Nida Dergisi, 163. Sayı / Mart – Nisan / 2014
Bizim millet üniformanın, önlüğün her türlüsünden korkar. Dişçinin önlüğünden, imamın cübbesinden, entelektüelin fularından, askerin üniformasından, hâkimin cübbesinden, şeyhin hırkasından vs.
Dikkat edilirse bu üniformalar özelleşmiş bir grup tarafından kullanılır. Örneğin memurlar kravat takar. Bu üniformaların hepsinin aynı kefeye konamayacağı gerçeği bir tarafa; tarihte ve insan hayatında üstlendikleri rolün de aynı olduğu söylenemez. Fakat bu insanların toplumla (üst inanç veya) oluşumlar arasında bir tür ‘aracı’ konumda oldukları da muhakkak. Yani kendilerine ait bir tür giysileri olan gruplar genelde bir dînin, felsefenin, ideolojinin ya da dünyaya bakış şeklinin özelleşmiş, söz konusu düşünceyi temsil ve tebliğ eden kitlesidir. Evet, çiftçilik, marangozluk da birer meslek grubudur fakat yukarıdaki gruplar gibi bir şeye tekabül etmedikleri ortadadır.
Sanırım burada ‘aracı’ kavramı üzerinde biraz düşünmek gerekiyor. Bu kavramın çağrışımı olumsuz olmasına rağmen iki tür aracılık durumundan sözedebiliriz. Birincisi peygamberî misyonda olduğu gibi insanlara bir örneklik olsun diye bir insan teki üzerinden tüm insanlara aktarılan mesajın taşıyıcılığı ve bunun devam ettiriciliği olan aracılık. Bu aracılık türüne “örneklik” ya da “öncü olma” durumu da diyebiliriz. Bunun devam ettiricisi olarak da “âlim”leri söyleyebiliriz. Yani bu aracılık türünde hakikatle insanlar arasına girip bu durumdan nemalanmak değil; yanlış inançlarla insanlar arasına girip insanları hakka yöneltme çabası vardır. İkincisi, iktidarların muktedirliklerinin hazmettiricisi, kabul ettiricisi olarak ortaya çıkardıkları ya da tarihin gelgitinde kendilerini aracı konumunda bulan ve bundan nemalanan aracılar.
Tarih, kimlik belirleyici olarak “aracı”nın tarihidir. Zira “aracı”nın niyeti ve hizmet ettiği gerçek; tarihin bilinç-inanç rüzgârının esme yönünü belirler. Hakikat (gerçek)-aracı-toplumsal yönelim denkleminde aracının her hamlesi, duruşu toplumsal yönelimi belirlediği gibi gerçeğin de adını koyar. Gerçek; gücünü iktidarlardan (yöneticilerden) alıyorsa; itibarını (ve ilhamını) da aracılardan alır. Kendini meşrulaştıramayan iktidar itibarsızdır ve aracılar tam bu noktada devreye girerler, onlar iktidarların “olan”ını “olması gereken” gibi gösterme hünerini sergileyebilen ve bu noktada insanları tatmin eden kimselerdir. “Aracılar” gerçek–toplumsal inanç gelgitinin arasında yaşayan bir canlı grubudur.
