Bu röportaj, Filistin İçin Afrika Platformu (AFP) bünyesinde gönüllüler tarafından bir dizi webinar dâhilinde Profesör Farid Esack ile yapılmıştır. AFP, Filistin-Afrika ilişkilerinin güçlendirilmesine ve İsrail apartheidinin Afrika kıtasına sızma ve etkisini artırma girişimlerine karşı koymaya odaklanan bir platformdur. Platform kendisini; “İlerici enternasyonalizm ve dünyanın ezilen haklarıyla birlikte durma karalılığı konusunda bizimle aynı ruhu taşıyan dayanışma grupları, sendikalar, siyasi oluşumlar ve insan hakları örgütleriyle çalışan” bir gönüllüler kuruluşu olarak tanımlamaktadır. Röportaj yapılan Profesör Farid Esack, Güney Afrikalı Müslüman İlahiyatçıdır ve Johannesburg Üniversitesi’nde İslam çalışmaları alanında görev yapmaktadır. Ayrıca AFP gönüllülerindendir.
İlk olarak şunu sormak isterim Profesör: Sizi ‘Filistinliler için özgürlük’ mücadelesine böyle derince bağlayan şey nedir?
Müsaadenle bu soruya başka bir bağlılığımla cevap vermek isterim. İnsanlar ya da İsrail yanlısı insanlar bana sık sık şu soruyu soruyorlar: Neden İsrail’i dışlıyorsun? Filistin mücadelesine bağlı olan çoğumuz, aslında bunu sahip olduğumuz pek çok diğer bağlılıkların bir genişlemesi olarak görüyoruz. Bugüne kadar çok uzun yıllar boyunca cinsiyet eşitliği mücadelesine bağlı kaldım. Kadınların Müslüman toplumlarda maruz kaldığı baskı üzerine uzun yıllar boyunca çokça yazdım. Kur’an-ı Kerim’den yorumlanan kadına yönelik şiddetin gerekçesini eleştirdim. Güney Afrika’da ilk demokratik hükümette beş yıl boyunca cinsiyet eşitliği delegesi olarak görev yaptım ve tahminimce pek çok cinsiyet eşitliği savaşının gazisiyim ve hâlâ da zorlanıyorum. Bu nedenle beni bu özel cihatta, cinsiyet eşitliliği cihadında etkileyenin ne olduğunu sorduklarında, sıklıkla sekiz yıl kadar medrese öğrencisi olarak kaldığım Pakistan’da yaşadığım tecrübeleri alıntılıyorum. Orada apartheidin başka bir biçimi ile yüz yüze geldim. Müslüman bir toplumun içinde kadının, tam olarak aynısını Güney Afrika’da bir siyahi olarak deneyimlediğim marjinalleşme ve baskının konusu olduğunu gördüm. Güney Afrika’da beyazların üstünlüğü için, ataerkil egemenlik için başvurulan bu tür teolojik gerekçelerin tamamı bana da sunuldu. Ataerkil egemenlik biyolojiktir, Kur’an’da vardır, kültürümüzde vardır. Ama cinsiyet apartheidini gördüm ve apartheidden geçen bir Güney Afrikalı olarak bu kıyaslamayı yapma hakkını kendimde görüyorum.
Eğer sizi doğru anladıysak Profesör, Filistin mücadelesine bağlılığınızın ve İsrail apartheidine karşıtlığınızın kökeni, adaletsizliğin herhangi bir biçimine karşı kesişimsel ya da baskı-karşıtı geniş bir çalışma alanından besleniyor. Peki, bu şekilde karşılaştırmalar yaptığınızda insanların karşılığı ne şekilde oluyor?
İnsanlar çok seçici aslında. Eğer bu onların favori konularıyla ilgiliyse, Pakistan’da veya Kuveyt’te cinsiyet ayrımcılığından bahsediyorsanız ve bunlar beyaz-liberal bir topluluksa, senin adına çok mutlu oluyorlar. Bu yüzden genellikle benim farklı türdeki baskılar arasında bağlantı kurabilme yetim, Batılı dinleyicilerim tarafından hoş karşılanıyor. Cesurca, prensipli ve bilgece görülüyor. Çoğunlukla bu karşılaştırmaların detaylarıyla pek ilgilenmiyorlar. Ötekileştirmenin etkisi, biyolojik avantajla veya yaratılış mitleriyle (bunun ontolojik türevleriyle, kadın erkekten yaratılmıştır, yani kendilerinden menkul bir yaratılışları yoktur gibi) insanlar üzerinde tahakküm kurmanın mantığı ile aynıdır. Apartheidin son başkanının karısı Marike de Klerk’ın sözlerinde belirttiği gibi siyahlar, zenciler, ikinci bir fikir olarak yaratılmış, onlar Tanrı’nın insan ırkını yaratmasından geriye kalan artıklardır. Yani aslında farklı biçimlerde karşılık veriyorlar. Fakat sosyal adalet, sosyal dönüşüm ve cinsiyet eşitliği konulu çalıştaylardaki sunumlarımda bu analojiyi kullanmaya başladığımda uyandıracağı tepkileri merak ettim. Örneğin pek çok Güney Afrikalı Müslüman erkek kolaylıkla apartheidin temel mitlerini fark ettiler. Çünkü kurbanlar arasında onlar da vardı. Bu mitleri tanıma ve teşhir etmek, kendilerine yapılan yanlışları kabul etme ve apartheid sonrası Güney Afrika’da bu hataların pozitif ayrımcılık ile telafi edilme ihtimaline olanak sağlanabileceği anlamına geliyordu. Dolayısıyla sıra ırkçılık ile cinsiyetçiliği ilişkilendirmeye geldiğinde, ‘hayır bunu yapamazsın’ diyorlar. Çünkü erkekler artık kurban değil. Aslında post-apartheid Güney Afrika’sında, Apartheid Güney Afrika’sının hasarlarını telafi etmek, eğer cinsiyet karşıtlığına bağlıysa bu, siyahi erkeğin iş bulma konusunda siyahi kadının gerisinde kalması anlamına gelebilir. Genellikle üst düzey beyaz memurların yanıtları da ilginçtir, umuma açık yerlerde argümanlarımı kabul ettiler çünkü yeni beyaz Güney Afrika’da iş güvenliğine ihtiyaç duyuyorlardı. Bu nedenle yeni ülkenin Ortodoksluğuna, ırkçı ve cinsiyetçi olmamasına saygı göstermek için sınırlı seçenekleri vardı. Fakat sunumlarımda çoğunlukla birbirlerine yandan bakışlar attıklarını, bütün bunlarla, ırkçılığın cinsiyetçilikle aynı şey olduğu söylemleriyle dalga geçtiklerini yakalıyordum.
