimlendirilmemek yine bir sınır fikri üzerinden düşünülebilir. Bir isme sahip olan Hz. Âdem, hem kendi adını bilmekle hem de diğer yaratılanların adlarını öğrenmekle kendi ve onlar arasındaki kavramsal sınırları tayin etme, kendi konumunu belirleme imkânına sahip olur, yani soyut bir varlık kazanır.

“Allah Adem’e bütün varlıkların isimlerini öğretti. Sonra onları meleklere göstererek, “Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi bana bunların isimlerini bildirin” dedi”.[4]

“Ve RAB Allah her kır hayvanını ve göklerin her kuşunu topraktan yaptı: ve onlara ne ad koyacağını görmek için adama getirdi ve adam her birinin adını ne koydu ise, canlı mahlûkun adı o oldu.”[5]

Kur’an-ı Kerim ve Kitab-ı Mukaddes’in anlatıları bu bağlamda bir paralellik gösterir. Şüphesiz ki anlatılardaki farklılıklar birçok tartışmaya olanak sağlar fakat biz paralellik üzerinden insanın bilme kabiliyetine yapılan ortak vurgu üzerinden ilerleyeceğiz.

Hz. Âdem özelinde insana öğretilen bu isimler şüphesiz bir bilgiye işaret eder fakat bu bilgi henüz kavramsal ve nesnel bir bilgi düzeyindedir. Kierkegaard bu bilgi düzeyini objektif bilgi olarak ifade eder, bu düzeyde söz konusu olan öznenin nesnesiyle dışsal ve kayıtsız bir şekilde ilişki kurmasıdır. Onun ne olduğunu bilir, fakat onunla ilgili bir yargıda bulunma, ahlâki bir değerlendirme yapma durumunda değildir. Çünkü henüz iyiyle kötünün farkını ortaya koyan etik bilgiyle, sübjektif (öznel) bilgi ile tanışmamıştır. Kierkegaard’a göre “yalnızca etik bilgi ya da dini-etik bilgi asıl bilgidir.”[6] bu düzeyde artık varolan özne nesnesine bir kayıtsızlıkla bağlanamadığı için içsel anlamda bir ilişki kurmak durumundadır. Kierkegaard’ın da belirttiği gibi bu düzey etik bir bilincin oluşmasıyla erişilebilecek bir noktadır ve bu da ancak aşkın bir buyruğun ortaya çıkması sonucu söz konusu olabilir.

Kierkegaard masumiyet hâlini bir tür cehalet olarak tanımlar, burada söz konusu olan elbette etik olanın bilgisinden eksik olma durumudur. Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın cennetteki durumları içerisinde henüz bir örtünme fikrine sahip olmadıkları çünkü çıplaklığın etik anlamda ne olduğunun bilincinde olmadıkları söylenebilir. Bu durumda, etik bilginin henüz insana bildirilmediğini bize düşündürebilir.

“Böylece ikisini de ayartmış oldu. Ağacın meyvesini tattıklarında ayıp yerleri kendilerine göründü. Ve cennet yapraklarından üzerlerini örtmeye başladılar. Rableri onlara, “Ben size o ağacı yasaklamadım mı ve şeytanın size apaçık bir düşman olduğunu söylemedim mi?” diye seslendi.”[7] Çıplaklığın ne olduğunun bilinmesi ile onun etik değerler kapsamında ne anlama geldiğinin bilinmesi aynı şey değildir. Bu durumda bir bilinç düzeyinden söz edilebilir fakat bu çocuksu ve safiyane bir bilinçtir, bir tür masumiyet hâlidir. Bu Kierkegaard’ın bahsettiği mânâda etik bilinçten yoksun olmak bağlamında bir tür cehalettir.

Aynı zamanda Allah’ın yasakladığı ağaca yaklaşıp çizilen etik-dini sınırları geçen Hz. Âdem, tövbe etmek üzere söylenecek sözleri henüz bilmiyordur, bu durum da yine aynı etik bilgiye sahip olmamanın başka bir yansıması olarak da okunabilir. Eşyanın ve mahlûkâtın ismini bilen Hz. Âdem tövbe etmek üzere kullanabileceği etik kavramlara belki de henüz sahip değildi.