Bu yönüyle tarihte aracının inançlı-inançsız her toplumda olması gerekir. “Niteliği değişse de aydın, daha doğrusu bilgi ve yetenekçe halktan farklılaşmış bu sosyal kesim, eski çağlarda bir büyücü veya bir şaman, ortaçağlar kilisesinde rahip, yeniçağlarda medyada gazeteci veya üniversite kürsüsünde profesördür. Aydınlar çoğu kere mevcut yönetimden yana tavır alıyorken ve genellikle de yöneticilerin icraatlarını meşrulaştırmaya çalışırken görülmektedir.[1]
Hiçbir dîn, ideoloji, yaşam felsefesinin toplumun tüm fertlerinde aynı derecede hissedilmediği bir vakıadır. Tarihte hemen hemen hiçbir toplumda bilinçlilerin sayısı cahillerin sayısından fazla olmaz. Dolayısıyla herhangi bir zaman diliminde ortaya çıkan bir dîn ya da ideolojide, ilk nesillerdeki “tutarlılık” diğer nesillerde devam etmez; bu İslâm dîni için olduğu kadar diğer dîn ve ideolojiler için de geçerlidir. Zira insanların büyük çoğunluğu düşünsel ve inançsal şeylerin derinliklerine ilgi duymazlar; onlar daha çok günlük hayatın koşturmacası içindedirler. Yani insanların büyük çoğunluğu ne gerçekten inanır, ne gerçekten düşünür. Varlık sancısı çeken hep daha az bir kitledir. Kur’ân’daki ve İncil’deki insanların büyük çoğunluğunun yanlış yolda olduğuna dair vurgular hep bu mahiyettedir. Hatta modern ideolojilerde geliş(tiril)miş birçok kavram da adeta bu durumun ispatı gibidir. Örneğin halk kavramı, bir şeyler öğretilmesi, bilinçlendirilmesi gereken bir topluluğa atıf yapar. Keza millet kavramı da öyledir, “halkı kurtarmak” “milleti yüceltmek“ örneklerinde görüldüğü gibi kendisine bir şeyler öğretilmesine ihtiyaç duyulan bir kitle vardır hep. Bu durum aracıların varlığını da kaçınılmaz kılmaktadır ki burada aracının durduğu yer çok önemlidir. Mademki az şey bilen bir çoğunluk var; çok şey bilen bir azınlığın bu çoğunluğu yönlendirmesi normal. Önemli olan buradaki nitelikli azınlığın bu çoğunluğa bakış açısı, tutarlılığı ve niyetidir.
Tarihte genel adıyla “aracı”nın, özel ve şimdiki karşılığıyla aydının varlığı ve anlamı bu “askıda kalmış büyük kitle” ile ilgidir biraz da. Zira bu kitle neye inanacağını ve nasıl hissedeceğini daha çok bu aracılardan öğrenir. Tarihe baktığımızda; “Radin’e göre, ilkel topluluklarda “rahip-düşünür” ile “dindışı kimse”den oluşan iki genel mizacın varlığı söz konusudur… Topluluğun üyesi olan eksik, kusurlu ve sıradan insanlar, şamanların, büyücülerin, rahiplerin, ilahiyatçıların sürekli varlığını ve aralıksız müdahalesini gerektirirler. Bu anlamda entelektüel rol, ilkel toplumlardan en gelişmiş ve karmaşıklaşmış toplumlara uzanan bir yelpazede -farklı ve özgül biçimler ve görünümler alsa da- genel ve evrenseldir.”[2]
Mitolojik çağlarda şamanı veya büyücüyü hem toplumun hafızası hem de ideoloğu olarak görmekteyiz. Bu dönemde şaman hem dinsel hem seküler bilgeliğin temsilcisidir toplumunda ve hem âlimin hem aydının görevini üstlenmiştir. Toplumla gerçek (hakikat) arasındaki bağdır ve gerçeğe ancak onun vasıtasıyla, aracılığıyla ulaşılır, yani o bir aracıdır.