Dolayısıyla insanların baskının farklı dışavurumları arasında farklı, türlü ilişkiler kurmayı kabul veya reddetmesi, apartheid olarak İsrail sorununu ele almak için çok uygun. İnsanlar ne tür karşılaştırmalar yapmak istedikleri konusunda çok çok seçici. Dolayısıyla cinsiyet ayrımı hakkında konuştuğunuzda, pek çok beyaz liberal veya Siyonist sahnede yer alma konusunda çok hevesliler. Ama bir apartheid olarak Siyonizm’i konuştuğunuzda insanlar diyorlar ki hayır apartheid siyahilere özgüdür. Siyonizm ile apartheidi karşılaştırdığında Güney Afrikalı siyahileri alçaltmış oluyorsun. Bu konu cidden onların önyargılarıyla ve prensiplerini çok fazla seçici olarak uygulamalarıyla bağlantılı.
Onların düşman olduğunu söylemiyoruz, fakat insanları kazanmak ve insanlara meydan okumak için farklı yollara ihtiyacımız var. Bu nedenle farklı baskı türleri ile hepimizin karşılaşmış olduğu apartheid baskılarının çeşitli biçimleri arasındaki ilişkiyi paylaşmanızı takdir ediyorum. Diğer soruma geçecek olursak, bizlere apartheid Filistin’ine ilk gidişiniz ve ilk izlenimlerinizi aktarabilir misiniz?
Oraya sekiz defa gittim ve sonuncusu sanırım on yıl önceydi. Ziyaretlerimde her zaman insanların varoluşlarındaki ayrılıklara karşı hayrete düştüm. Toplumun, Filistinli Arapların ve Yahudilerin hayatı aşırı derecede içi içe geçmiş durumda olsa bile, aynı topraklarda bu halkların birbirleriyle karşılaşmadan geçiyor olması oldukça olası. Muhtemelen Filistinlilerin sıkça karşılaştıkları kişiler bir asker, bir polis, bir buldozer veya yerleşimcileri koruyan bir güvenlik görevlisidir. Mesela Kudüs’te, Eski Şehir’de karşıt tarafların dükkânlarını, Ortadoğu’da sadece bir yerde veya belki de pek çok Afrika pazarından bile fazla, bu derece bir yakınlıkla, yan yana görmek mümkün olmasına rağmen. İsrailli bir Yahudi tanıyorum, ailesi Iraklı. Tüm hayatını İsrail’de geçirmiş. Tırnak içerisinde, sıradan bir Filistinliyle ilk defa 40 yaşında karşılaşmış, İsrailli Yahudilerin büyük çoğunluğu gibi. O zamana kadar onlarla yalnızca restoranlarında yemek yerken veya İsrail sokaklarını temizletirken karşılaşmıştık diyor. “İlk sıradan Filistinlisi” ile genel müdür yardımcısı olarak çalıştığı büyük bir İsrail telekomünikasyon şirketinde işi sırasında tanışmış ve Filistin’e televizyon uydusu kurma olasılıklarını konuşmak için bir araya gelmişler. Sonrasında kayınbiraderine iyi giyimli ve ‘normal bir iş adamı’na benzeyen bir Filistinli görmüş olmaktan ne kadar etkilendiğini anlatmış ve bahsettiğim adam bunu çocuksu bir şaşkınlıkla karşılamış. Çünkü ayrılık ona Filistinlilerin temiz, iyi giyimli olamayacaklarını ve düzgün bir iş diliyle konuşma yetisine sahip olmalarının olası olmadığını öğretmiş. Peki, nasıl oldu da bu İsrailli 40 yıl boyunca bunu görmedi, nasıl oldu da görmemeyi seçti? Nasıl oldu da yıllar boyunca sayısız turist geldi ve bunu görmedi? Aslında gerçekten de bunu anlamak hiç de güç değil. Latin Amerika için de aynı. Nasıl oldu da Montgomery/Alabama’yı gördük de Gazze’yi göremedik? Soru şu ki biz daha önce görmemek için kör olmaya zorlandık mı? Bir şekilde gördüğümüzü görüyoruz ve gördüğümüz de neyi görmek istediğimiz ile belirleniyor.
Geniş anlamda ilk izlenimlerinizi aktardınız. Fakat havaalanına vardığınızda nasıl bir muamele gördüğünüzü merak ediyorum. İlk izlenimleriniz hakkında biraz daha bilgi paylaşır mısınız?