“Bunun üzerine Âdem rabbinden bazı kelimeler aldı (bunlarla tövbe etti); rabbi de onun tövbesini kabul buyurdu. Şüphesiz O, tövbeleri kabul buyuran ve rahmeti sınırsız olandır.”[8]

Etik-Dini Sınır: Yasa

Son merhalede insan ahlâki ve etik bir sınır olarak ilahi yasayla tanışır. Bu son sınır fiziki ve kavramsal sınırdan farklı olarak “action”a davranışlara yönelik bir sınırdır.

Bu açıdan insanın dış dünyadan farkını ortaya koyan bir sınır olmaktan çok içsel olarak kendisiyle olan mesafesini ortaya koyan bir sınırdır. Olduğu ve olması gereken kişi, gerçek ve ideal olan arasındaki sınırdır. Bu sınır, her sınır gibi aynı zamanda bir belirlenimi de ortaya koyar, insan olmak sadece fiziki ya da kavramsal bir varoluş değil aynı zamanda etik bir varoluştur. Bu bağlamda, belki de insanı asli mânâda insan olma merhalesine taşıyan, bu etik belirlenimdir.

“(Buyuruldu ki:) “Ey Âdem! Sen ve eşin cennette yerleşip dilediklerinizden yiyin. Ancak şu ağaca yaklaşmayın! Sonra zalimlerden olursunuz.”[9]

“Ve RAB Allah adama emredip dedi: Bahçenin her ağacından istediğin gibi ye; fakat iyilik ve kötülüğü bilme ağacından yemeyeceksin; çünkü ondan yediğin günde mutlaka ölürsün.”[10]

İlk yasanın vaazı, sözlü olarak ifade edilmemekle birlikte birçok kavramı da beraberinde getirir. “Şu ağaca yaklaşmayın” uyarısı, ağaca yaklaşma ihtimalini, bir potansiyeli de vaaz eder, yasa olmaması gereken durumu ortaya koyarken aynı zamanda olması gereken durumu da ortaya koyar.

Bu ahlâkî sınırı diğerlerinden farklı kılan ve insanı insan yapan yer olmasının nedeni, bu sınırın diğerlerinden farklı olarak bir zorunluluktan (nécessité) çok bir imkân (potentialité) ihtiva etmesidir.

Beden gibi zorunlu bir belirlenime sahip olduğumuz bir yer değildir söz konusu olan, aşılmaması konusunda uyarı olsa bile aşılabilen bir sınır söz konusudur. Bu sebeple ahlâkî belirlenimimiz fiziki belirlenimimiz gibi açık, katî ve halihazırda içine yerleştiğimiz bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaz, onu diğerlerinin aksine kendi irademizle oluşturma imkânına sahip oluruz.

İnsan ahlâkî bir belirlenime sahip değildir, sadece ahlâkî imkâna sahiptir. Bu durum insanın ancak bir imkân varlığı olarak mevcut olduğunu da dile getirmemiz anlamına geliyor, o olma yolundadır ve hep o şekilde ahlâkî bir tamlıktan uzak bir varoluş içerisinde olacaktır. “İtiraf ederim ki iyi bir insan hâline gelmek gerçekten güçtür; gene de bir süre için bu hâle gelmek mümkündür; ama bu hâle gelince hep böyle kalmak yani Pitakos, senin dediğin gibi iyi bir insan olmak imkânsızdır ve insan gücünün üstündedir; yalnız tanrıya özgü bir ayrıcalıktır.”[11] Sokrates’in de belirttiği gibi, insan söz konusu olduğunda ahlâkî bir belirlenime kavuşup ömür boyu o hâlde kalmak mümkün değildir. İnsan dünyada insan formunda bir hayat sürerken bu olma hâlini tam anlamıyla yaşayamayacaktır; eksiklik, yarım kalma ve tam mânâsıyla olamama ve bu sebeple de tamamlanmaya doğru yapılan hamle acz kavramıyla birlikte düşünülebilir.