Zamanla toplumların büyümesi, toplumsal işbölümünün gelişmesi ve toplumsal karmaşıklığın artmasıyla hayatın reel yanıyla uhrevi yanı arasında büyük kopukluklar oluştu ve her iki kutbun da aynı kişi ya da kurum tarafından temsil edilmesi oldukça zorlaştı. Bu durum toplumda yeni aracıların oluşmasına yol açtı: “Antik uygarlıklarda, aydın kişinin görev ve ödevleri çoğalmakta, ayrıca aydın kimliği bir çatallanmaya uğramaktadır. Eskiden aydın kişide birleşen dîn ile dünya artık farklı aydın kastları biçiminde bölünmektedir. Bu da karşımıza rahip ile kâtipi çıkarmaktadır. Antik dünyanın ruhani bilgisinin taşıyıcısı olan rahip, tanrılarla insanlar arasında aracılık eder ve onların, insanların bilmesi gerektiğine karar verdiklerini ölümlülere taşırken; kâtip nafile dünyanın hem hafızası olmakta, hem maddi âlemi temsil etmekte, hem de dünyevi iktidarın ideolojisinin oluşmasına katkıda bulunduktan başka, bunu öğrenmekte, sonra aktarmakta ve sürüye öğretmektedir.”[3] Weber de aynı şekilde Çin’de eski çağlardan beri varolan ve entelektüellerin ilk nüvesi diyebileceğimiz bir kitleden bahseder ve Çin’deki bu literatinin saygınlı-ğının sihirli güçler karizmasından değil, yazı ve edebiyat bilgisinden ileri geldiğini söyler.[4]
Aslında modern aydının ilk nüvelerini bu “kâtip”lerde bulabiliriz. Zira modern aydının üzerine doğduğu toprak seküler bir topraktır ve modern aydından önceki dünyanın yani ortaçağ Avrupa’sının küçük bir tasviri bu sekülerliği açıklar. Zira ortaçağa kadar yuvarlanarak gelen şaman–büyücü “aracı”lığının bir nevi uzantısı denebilecek ortaçağ Hıristiyan dîn adamının bilgiyi ve inancı tekrar tekeline alması; aydının anlaşılmasında önemlidir. Zira ortaçağ Hıristiyan âlimi dünyanın seküler rahipleri olan “kâtip”lerin gelişimini durdurmuş ve tarihte bir geriye dönüşü yaşatmıştır. Ve bugün aydın, entelektüel vs. dediğimiz gruplar bu açıktan türemiştir.
Aydını oluşturan tarihi-sosyal şartlara geçmeden önce İslâm toplumlarındaki “âlim” profilinden bahsetmek gerekir biraz. İslâm toplumlarında genel olarak iki tür âlim profilinden söz edebiliriz. Birincisi; yukarıda portresini çizdiğimiz (Doğu ve Batı toplumlarında ortak olan) “şaman-rahip” geleneğinin devam ettiricisi diyebileceğimiz “âlim”(!) Profilidir. Bu âlim profili, toplumla iktidar arasındaki buzları eriten, yönetimin isteğine göre şekil alabilen ve fetva verebilen, iktidarın inandırıcılığını ve meşruluğunu sağlamaktan öteye gitmeyen bir “aracı”dır. Bu âlim tipinin görevi “ıslah” değil, “ikna”dır. İkinci âlim profili ise tamamen İslâm’ın dünyaya armağan ettiği bir aydın tipidir. Bu âlim tipi “ıslah” eder, (eğer zalimse) iktidarla arasına mesafe koyar, meşruluğunu iktidardan almaz ve bu yüzden iktidara meşruluk vermek gibi bir derdi de yoktur. Birinci âlim tipi iktidarla toplum arasında “aracı”dır ve mesajı tek yönlüdür; sadece iktidarın meşruluğunu ve sorgulanamazlığını kitlelere götürür. İkinci âlim tipi hakikatle (gerçekle) toplum arasında “aracı”dır fakat bu aracılık hakikat-toplum kanallarının açık kalması için yapılan bir aracılıktır ve burada amaç birincinin tam tersine gerçek iktidarın mesajını yani Allah’ın mesajını kitlelere ulaştırmaktır; yani ileti yine tek yönlüdür fakat bu defa haktan halka doğru. Ayrıca bu âlim tipinin iddiası, Allah için yapmak ama Allah adına yaptığı iddiasında olmamaktır. Zaten ne zamanki bir âlim haktan halka yerine halktan halka bir şey götürme iddiasında olmuştur; yavaş yavaş birinci âlim(!) profiline girmeye başlamıştır. Dolayısıyla ilk guruptaki âlim bir kast sistemi oluştururken ikinci gruptaki âlim bir inanç sisteminin ayakta kalması için mücadele veren adamdır. İlk âlim propaganda yaparken; ikinci âlim ıslahın derdindedir. İlk âlim “Allah adına zalimler için” konuşurken; ikinci âlim “Allah için mazlumlar adına” konuşur vs.
Ve tarihte hem yukarıdaki iki aydın tipinin geriliminin yaşandığı hem de aydın tipinin ufak ufak nüvelerinin oluşmaya başladığı bir dönem olarak Gazzâlî dönemini alabiliriz. Sanırım Gazzâlî’nin hayatında bu savaşımların en ciddi örneklerini görebiliriz.