Hepsinden önce, ten rengim büyük bir olaydı. Kulağa Arapça gibi gelen ismim ve muhtemelen geçmişimin zekice bir taraması… Bunu anlatmak oldukça berbat ve acı. Dram, daha Johannesburg havaalanında başlardı, eğer Almanya vb. bir yere uçmuyorsam. Bütün bu faktörler aslında, İsrail’e herhangi bir seyahatimi ertelememe neden olan faktörler. Şikâyet etmiyorum bu kenara itilmelerden. Aktivistler olarak kendimizi ne tür bir duruma soktuğumuzu bilmemiz gerektiğini düşünüyorum ve aslında eğer sınır dışı edilirsek ya da girişimiz reddedilirse, bu bir çeşit onur nişanesi olur. Bütün aktivistler bunu bir övgü olarak kabul ederdi. Elbette ki bu muamelelerin hiçbiri bizim ayrımcılığa karşı protesto ve itirazlarımızdan vazgeçtiğimiz anlamına gelmez. Kendimi havaalanındaki check-in sırasında çok sık öteki olarak hissederim. Son derece kibar ajanlar tarafından üç dört saatlik kapsamlı sorgulamalar esnasında ayrımcılığa uğramanın sıra dışı bir durum olduğunu sanmıyorum. Son seyahatimden sonra bu duruma alıştım ve tabiî ki Tel-Aviv’deki uluslararası Ben-Gurion Havaalanı’na ulaştığınızda sorgulama en başından yeniden başlıyor.
Bir Güney Afrikalı için varır varmaz yaşanan dejavu hissi kaçınılmazdır. Apartheid rejimi altında yaşamış ya da sadece hayatta kalmış ve bunun failleriyle beraberlik içinde yaşayan bir Güney Afrikalı için bu dejavu hissi bir ‘veri’dir. İsrail’le ilk karşılaşma hususunda, sosyal olarak bilinçli olan Güney Afrikalı Siyonist arkadaşlarımla not alışverişinde bulunduğum esnada, İsrail’in parıldayan cazibesine karşı koyma dürtüsünü deneyimlediklerini özgürce itiraf ettiler. Fakat varış anından İsrail’den ayrılana kadar sürekli bir acıyla uğraşmak durumunda kaldıklarını da. Demek istiyorum ki bir şekilde hepimiz kendi tarihimizin çocuklarıyız. Kendi hikâyelerimizle kurduğumuz alâka, daha da acısı, başkalarının hikâyelerine karşı alâkasızlık. Yine de başkalarının hikâyelerinden etkilenmeyi seçiyoruz ve insanların hikâyesinden etkilenmeyi seçmek ve bu seçimi uygulama kapasitemiz, kanaatimce bu insanlığımızın bir barometresidir. Bu seçim olmadan vicdanı olmayan biyolojik bir varlıksın sadece. Ama başka insanların hikâyesinden etkilenmeyi seçiyorsun. Benim için bu senin insanlığını gösteriyor.
Benim Filistin’e ilk gidişim İntifada’nın başlangıcında oldu, 1988’de. Bizim kendi özgürlük mücadelemiz yeni ivmelere ulaşmıştı. Bu mücadeleye derinden katılan birileri olarak, İsrail devletine sempatik bakmak çok zordu. Burada, vurgulamam gerekir ki, ortada Nazizm’in acımasızlığına karşılık olmayı da içeren, birçok dürtüye cevaben kurulmuş bir devlet vardı. Fakat bir Güney Afrikalı olarak benim için bu ülke, silahlı ve utanmazca ırkçı olan ve Nazileri sapına kadar destekleyen bir Güney Afrika rejimiydi. Güney Afrika apartheidi kısmen, Güney Afrika’daki İngiliz toplama kamplarında acı çeken Afrikalılardan doğmuştu ve ideolojik olarak Hitler Nazizm’inden çok fazla etkilenmişti. İsrail, çocuklarımızı her gün katleden silahların çoğunu tedarik eden ülkeydi. Evet, İsrail’de kendimi, dünya pazarında ABD ve Avrupa Ekonomi Topluluğu ile arasındaki eşsiz ticari ayrıcalıklarını, Güney Afrika malları için sıçrama tahtasına dönüştüren bir ülkede buldum. Çok sonraları farkına vardım ki çeşitli Arap ülkeleri de Güney Afrika ambargosunun kırılması için harekete geçmişti. İsrail, ABD partnerliğinde, BM’de birçok kez açık bir biçimde apartheid Güney Afrika’sının yanında duran birkaç, bir elin beş parmağıyla ancak sayabileceğiniz devletlerden biriydi.
Burada pek çok tarihselliğin birleştiğini görüyoruz. Bütün bu farklı nüanslar, orada çok fazla başkaca zulümlerin yapıldığını ve birden çok tarihin iç içe geçtiğini gösterecek şekilde. Peki, ırkçı olmayan “yeni” Güney Afrika’nın, kısmen, uluslararası toplumun apartheid boykotunun bir sonucu olarak elde edilmiş olmasının hikâyesi nasıldır? Bu durum, İsrail apartheidine karşı verilmeye devam edilen mücadeleye aktif dâhil olmuş biri olarak sizde ne gibi bir yankı uyandırdı?
Filistin’e ilk ziyaretimin olduğu yıllarda İsrail’e karşı herhangi bir boykot ya da yaptırım yapılmasına karşı düzenli çağrılar yapmadık. Fakat buraya gelişimi ancak, çok açık bir biçimde kişisel bir dayanışma eylemi olduğunu göstererek temize çıkarabileceğimin oldukça farkındaydım ve buraya gelmekle politik bir tercih yaptığımın da farkındaydım. Bizim, hepimizin değil, dünya vicdanını apartheidden uzak durmaya çağırdığımız bir ülkeden geldiğimizi biliyordum. Dünyadaki bütün “ahlâklı” insanlardan Güney Afrika’ya karşı ekonomik, akademik ve kültürel boykota kulak vermesini bekledik. Ülkemizden ayrılma çağrısında bulunduk, bunun apartheid rejimi için suç teşkil ettiğini bildiğimiz halde. Şef Albert Lethuli (Ben, Lethuli Nişanı alanlardan biriyim. Bu, devlet tarafından verilen bir onurdur.) 1976’da ebediyete intikal etti. Ulusumuzun babasıydı, Nobel ödülü kazanmış biriydi, 1960’lar kadar erken bir tarihte dünyaya seslenmişti ve şimdi ondan alıntı yapıyorum: “Denizaşırı ülkelerden boykota destek veren insanları yürekten selamlıyoruz. Bizim amacımız gerçekten de buydu, Güney Afrika’ya etki edecek baskıyı uygulayabilmek. Bu baskı aracılığıyla Güney Afrika, Avrupalı olmayanlarla kurduğu ilişkiyi değiştirecektir. Biz Afrikalı insanlar olarak, özgürlüğümüzü hiçbir zaman mücadele etmeksizin kazanamayacağımızı biliyoruz. Fakat bu bizim için dünya çapında, özgürlük sevdalısı insanlarla olan dayanışmamızın gösterisidir. Sonuna kadar şiddetsizlik politikası izlemek zorundayız. Buna binaen sizin boykot kararınızı hoşça karşılayacağız. Boykot kararınızdan iyilikten başka bir şey çıkmayacağına inanıyoruz. Bir politikayı yenilgiye uğratmaya yönelik tüm çabalarıma rağmen, Afrikaner milyonlarca Afrikalı insanı sömürmeyi sürdürmektedir.”