İnsana çizilen ahlâkî bir sınır olarak ortaya çıkan yasa, yapılmaması gerekenle birlikte yapılabilecek olanı ortaya koyar. İnsan bu ihtimalin, olasılığın varlığı içerisinde özgürlüğüyle tanışır. Aslında özgürlük kavramı tam da yasanın çizdiği sınır fikrinden doğmuştur; yasasızlık, sınırsızlık yani bir diğer anlamıyla belirlenimsizliktir. Özgürlük fikri ise bir belirlenime ihtiyaç duyar; yasa etik bir sınır çizerek ideal olan ve olmaması gerekeni belirler, asli özgürlükse yasanın sınırları içerisinde insanın kendini belirleyebilme özgürlüğüdür. Ben kimim sorusuna yanıt verebilme ya da her an bu yanıtı yeniden oluşturabilme gücü olarak düşünülebilir.

Sınır Aşma Durumu Olarak: Günah Kavramı

İnsan günahla birlikte sınırı aşmıştır, şimdiye kadar bahsi geçen tüm sınırlar (fiziki, kavramsal ya da etik-dini) aşkın bir şekilde çizilmiş ve insanın varoluşunun çeşitli merhalelerine denk düşmüşlerdir. İnsanî bir görünüm, insanî bir tanım ya da insanî bir ahlâkî yaşam hep bu sınır fikri ve sınırla birlikte ortaya çıkan belirlenimle mümkündür. Daha önce de bahsi geçtiği üzere fiziki ve kavramsal sınırlar daha çok zorunluluk kavramıyla bağlantılı olarak düşünüldüğü için bunların aşılması insanî bir varoluş için mümkün değildir. İnsan fiziki sınırı olan bedeninden ayrıldığında yaşamı sona erer. Fakat etik-dini sınırlar imkân kavramıyla bir arada değerlendirildiği için bir zorunluluktan çok ihtimali ihtiva ederler. Etik-dini sınır kavramıyla ifade ettiğimiz ilahi yasanın aşılması durumunu günah olarak ifade ediyoruz.

Günahla birlikte insanın kendisiyle olan mesafesi açılmıştır, bu mesafe reel ve ideal, şimdi ve sonsuzun ikiliğinin insandaki tezahürü olarak okunabilir.

İnsan, ancak bu mesafe sayesinde zamansallığını, aczini, eksikliğini idrak edebilme fırsatı bulabilir. Bu aynı zamanda cennetten çıkarılan Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın durumu içinde düşünülebilir. Cennette bir tamlık formu içerisinde yaşarlarken, sınırın aşılması aslında o tamlığın kendi zâtlarına ait bir özellik olmadığını idrak etme imkânı olarak da düşünülebilir. Bu sebeple insanın kendisine olan mesafe ideal olana, sonsuza açılan kendindeki ilahi olana, Allah’a olan mesafe olarak düşünülebilir.

Günah böyle bir mesafe olarak algılandığında bir yandan ilişki kurmanın tek koşulu olarak ortaya çıkar çünkü muhatabiyet ilişkisi için bir imkân oluşturur; tövbe kendini fark edip, Allah karşısındaki konumunu idrak edip o bilinçle kendine dönme ve dolayısıyla da Allah’a dönme durumu olarak anlaşılabilir. Tüm bu yaradılış hikâyesi insanlığın başlangıcı olmak itibariyle birçok açıdan yorumlanmış ve yorumlanmaya devam edecek bir anlatı sunar. Elbette bu konu sadece sınır kavramıyla sınırlandırılabilecek bir konu değildir; fakat bir kavram üzerinden incelemek istendiğinde insanın nasıl belirlenim kazandığıyla ilgili bir fikir sunması açısından elverişlidir.  Bu minvalde ele alındığında etik-dini sınır insana insanî bir had çizmek olarak düşünülebilir. Bu sınırın geçilmesi kendisiyle ve kendisinde ilahi olanla bir mesafe almak bağlamında gerçek bir ilişki kurulmasının yegâne imkânıdır. Günah bir mesafe olarak düşünüldüğünde, günahkârlığı bu ayrılığı yaşayan insanın tecrübesi olarak ele almak yerinde olacaktır. İnsan kendi aczini, eksikliğini, sonluluğunu ancak bu ayrılık durumunun oluşturduğu günahkârlık sayesinde idrak edebilir. Kierkegaard bunu günah ile günahkârlığın insana inmesi olarak ifade eder: “İlk Günah ile günahkârlığın Âdem’e indiğini söylemek gerekir.”[12] Bu bağlamda ancak bu günahkârlık hissi içerisinde, ayrılık acısı çeken insanın asli yerine samimiyetle yönelebileceğinden söz edilebilir ki bunu da tövbe olarak adlandırabiliriz.