Öncelikle “Âlimin sürçmesiyle âlem sürçer.” diyen Gazzâlî’nin, âlimleri; maddiyat için okumuş, cübbeler giymiş, makam işgal etmiş, cedel ehli ve Allah için okuyan hakiki âlim diye ikiye ayırdığını görmekteyiz.[5] Hayatı boyunca bu tarz ikilemleri yaşadığını düşündüğümüz Gazzâlî, bir dönem medresede çok iyi bir mevkîye gelmiş, sonra bu mevkîyi terketmiş, sûfizme yönelmiş fakat sûfiliği de eleştirmiş, felsefecilere çok ciddi eleştiriler yöneltmiş bir ilim adamıdır. Kısacası Gazzâlî’nin hayatında bir tutunamamışlık, bir arayış sürekli var olmuştur. İlerde aydın kavramının oluşumundan bahsederken değineceğimiz gibi aslında Gazzâlî’nin bu tutumu, bu tutunamama durumu bir yönüyle “aydınsal” bir tutumdur. Zira Edward Said entelektüel kitabının daha başında aydını ”sürgün, marjinal, yabancı” diye tanımlar. Yani aydının içinde büyüdüğü kuluçka budur. Aydın bir yanıyla tutunamayan adamdır ama devre dışı da kalamaz Şimdi aydının oluştuğu şartlara genel olarak bakmadan önce şunu itiraf etmeliyiz ki kelimenin gerçek anlamıyla modern aydın Batı’nın çocuğudur. Elbette ki değişik dönemlerde değişik toplumların “aracı”ları, aydınları olmuştur. Bunlar kâh rahip kâh şaman kâh âlim(!) Kâh büyücü olmuştur ve yukarıda değindiğimiz gibi bunlarla modern aydın arasında bir devir teslim de vardır. Fakat Batı aydınını diğerlerinden ayıran birçok fark vardır. Batılı aydının oluşum sürecine baktığımızda sanırım ne dediğimiz daha iyi anlaşılacaktır:
“Özellikle matbaanın keşfiyle birlikte geleneksel bilgi ilişkileri tümüyle altüst oldu. Önce bilgi nesnelleşti. Kendisinden her biçimde yararlanılacak bir metaa dönüştü. Asıl önemlisi, kilisenin epistemik statükosunun yıkılmasıydı. Cemaatlerin İncil yorumları kutsallıklarını kaybederek, burjuvazinin amaçlarına uygun yorumlarına dönüştü. Artık İncil bütün uluslara ve bireylere ulaşarak kitleselleşti. Herkes istediğinin yorumunu yapabilecekti. Böylece kilise cemaatinin bilgi otoritesi yıkıldı. Batılı aydın bu yeni oluşumdaki yerini rahipler ve soylular dışında belirledi. Özellikle Rönesans’la birlikte ortaya çıkan bu yeni koşullar bilginin laikleşmesi sürecini başlattı, kilise kurumunun dışında ve çoğu zaman kilise bilgisine aykırı bilgi üreten yeni insanlar, modern aydınların ilk örnekleri belirmeye başladı. Birtakım seküler kavramlar da bu arada toplumda baskın idealler haline geldiler. Fayda egemen bir toplumsal değer; özgürlük, egemen siyasal kavram; bilim, en değerli insan çabası, natüralizm de felsefi ideal oldu… İnsanlık tarihinde ilk kez toplumun karşılaştığı meseleleri salt kendi aklının gücü ile çözebileceğini güvenle iddia etmeye başlayan bu kılavuzlar, geçmişin tüm tecrübe ve bilgeliğini işe yaramaz, safsata ve kör gelenek kabul ederek reddetmişlerdir… Dolayısıyla aydının ortaya çıkışı, ekonomik olgulardan bağımsız olarak ele alınamaz. Bu, öncelikle aydınların hürriyete kavuşmasında ve matbaa gibi bir silahla donatılma-sında kapitalizmin oynadığı rolde izlenebilir.