Güney Afrika boykotu süresince yıllar içerisinde birleşmiş milletlerden, dost hükümetlerden ve uluslararası dayanışma aktivistlerinden pek çok ziyaretçi ağırladık. Diğer insanların gelişleri çoğunlukla ya da tamamıyla hoş karşılanmadı. Gelenler, beyazların Güney Afrika’sında oldukça az siyasi mükellefiyetleriyle, turist veya yatırımcılardı. Muhtemelen çok iyi insanlardı, hepsi masum ve apolitik olduğunu iddia ediyordu ama biz onları küçümsüyorduk. Beyaz Güney Afrika’sının davetiyle buradaydılar. Özgürlükleri ve canları ne isterse yapabilecekleri paraları vardı. Bu turistlerin veya yatırımcıların pek çoğu bizim ülkemizden, onlara sunmak zorunda olduğu büyüleyici güzelliğinden mest olarak döndüler ülkelerine ve onlara gülen siyah yüzlerin arkasındaki herhangi bir gerçeğe karşı tamamen kayıtsız, ilgisiz ve umursamazdılar. Etrafta şöyle konuşup duruyorlardı; “Ben Afrika’ya bizzat kendim gittim, etrafta dolanan saçmalıklara inanma, siyahiler orada gerçekten çok mutlu!” Elbette ki rastlaştıkları siyahiler onlara gülümsedi. Çünkü bu oyunun adı hayatta kalmadır. Eğer hayatta kalmak istiyorsan bu beyazlara gülümsemek zorundasın. Bu, onların seni gerçekten sevdikleri ve seni hoş karşıladıkları anlamına gelmez. Fakat bu, bir hayatta kalma oyunuydu ve biz de buna dâhil edildik ve evet, İsrail’e karşı boykot duyurulmadan çok önce biz buna inanmıştık. Güney Afrika’da, bünyesinde mağdur olmak zorunda kaldığımız aynı toplulukta buna aşinayız çünkü.
Güney Afrika’yı ziyaret eden turist ve ziyaretçilerden bahsettiniz. Peki, kutsal toprakları ziyaret eden dindar hacılar hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Elbette kutsal topraklara pek çok turist ve samimi hacı gidiyor. Sonuçta Hristiyanlar için inançlarının kuruluş hikâyesinin doğduğu yer orası. Dindar Yahudiler için ikinci tapınağın bulunduğu yer. Burada, Ağlama Duvarı ya da Batı Duvarı, her ne şekilde adlandırmak isterseniz, o tapınağın istinat duvarı, orada binlerce Yahudi her gün tapınağın yıkılışının yasını tutmak için bir araya geliyor ve kutsalların kutsalı olarak tanımladıkları şeye daha yakın olmayı arzuluyorlar. Kıvırdıkları kâğıtlara, Tanrı’ya, Hashem’e, en şahsi meselelerini yazıp duvarın çatlak ve köşe bucaklarına koyuyorlar. Bir yabancı olarak onları gözlemledim ve kalbim onlarla birlikteydi. Fakat bu erkeklere baktığımda kadınları da görmeyi tercih ettim. En sağdaki duvarda bir paravanla ayrılmış olan kadınları ve onların 1988’den beri dua etme haklarını korumak, bir tülbent giyerek, şal takarak seslice dua etmek ve Tevrat’tan seslice bölümler okuyabilmek adına süren başarısız yasal mücadelelerini. Kendimi onların yerine koydum, aynı zamanda şunu da çok merak ettim: Acaba bu kadınlardan herhangi biri, erkeklik, kontrol ve merkez pozisyonda olmak anlamına gelirken, erkeklerin dünyasında kendilerine alan açmak için verdikleri mücadele ile Filistinlilerin, “bizden olmayanın”, yani hem dini hem de ırksal anlamda bizden olmayanların -Yahudi olmayan anlamında- mülksüzleştirildiği ve yerinden edildiği bir dünya arasında bir bağlantı kurabiliyor mu? Bu onların, doğası gereği, kolektif ilerlemeci Yahudi kimliği fikrine nasıl bağlanıyor? Bu bir tarafta, diğer tarafta orada ‘güncel çekişme’ olarak adlandırdıkları şeyle hiç ilgilenmeyen sayısız Hristiyan turist var. Biliyor musunuz bu benim için şuna benziyor; uçsuz bucaksız tarihi ve sembolik değerleri ve güzelliği olan bir evde yürüyorsunuz. Evin şu anki sahibi tarafından hoşça karşılanıyorsunuz, açmamanız gereken bir kapı olduğunu fark ediyorsunuz ve belki de içeriden gelen boğuk ağlama sesleri işitiyorsunuz ama ev sahibine güveniyorsunuz çünkü ev sahibi sizinle aynı ırktan, aynı sınıftan, aynı dinden veya Hristiyan-Yahudi dindarlığınızda veya aynı medeniyet geçmişinin arka planında ortaksınız veya belki de sizin cinsiyet ilginizi paylaşıyor. Size: “Yok yok, işimin başındayım, kapının arkasından duyduğunuz sesler gerçek değil!” deyip duruyor. Gerçek olduğunu biliyorsanız da “Bilirsin ya işte, bunlar aile içi sorunlar.” ve “Bilirsin ya işte, arada sırada iyi bir dayağa ihtiyaçları var, aile içi şiddet, bilirsiniz işte.” deyip duruyorlar. “Evet, lütfen artık bu ağlamaları görmezden gelerek, diğer kapıya geçip devam edebilir miyiz? Sana bu tarihi, güzel ve devasa evin geri kalanını göstereyim ve inan bana etrafımızda dolaşan bu sesler ciddi bir şey değil.”