Günah, insanı sonsuz olandan, ideal olan yanından ayırarak, Hz. Âdem’e üflenen nefes öncesi bir cansızlığa geri çeker. Tövbe hamlesi sonsuza, canlılığa ve Tanrı’ya doğru yönelme olarak buradan bir geri dönüş olarak telakki edilebilir. Peki insan buradan çıkmak istemez ve iradesi ve özgürlüğünü kendini sınırın öte yanından oluşturmak üzere kullanırsa? Bu durumda kendisini yaratıcı karşısında varlık kazanan biri olarak belirlemez fakat bir belirlenim kazanabilmek için, kim olduğunun bilinmesi için sınırlara ihtiyaç duymaya devam edecektir. Bu durumda, bir belirlenim kazanabilmek üzere kendini oluşturacak sınırları kendisi belirlemek zorunda kalır. Yasa koyan ve sınır çeken konumundan dolayı bir çeşit aşkınlık kazanarak tanrısallık konumuna, kendisinin tanrısı konumuna geçer. Bu noktadan sonra varlığını, etik alanı ve sorumluluklarını kendi belirleyecektir. Hem yasa koyan aşkın bir konumda hem de o ilahi buyruğa tabi olan konumunda olacaktır. Bu da aslında teolojik kaynakların en büyük günah olarak adlandırdıkları şirk kavramını bize hatırlatır ve şirk kavramının bu mânâda anlaşılması da mümkündür. “Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bunun dışında kalan (günah)ları ise dilediği kimseler için bağışlar. Allah’a şirk koşan kimse, şüphesiz büyük bir günah işleyerek iftira etmiş olur.”[13]

 

İnsan sınırı geçebilir, günah insanîdir; fakat aslolan günah sonrasında insanın kendisini nerede konumlandıracağıdır. Kendisine çizilen etik-dini sınırın geçilip geçilmemesinden daha esaslı olan aslına rücû edip etmediğidir. Bu şekilde düşünüldüğünde Âdem ve Şeytan’ın farkı haddi aşma durumundan çok, kendilerine çizilen sınırı aştıktan, İlahi emre karşı geldikten sonraki durumda aranabilir.

[1] Kierkegaard, Soren, Kaygı Kavramı, Danca aslından çev.: Türker Armaner, İş Bankası Yayınları, 2006, s. 52

 

[2] Hicr Sûresi, 15: 28.

[3] Tekvin, 2: 7-8.

[4] Bakara Sûresi, 2: 31.

[5] Tekvin, 2: 19-20.

[6] Soren Kierkegaard, Post-scriptum aux Miettes Philosophique (çeviren Vincent Delecroix’in Kierkegaard’a dair yorumu), s. 16

[7] A’râf Sûresi, 7: 22.

[8] Bakara Sûresi, 2: 36-37.

[9] A’râf Sûresi, 7: 19.

[10] Tekvin 2: 17-18.

[11] Platon Diyaloglar, çev: Tanju Gökçöl, Remzi Kitapevi, 2009, 344c, s. 427.

[12] Kierkegaard, Kaygı Kavramı, Danca aslından çev.: Türker Armaner, İş Bankası Yayınları, 2006, s. 25.

[13] Nisâ Sûresi, 4: 48.

Bunları da sevebilirsiniz