Bunların dışında aydınların ortaya çıkmasındaki diğer bir takım faktörleri şu şekilde sıralamak mümkündür. Avrupa hükümet şekillerinin önemli ölçüde çok milletli yapısı, büyük ve ataerkil ailenin yerini çekirdek ailenin alması, ilkokul, yükseköğretimin müesseseleşmesi ve yaygınlaşmasının aydınlara uygun işleri artırması, farklılaşan eğitim sisteminin giderek aile sisteminden tecrit olarak öğrenciler arasında aile değerlerinden farklı ve önemli bir değer haline gelmesi, halk eğitimi ailede eğitim sisteminin etkisini sınırladıkça devletin etkisinin artmasıdır.”[6]
Kısacası modern aydın, tarihin o güne kadar gördüğü en ciddi, en büyük sosyal çalkalanma ortamının çocuğudur. İnsanlığın kadim geleneksel, değer, bilgeliklerinin; matbaa, Rönesans, kapitalizm, özgür-lük, bilim vs. gibi kavramlarla domino taşları gibi düştüğü bir dönemin çocuğudur aydın.
Burada aydının, modern aydının iki yönünden sözedilebilir: Birincisi “olumlu” ikincisi “olumsuz” işlevi. Önce aydının olumlu işlevinden sözedelim: Sonuçta bu yeni baştan var olan ve kendine yeni bir anlam dünyası yaratan dünyanın, modernitenin “aracı”sı yani âlimi aydındır ve ne olursa olsun özellikle kendi toplumunda bir “vicdan“ görevi görmüştür. Fenelon ve Massillon 14. Louis’in bazı savaşlarına karşı çıkmış, Voltaire Palatinlik’in yıkılmasını mahkûm etmiş, Renan Napolyon’un vahşetini kınamıştır. Kaldı ki bu yenidünyanın vicdanı olmak zannedildiği kadar kolay değildir, çünkü bu dünyanın bir vicdanı yoktur henüz. Vicdansız yenidünyanın vicdanını yani etiğini, değerlerini oluşturmak zorunda kalmıştır modern aydın. Hatta eski bilgelikleri yok sayarak var olan bu yenidünyaya bir gelenek, bir dîn vs. kazandırmak yükümlülüğüyle baş başa kalmıştır. Bu yüzden Cemil Meriç’in tabiriyle hep “gergin bir şuur, itiraz ve isyan” olmak zorunda kalmıştır. Kendini içinde bulduğu dünyaya hem bir yaşam gerekçesi, bir varoluş kaygısı, bir sebeplilik, bir anlam, bir ufuk kazandırması gereken hem de tebaası için cenneti ve cehennemi yeniden tanımlaması gereken bir sorumludur o artık. Yani yeni bir fizik âlemi kadar yeni bir metafizik de tanımlayıp; iyiyi-kötüyü yeniden yaratmak zorundadır, hatta bu “değer” kavramını hiçleştirip iyi-doğru-güzel kavramlarını tarihin çöpüne atabilir. O, insanlığın asırlardır tanrılarla, mitolojilerle, hurafelerle, ritüellerle, inançla, büyüyle anlamlandırabildiği bir hayatı tek başına (ya da grup olarak) anlamlandırmak zorundadır artık. Şerif Mardin’in de değindiği “Batılı aydınlarda beğendiğimiz “açık uçlu” düşünce”yi yaratan da kanaatimizce budur. Zira her şeyi sorgulayabildiği bir ortama doğmuştur O. Modern aydının üstlendiği bu yeni rol diğer aracılarınkinden farklıdır, zira bu rol kolektif hayatın bizzat temellerinin sorgulanmasını mümkün kılar. O, hiçbir şeyin bağlayıcılığının olmadığı, eski tanrının öldüğü ve yenisinin henüz doğmadığı bir dünyanın rahibi oldu. Dolayısıyla açık uçluluğu; geniş kapasite-sinden ziyade, at koşturabileceği bomboş bir arazi bulmuş olmasındandır. Öyle ki bu arazide ağzından çıkacak her söz bir ayet, bir dîn tesirini yapabilirdi, ona tanrıları yeniden yaratma ya da tanrıları artık yaratmama fırsatı verilmişti, işi çok zordu! Zamanla kendiliğinden açılmış ve ancak tanrının doldurabileceği büyük boşluğu kendisinin doldurması bekleniyordu. Bu yanıyla tüm zamanların en talihsiz “aracı”sıdır modern aydın ve gerçekten harika işler de başarmıştır. Bir hakikat yaratmak ve buna da insanları inandırmak zorunda olan bir kul… Bir talihsiz ama bir açıdan da bir en şanslı… Bir yapayalnız ama bir açıdan da bir en sosyal… Bir hırçın, bir öksüz, bir köksüz, bir acıperest ama bir açıdan da bir düzen kurucu, bir baba, bir insanlık mimarı, bir hayalperest… Zıtların birleşiminin doruğunu yaşayan adam… Dünyanın en şanslı ve şanssız adamı… Bir yanda bir tanrı(?) olabilme ihtimali, diğer yanda bir kul dahi olamama…