Eğer sizi doğru anladıysam Profesör, bana öyle geliyor ki şu noktaya varmak istediniz: İsrail-Filistin tarihinde ve tarihte bir taraf seçmenin ne anlama geldiği konusunda her zaman birden çok hikâye vardır. Sorumu soracak olursam, neden bu “sözde Filistin-İsrail çatışmasındaki” herhangi bir tarafın hikâyesinden etkilenmeliyiz? Neden her iki tarafı da dinlemiyoruz?
Öncelikle buna bir “sözde İsrail-Filistin çatışması” demene memnun oldum. Daha kötüsü de olabilirdi. Bu durumu İsrail-Arap çatışması olarak da adlandırabilirdin ya da insanların dedikleri gibi “Orta Doğu’daki durum” da. (Ancak bir İsrail apartheidi sözkonusu.) Olanları bir karı-koca anlaşmazlığı bağlamında açıklarsak bu arada, bu, kocasından dayak yiyen kadınla ilgili olur. Bu durum bizim hakkımızda, kendi güç çıkarlarımız ve konfor alanlarımızda rahatsız edilmeyi reddetmemiz hakkında ne söylüyor? Çünkü eğer kadına karşı şiddeti, ev içi şiddet olarak adlandırmak yerine kadına karşı şiddet olarak adlandırırsanız, erkeği yabancılaştırma riski oluşturursunuz ve eğer erkek olan partner sizin iş arkadaşınızsa, patronunuzsa veya işinizdeki en büyük müşteriniz ise o zaman vıcık vıcık bir hâl almaya başlar durum. Korkaklıkla şöyle söylenir; ‘Bak, açıkçası bu işin içine girmek istemiyorum.’ Bu bir yana, öte taraftan kendini avutarak, dövme sorununa değinmeden, bazı uzlaşmacı mırıldanmalar ederek yürüyüp gidersin. Muhtemelen konunun ilerleyen kısımlarında bu analojiyi kullanmaya devam edeceğim. Şu an için, küresel Kuzey’in insanlarının, özellikle de beyazların sormaları gereken soru, ırk, sınıf, ortak Avrupa mirasının çıkarları, medeniyet değerleri veya ekonomik çıkarlarından hangisine, olaylar arasında bağlantı kurmayı reddetmenizle ya da bu noktaları birleştirdiğinizde konuşmamanızla hizmet ettiğinizdir. İsrail’in davranışlarının en ufak bir şekilde kınanmasına ahlâki duyarlılığa sahip kişilerin neden alerjik tepki verdiği hususunda şaşkınlık içerisindeyiz. Tüm apartheid süresince fazlasıyla temsil edilmiş Yahudileri destekleyen insanlar, İsrail’in apartheid ihtimali sadece sorgulandığında bile rahatsız edici tepkiler veriyorlar. Dostane sohbet ekşiyor ve koşer olmayan konu uzlaşmacı bir otosansürle geçiştiriliyor. Dünyanın önde liberal savunucuları, bu duygusal mayın tarlasına girmeyeceklerini açıkça ifade ediyorlar. Uzun bir zaman önce, adını vermeyeceğim çok iyi bir arkadaşımla aramda bir konuşma geçti. Kendisi uluslararası alanda oldukça tanınmış ve özgürlük teolojisi akademisyenlerini epeyce ziyaret etmiş biridir. Ona, en azından aleni bağlantıları kurmadaki açık yetersizliğini, adaletle arasındaki bağlantının noktalarını sordum. “Filistin’deki duruma” karşı oldukça ilgisiz görünüyordu. Sorumu cevapladı ve dedi ki, “Hayır, ben aradaki ilişkiyi kurabiliyorum, fikirlerimi de sık sık karımla paylaşıyorum.” Arkadaşımı dinlerken, gözümün önünde yetişkinin birinin bir çocuğun noktaları birleştirme oyununu izlediğini hayal ettim. Bu yap-bozların genelinde, yeni başlayanlar için resim bariz bir biçimde ortadadır. Yetişkin, çocuğun noktalara dokunmadan bütün kâğıdı çizip durduğunu görür. Yetişkin, bu öğrenme sürecinin bir parçası olmak istediği ve yaratıcılığı teşvik etmek için oradan uzaklaşır. Fakat burada, liberal Siyonist ile sessizce oynanan oyundan ve onların noktaları birleştirmedeki yeteneksizliklerinden veya bunu reddetmelerinden farklı bir durum var. Bu, çocuğu noktalarda gizlenen resme karşı uyararak, onun arkadaşlığını kaybetme korkusudur. Bunu yaptığınızda çocuğun öfke nöbeti geçireceğinden mi korkuluyor, özellikle de bu çocuğun kendi kötü davranışlarının gerçekliğiyle yüzleşince öfke nöbetleri hakkında hak edilmiş bir ünü varsa? Çocuklar manipülatif olmanın ötesinde değiller. Bu nedenle Siyonistler, çoğunlukla diğerlerinin bu noktaları görmesine mâni olurlar. Çünkü öfke nöbeti geçirme yöntemleri kurarlar. Doğruların ne olduğunu bilirler ama öfke nöbetleri ne kadar büyük olursa onların gücüne karşı sizin gerçekleri konuşmakta bir o kadar yavaş olacağınızı bilirler. Yani bütün bu öfke nöbetlerinin içinde onlar için bir fayda gizli. Eğer noktaları birleştirebilirseniz, gerçek resim aslında pek de güzel bir şey değildir. Görünüşte masum bir çocuğu canavar gibi gösterdiklerini görürsünüz. Yetişkin, büyük ölçüde çocuğu masum olarak görmeye devam etmek ister. Çünkü yetişkin, çocuğun bir canavara dönüşmesinin sorumlusu olarak kendi istismarını düşünür ve evet unutmayın, beyaz Batılılar, beyaz Avrupalılar en nihayetinde Holokost’tan sorumludurlar. Kafalarının içinde bir yerlerde, o çocuğun canavara dönüşmesinden kendilerinin sorumlu olduğunu bilirler. Bu nedenle sürekli beraber oynarlar ve hiçbir zaman noktaların birleşmesini beklemezler. Global Kuzey’in, beyaz dünyanın, bu canavarın oynadığı roldeki jeopolitik konumundan elde ettiği devasa stratejik ve mali faydaları var. Bu hikâyeye geri dönmek gerekirse, arkadaşıma sessiz kalmayı sordum ve konuşmayı devam ettirmek için bir şeyler söyledi ama Filistinlilerin kötü durumunu asla içermedi söyledikleri. Arkadaşlarını uzaklaştırmak, gücendirmek istememekle alâkalı, muhtemelen de öyledir. Ancak benim için bu bir yandan kariyerlerimize ve işimize gerçekten bağlı olan bu eleştirilmemiş diyalog girişimindeki konuşmalarla, diğer yandan da en üzücü gerçek olan adalete ilkeli bir bağlılıkla, kendimizle yabancılaşmamızla ilgili.