Diğer dönemlerin aracılarından oldukça farklı acıları vardır modern aydının. Diğer dönemlerde bir şaman ya da bir âlim, ne üzerinde çalıştığını bilir, haddini aşacağı bir noktaya getirmezdi aracılığını. Modern dönemin aydınının ise kırmızıçizgileri yoktur. Ne, ne şekilde söyleyeceğiyle sınırlanmıştır ne de ne söyleyebileceğiyle: “Modern entelektüelin en önemli sorunlarından biri; ürettiği bilginin sonuçlarını denetlemek ve “bilgisini” korumak imkânına sahip olmayışıdır.”[7]
Modern aydın, insanlığın büyük değerlerinin domino taşları gibi birer birer devrildiği bir dönemde “ayakta”kini oynayan adamdır. Artık büyüsü bozulmuş bu dünyanın (Weber) enkazlarından doğmuştur. Kendi küllerinden doğacak Anka kuşunun aksine; külü yoktur çünkü yenidünyanın ilk ateşi kendisidir. Bu açıdan bu enkazın altından “kimsenin sormaya cesaret edemediği soruları sorma görevini üstlenen”[8] “hakikati görmemiş olanlara, hakikati söyleyemeyenler adına, hakikati söyleyen”[9] “öncü kimliği olan”[10]“amacı insan özgürlüğünü ve bilgisini artırmak olan”[11]“zorunlu olarak devrimci olan”[12] bir kişiliktir tarihte. “Aydın bütün cemiyet hadiseleri karşısında uyanık bir vicdan, her haksızlığa karşı uyanık bir şuur, ama gergin bir şuur, itiraz, isyandır.”[13]
Kısaca, bir boşluğa doğmuştur aydın. Tarihte ilk defa “tanrısız ama putsuz da” bir ortama doğmuştur ve aslında aydının olumsuz yönü diyeceğimiz şey tam da bu noktadan başlıyor. Aydının bu ortamın sürekliliğinde aldığı ahlâkî pozisyon ve dîndışı görünümlü dînî duruş onu kişiliksizleştirmiştir. Yani iki sıkıntı vardır burada: Birincisi “etik” kriz, ikincisi “taklit” krizi.
Birinci “olumsuzluk”u aydının bu nötr durumdan yararlanarak bir ahlâk geliştirememiş olmasıyla açıklayabiliriz. Elbette aydının doğum şartları zordur (yukarıda değinmiştik) fakat avantajları da çoktur ve aydın bu kimlik bunalımını aşamamıştır. Bu yüzden modern aydın; hep biraz bunalım, biraz küstah, biraz rahatsız edicidir. Bu yönüyle merhum Ali Şeriati’nin “Sizleri rahatsız etmeye geldim!” söylemi de aydınsal bir reflekstir. Bazı düşünürlerin aydın tanımına bakarsak, bu konuda bir fikir sahibi olabiliriz sanırım: Aydın, mutsuz olmak için doğmuş bir zümredir (Toynbee), O bir hastalıktır, hem de öldürücü bir hastalık (Dostoyevski), Anemik kanayan bir kalptir (Bromfield), halkın üzerinde gereksiz bir baskı aracı (Hoffer), başkalarının işine burnunu sokan kişidir (Michels), okur-yazar denen o eski başbelası (M. Akif).[14]
İmmanuel Kant, modern dönemde artık “aklın ahlâkî yükümlülüklerin de vericisi olacağı”nı iddia etmişti. Ona göre artık dînin vs. tanımladığı değil de yeni bir ahlâk tarzı doğuyordu. Oysa bu itkiyle yola çıkan modern aydının, hem dünyayı eski etik değerler-den ettiğini hem de yeni bir etik yaratamadığını görmekteyiz. Sartre, rahibin derebeyiyle köylü arasında aracı olduğunu söylemişti. Yeni dönemde aydın da iktidarla halk arasında aracı olmuş, bu misyonu devam ettirmiştir. Her ne kadar özgür doğmuş olsa da aydın kiliseye karşı kazandığı özgürlüğünü burjuvaya pazarlamış, sonra ondan da aldığı özgürlüğü verimli bir hâle çevirememiştir. Rahibin halkı denetim altında tutması misyonunu aydın da yerine getirmiştir. Sadece rahibin imparatorluğuna karşılık ulusu icat etmiş, manastıra-kiliseye karşılık fabrika-laboratuvarı geliştirmiştir. Rahip için bir tapınak olan doğa, aydın eliyle de bir atölyeye dönüştürülmüştür. Rahibin cübbesinin yerini bilim adamının önlüğü almıştır.