Uzun uzadıya düşünmemiz için bize pek çok şey sundunuz. İsrail’i desteklemeye devam eden pek çok düzgün insan görüyoruz. Onları bu bağlamda nereye koymamız gerekir?
Bu benim de gerçekten merak ettiğim bir konu. ABD’de bunun için bir tabir var, PEP: Filistin Dışında İlerleme. Her şey hakkında ilericisinizdir, Filistin hariç. Kalpleri doğru tarafta olan bu sıradan ve ahlâklı insanlar nasıl olup da ikircikli davranıyorlar şaşıp kalıyorum. Sen onları ahlâklı olarak tanımlıyorsun ve ben de ama aynı zamanda ahlâklılığın doğasını da merak ediyorum. Ahlâk, tarafsızlık, ılımlılık, her iki taraf… Bunların bağlamları yok mu? Açık adaletsizlik konusunda ılımlı olmak gerçekten bir erdem midir? Ev içi şiddetin olduğu, kadının erkek tarafından dövüldüğü bir durumda, koca yıllar evvel babası tarafından istismar edildi diye, suçlu da aslında mağdur diye, her iki taraf da eşit bir biçimde davranılmayı mı hak ediyor? Koca, dün başka bir figür tarafından istismar edildi diye neden başkası onunla baş etmek zorunda kalsın? Hangi hikâyeye odaklandığımızla ve tarafsızlığı tercih ederek, kimin çıkarına hizmet ettiğimizle ilgili yanılsamalı bir taraf seçiyoruz.
Size yirmi yılı aşkın süre önce öğretmenlik yaptığım New York’taki Union Theological Seminary hakkında bir hikâye anlatayım. Hristiyan ilerici düşüncelerinin kalesidir burası. Union’da sıklıkla heteroseksüel beyaz erkeklerin oraya, günahkâr ontolojik durumlarına binaen Tanrı veya Tanrıçalar önünde günah çıkarmaya geldikleri izlenimini edinirdim. Öğrenciler ve öğretim üyeleri, yeryüzündeki akla gelebilecek her türlü marjinal düşkünlüğün dâvasını savunmayı benimsemişlerdi. İdeal ilerici bir yer gibiydi. 2001’de 11 Eylül’de İkiz Kulelerin yıkılışından iki saat sonra, şapelde verilen ayin inanılmazdı. Öğrencilerden biri, âbidlerden İkiz Kulelerin ikinci/üçüncü dünya vatandaşları için korkunç bir ekonomik terörizm biçimini temsil ettiğini asla unutmamalarını rica etti.
Oysa oradaki bütün personel ve öğretim üyeleri için Filistin uzayda bir yerdi ya da Filistinliler bir uzaylıydı. Profesör Mark Ellis, Yahudiler arasındaki en derin, çağdaş hikmetli seslerden biri, Union Theological Seminary ve yolun hemen karşısındaki Hebrew Theological Seminary arasındaki bir anlaşmadan söz ediyordu: Bir sessizlik anlaşması. Mark Ellis’in sözlerinde, gerçek ve çokça ihtiyaç duyulan Hristiyan sevgisini en iyi şekilde temsil eden yerdir burası. Hristiyanların Yahudi yaşamının özgünlüğüne duyduğu saygı ve Yahudilerin öz tanınma hakkı, pek çok Hristiyan’ın korkaklığına dönüşmüş durumda: Filistin konusunu, yolun karşısındaki partnerimize bırakmak en iyisidir.
Mark Ellis’e dönecek olursak, bu muhabbetin devamını sağlamak için şeytanlaştırılmış Yahudi kimliği, romantikleştirilmiş Yahudi’nin yerini alır. Ellis’in dikkat çektiği gibi büyükçe bir Yahudi cemaatinin bulunmadığı Almanya’nın aksine, Amerikalı Hristiyanlar genellikle büyük ve güçlenmiş çağdaş Yahudi cemaatiyle iletişim halindedirler. Bu etkileşim içinde bütün söylem alanları yasak bölge haline geliverir; Filistin gibi.
Adaletsizlikten bahsettik, arazi üzerindeki hak iddialarının adaletsizliğinden, her ikisinde de mevcut olan apartheid bağlamında İsrail örneğini, Afrika örneğini konuştuk. Peki, bu spesifik örnekte ve sizin Filistinlilere yapılan zulme odaklanma konusundaki ısrarınızda tarafsızlığı veya objektifliği hangi bağlama yerleştirebiliriz?