Modern aydın, en belirgin vasfı olan “özgür düşünce”yi koruyamamış, tiranlığa karşı başlattığı savaşı tiranlaşarak noktalamıştır. Daha aydınlanmanın başlarında, 1760 gibi erken bir tarihte, Diderot tarafından ortaya atılan “aydınlanmış despotizm” söylemi, aydın çelişkisi açısından manidardır.[15] Bu arada aydınları, dünyaya bakmaları gereken perspektifi kaybettikleri gerekçesiyle eleştirdiği ‘Aydınların İhaneti’ni yazdığında 1927 yılını gösteriyordu takvimler.[16] Zamanla; misyonlarının dışında, iktidarları meşrulaştırıcı bir şeye dönüşen aydınlar; birinci kategorideki âlimlerin kötü bir kopyası olmanın ötesine geçememişlerdir. Evet, modern aydın, artık bir seküler âlimdir; sadece tapınağı doğa, tanrısı egosu, ufku kendi zekası, inancı bir tür nihilizm, acısı spesifik, tasaları felsefik olan bir seküler imamdır. Bilinçsiz bir zamanın, bilinçsiz bir mekânın şuursuz çocuğu… İnsanlığın tüm birikiminin karşısına kendi zamanının küstahlığıyla çıkan, kendini tüm zamanlara rahmet üfleyen bir kurtarıcı gibi gören, doğruyu-yanlışı, iyiyi-kötüyü, güzeli-çirkini yeniden tanımlamaya çalışan, kısaca tüm zamanı yeniden yaratmaya çalışan bir tanrı adayı.
Bu noktada artık aydının olumsuz işlevinin ikinci yönünden bahsedebiliriz: Taklit yönü. Bu noktadaki iddiamız; modern aydının, dîne karşı varolurken (dîn karşıtlığı üzerinden varolma iddiasındayken), başka bir yaşam formatı ve değerler düzlemi üretemediği ve kendini ‘dîn’leştirdiği iddiasıdır. Dindışının ve ‘anti-dîn’in insanları tatmin edebilecek yorumlarının geliştirilememiş olması; dînî formatı taklit eden ama iddiası özgürlük olan bir tarz yaratmıştır. Öncelikle aydınlar ruhsal otoriteyi eleştirerek başlamışlardır serüvenlerine. Onlara göre kilise bir tür ‘kutsal bilgi’yle insanları denetim altında tutuyor, bir ‘bilgi tekeli’ yaratıyordu. Oysa “modern toplum da ‘tarafsız bilgi’ mitiyle aydınları ayrıcalıklı kılmıştır.”[17] Kutsal bilgiye karşı tarafsız bilgi… Modern aydın, insanların neye inanacaklarını belirleme yetkisinin bir avuç özel yüksek dîn cemaatinde olmasını eleştirir. Oysa Thomas S. Kuhn’un ‘Bilimsel Devrimlerin Yapısı’ ve Hüsamettin Arslan’ın ‘Epistemik Cemaat’ adlı eserlerine baktığınızda, bilim dünyasının da bir “gizli-görünmeyen kolej” tarafından yönetildiğini görürüz: Papalığa karşı kolej. Modern aydın, kiliseyi ve tüm dînleri egemenlerin çıkarlarının parçası olmakla suçlarken; kendisi “devletin ideolojik aygıtı” (Althusser) olmaktan öteye gidememiştir. Modern aydın, kilise-cami-tapınakların insanları sömürdüğünü söylerken; buna karşı yarattığı dünyada, fabrika-laboratuvar-atölye üçgeninde insanların ruh ve enerjilerini tüketmiştir: Tapınağa karşı atölye. Modern aydın, binyılcılık, Mesihçilik gibi inançları eleştirirken (haklı olarak); kendisinin ürettiği sosyalist toplum, kusursuz gelecek gibi kavramların da en az bu kadar ütopik olduğunu görmez: Mesih’e karşı devrim. Modern aydın, peygamber kavramını eleştirirken; Niechtze’nin peygamberâne tavır takındığı için aydını eleştirdiğini görmez. Modern aydın âlimin ‘ıslah’ını dayatma olarak yorumlarken; kendi bilimsel fetvalarını görmez: Fetvaya karşılık makale. Modern aydın âlimin ‘hırka’sını eleştirir ama kendi ‘önlük’üyle toplumda saygınlık kazanmak ister: Hırkaya karşı önlük…
Kısacası, modern aydının yarattığı, tutunduğu, tutunmaya çalıştığı dünya sembolleri, değiştirilmiş bir dîn sistemidir. Yıllarca okullarda tarihin en büyük düşünce hamlesi diye okutulan (ve tabii insanlığa olumlu birçok şey katmış olmakla birlikte) aydınlanmanın mimarı olan modern aydının yarattığı dünya budur işte: Bir dîn kopyası. Dîne karşı dîn.
Toparlayacak olursak; aydın, tarihteki türdeşleri gibi tarihin bir döneminde ortaya çıkmış, kendi rolünü oynamış bir ‘aracı’dır. Çok farklı iddialarla ortaya çıkmış olmakla birlikte, o da standartlaşmış, tarihin posasında erimiştir. Özellikle kendi toplumunda (Batı’da) çok önemli işler başaran aydın, dünyanın geri kalanını bir karmaşaya boğmuştur. Dünyada yeni bir etik yaratma iddiasında olmuş, lakin bir dîn taklitçiliğinden öteye gidememiştir.
Özetle, tarih yine tekerrür etmiş, umudun bir dev hamlesi daha, hırs ve tutkularda boğulmuştur. İnsanlık bu tekerrürleri ‘ibret’ sabrıyla aşıp onlara gerçeği öğretecek ‘alim’lerini beklemektedir.
[1] Ensar Çetin, Türk Halkının Aydın Din Âlimi Algısı, Toplum Bilimleri Dergisi, Ocak-Haziran 2012, s. 194
[2] Ernur Genç, Sosyolojik Açıdan Entelektüel Kavramlaştırmaları, Basılmamış Doktara Tezi, s. 11-12
[3] Genç, A.g.t. s. 16
[4] Genç, A.g.t. s. 17
[5] Bülent Çelikel, Ulemanın İhaneti: Gazâlî’nin Ulema Eleştirisi, TYB Akademi, Yıl: 1 S. 1 Ocak 2011, s. 142
[6] Mustafa Tekin, Batı’da ve Türkiye’de Aydının Dini-Sosyolojik Portresi, S.Ü. İlâhiyat Fakültesi Dergisi, S. 17
[7] Kenan Çağan, Entelektüel ve İktidar, Hece Yay., s. 82
[8] Çağan, A.g.e. s. 90
[9] Çağan, A.g.e. s. 237
[10] Çağan, A.g.e. s. 15
[11] Çağan, A.g.e. s. 18
[12] Çağan, A.g.e. s. 17
[13] Çetin, A.g.m. s.195
[14] Çağan, A.g.e. s. 49
[15] Genç, A.g.e. s. 30
[16] Genç, A.g.e. s. 84
[17] Genç, A.g.e. s. 146