Bu oldukça seçici bir talep. Tarafsızlık, sömürgecilik hususunda ırk, cinsiyet, cinsellik gibi alanlarda, bunların hepsinde post-modern akademisyenler, post-kolonyal düşünürler, feminist düşünürler tarafsızlık efsanesini çoktan çürüttüler ve ifşa konusunda ısrarcı oldular. Diyalogda bir ön şart olarak şöyle dediler: Bize sınıfsal ilgilerinden bahsedin, bize cinsiyet ilgilerinden bahsedin, dünyaya baktığınız mercekler nelerdir?
Çalışmalarımda belki de haddinden fazla kullanmış olduğum bir alıntıda, ünlü Katolik teolog David Tracy, tarihsiz ve söylemsiz bir insanın var olamadığı konusunda ısrar eder. Bu nedenle bir meseleye bakarken kullandığın mercekleri reddedersen bu, gerçekten de egemen statükoyu kabul etmenle eşdeğer olur. Filistin’e ve İsrail’e, ötekileştirilenlerin ve sömürülenlerin gözünden bakmayı seçiyorum. Bu bakış açısını diğer bakış açılarından üstün tutmayı seçiyorum. Sorunu adlandırmanız, onu nasıl adlandırdığınız veya daha da beteri, adlandırmaktan kaçınmanız, kendinizi güç dengesinin neresinde konumlandırdığınızla alâkalıdır. Union Theological Seminary ile bahsettiğim şey, Batı’nın büyük bir kısmındaki liberal düşüncenin bir örüntüsünü yansıtmaktadır: kendini ideolojik olarak konumlandırmaya istekli olmak ama bunu çok çok dikkatli bir şekilde, iktidarın bir çuval incirini berbat etmeden yapmak…
Değinmek istediğim son nokta, taraf seçmek istesek de istemesek de biz bunun, bu savaşın tam ortasındayız. Çünkü o istismarcı kocayla iş yapıyoruz ve/veya onun karısına uyguladığı şiddetten çıkar elde ediyor ve onun iyi biri olduğu sanrısını devam ettiriyoruz ve şöyle diyoruz: ‘İsrail iyi, İsrail medeni dünyanın bir parçası.’ Tesellimizi bütün bu sahtelikte arıyoruz. Her iki tarafın da kendi suç ortaklığımızdan kaçmamızı sağlayacak anlatacak bir hikâyesi var. Mesela Almanlar, her ne kadar bir azınlık da olsa, Nazilerin Yahudilere yaptığı işkenceye karşı kör olmaya karşı çıkan Almanlar, sessiz kalmayı reddeden Almanlar; işte sadece onlar gerçekten medenileşmiş Almanlardı. Konuşmayan, karşı çıkmayan diğer bütün Almanlar, ellerinde Yahudilerin kanını taşıyordu. Bu konuda şu hadisi kullanabiliriz belki de “En azından gördükleriniz karşısında bir rahatsızlık hissedin!” Milyonlarca Yahudi’nin Naziler tarafından katledildiği Alman-Yahudi çatışmasını konuşmak ya da apartheid zamanında Güney Afrika’da siyah-beyaz çatışmasını konuşmak ya da aile içi şiddet karşısında evlilik problemlerini konuşmak, bu aslında büyük bir erdem değil. Asıl sorun, ilk başta rıza gösterme yoludur ve sonuçta Filistin halkına karşı işlenen suçlara ortak olma yoludur.
Apartheid sürecinin İsrail’de nasıl uygulanabilir olduğu ile alâkalı. Sanırım şu soru ile başlamak uygun olacaktır: Apartheid süreci derken kastettiğiniz nedir?
Bir kelime, bulunduğu duruma bağlı olarak herhangi bir anlama gelebilir. Fakat kelimenin anlamını, orijinaliyle hiçbir temel veya bağlantısının olmadığı bir şekilde genişletebilirsiniz de. Elbette ki apartheid terimi çok uzun zamandır Güney Afrika ile ilişkilendirilmiştir ve sözlüklerin büyük çoğunluğu da bu bağlantıyı onaylıyor. Kelime denilen şey canlılar arası iletişimin bir parçasıdır ki dinamik bir yapıdır. Bu canlı türleri ilerledikçe, değiştikçe kelime de ilerler, değişir. Kelimelerin nasıl değişebileceğini iki kelime veya iki terim üzerinden örneklendirmek istiyorum. Bunlardan biri “cinsiyet apartheidi”, diğeri ise “Holokost”. Ben ve cinsiyet apartheidi mevzilerindeki pek çok yoldaşım, cinsiyet apartheidi hakkında uzun yıllar boyunca özgürce konuştuk. Bu konuşmadan önce, cinsiyet apartheid kavramını google’da taradım ve Google’da 58 bin referans buldum bu kavram için. Toplumsal cinsiyet apartheidi kavramının tartışmaya açıldığını hiç duymadım ya da ‘neden toplumsal cinsiyet apartheidi hakkında konuşuyorsun, apartheid Güney Afrika’ya özgü bir kavramdır veya siyahilerin geri planda kalmasına neden oluyorsun bu kavramı toplumsal cinsiyetle ilişkilendirdiğin zaman’ vs. diyenleri de duymadım. Yani kelimeler seyahat eder. Diğer ilginç kelime de “Holokost”. Holokost kavramının, başında hiçbir sıfat olmadan da neye atıfta bulunduğu aşikârdır. Yahudi Holokost’u demezsin veya Nazi Holokost’u demezsin. Sadece Holokost dersin ve herkes neyin kastedildiğini çok iyi bilir. Yahudilerin başına gelmiş akıl almaz olayları tanımlamak için Holokost kavramını kullanmaya Siyonistlerden hiçbir itiraz gelmedi. Yunanca, hayvanlara atıf yapan holókaustos kavramından gelmesi ve gerçekte ilk olarak hayvan katliamı için kullanılmış olması durumuna rağmen, Holokost kelimesinin kullanımına karşı çıkmadılar. Bu kavram, Yunan edebiyatında nadiren bulunur. İbranice İncil’in Yunan versiyonunda, Leviticus 21.22’de: “Tahıl sunumunun büyük parçaları, tatlı bir aroma için Tanrı’ya sunmalısın, bunu papaz sunmalı ve bunun tamamen yakılmış olması gerekir.” şeklindedir. Buradaki “tamamen yakılmış”, genellikle kullanılan bu kelimedir ve elbette ki hayvanların kurban olarak tamamen yakılmış olmasını refere eder. Yok etme anlamına gelen İncilsel kavram “showa”, Avrupalı Yahudilerin öldürülmesini tanımlamak için kullanılan standart bir İbranice kelimeye dönüştü. Mesela İsrail’de anma günü için İbranice Yom Haşovax kelimesini söylerler. Yani burada başlarda hayvanlara uygulanan bir olay şimdi 6 milyon Yahudi’nin katliamı için kullanılıyor. İlk başta, Nazilerin tüm kurbanlarının sayısının yarısından biraz daha fazla olan Yahudilerin katliamı ile sınırlıydı ve başlarda, öldürülen diğer 5 milyon kişiyi dışarıda bıraktı bu kavram. Çok fazla Siyonist, acı bir şekilde, Holokost’un başka katliamlar için de kullanılmasına karşı çıktı. Yani tarih boyunca Yahudi tarihinde hiçbir şekilde yer almamış bir kelime, şimdi sadece Yahudi tarihi için kullanılabiliyor ve yine aynı mantıkla, Güney Afrika’daki insanlara, apartheidin sadece kendi tarihlerinde kullanabilecekleri bir kavram olduğunu empoze etmeye çalışıyor. Orada şu mükemmel meşruiyet kararlılığı var; birçok Yahudi’de olan, bütün Yahudilerde de olması gerektiğini düşündükleri gibi, kendi insanlarının hatırasını canlı tutma kararlılığı. Bu meşrûdur fakat bu meşruiyete karışmış olan şey hatıralarını ve deneyimlerini inkâr eden, üzücü, sefil ve bencil bir takıntıdır. Bu, gerçekten de benim için bir yandan hesaplanmış bir siyasi mühendislik meselesi, öte yandan da bir alçaklıktır, ruhun sığlığıdır. Bu bencilliktir; sadece ben, benimki seninkinden büyük, bu durumda benim acım senin acından büyük… Bu çok daha trajik olarak bugüne yansıtılmış ve bugün ABD’yi yöneten acınası insanlık örneğinde, başkalarında olduğundan daha fazla görünür kılınmıştır. Fakat bu bencillik, evrensel etik ve değerler hususunda, bunların endişe verici olduğunu iddia eden hiçbir topluluk için uygun değildir. Yani kelimeler değişebilir ve benzer ya da özdeş durumlar için kullanılabilirler.
Bu bencillik mantığı, Siyonistlerin İsrail’i bir apartheid devleti olarak tanımlamasının, Güney Afrikalı insanları aşağılamak demek olduğunu savunmakta direnmelerinin muhtemel nedeni olabilir mi?
Evet, İsrail’i apartheid Güney Afrika’sı olarak tanımlamaya (bu itirazlarının gerekçesi de Güney Afrikalı insanların hakarete uğrayacak olması) direnmelerinin sebebi bu. Kesinlikle. Birçok nedenden dolayı, bu kavramı kullanmanın Güney Afrikalı’lara karşı bir hakaret olacağını iddia etmeleri, İsrail apartheidini destekleyenlerin lanet bir yüzsüzlüğüdür. Bu, Donald Trump’ın durumuna benziyor. O da bir anda Black Lives Matter aktivisti olup çıkmıştı ve Meksikalılara veya diğer Latinlere karşı siyahi Amerikalıların yaşama hakkının güvencesi için Meksika sınırındaki duvarı inşa etmek zorunda olduğunu iddia ediyordu. İlk olarak, kendi mağduriyetimizi diğerlerinin mağduriyetinden ayırma işi, merhametli bir şekilde Güney Afrika halkına karşı uygulanmamıştır. Bu Güney Afrika hikâyesi, biriciklik iddialarından biri değildir fakat elden çıkarılanlarla, işgal edilmiş ve ötekileştirilmiş olanla yapılan dayanışmalardan biridir. İşte bu yüzden Birleşmiş Milletler forumlarında biz uluslararası ilişkiler ve işbirliği departmanı olarak taraf tutuyoruz. Küba’nın, Venezüelalıların, Sahravilerin, Filistinlilerin tarafını. Bizim öykümüz şunu demedi; hayır, biz sizden çok daha mağduruz, biz daha kayda değer mağdurlarız. Bu hiçbir zaman bizim öykümüz olmadı.
İkinci olarak, apartheid kavramının İsrail’e uygulanmasına yapılan itirazların nereden kaynaklandığına bir bakalım. Güney Afrika Siyonistlerine, özellikle, diğer Siyonistlere de genel olarak bakalım. Güney Afrika Yahudilerinin ezici çoğunluğu -bazı kahramanca cesaret ve soylu istisnalar haricinde bütün Yahudiler- ve Güney Afrika’da kurumsallaşmış Yahudiliğin tamamı, istisnasız hepsi apartheidi destekledi. Bunu açıkça ya da zımnen veya apartheid karşıtı faaliyetlere verilen desteği tanımaktan kaçınarak yaptılar. İsrail, apartheidin savaş makinasına cephane taşıyan ikinci veya üçüncü en büyük cephane tedarikçisiydi. Son olarak, ABD ile beraber İsrail, çeşitli forumlarda apartheidin en istikrarlı iki savunucusuydu. Bu göz önüne alındığında, bu kalabalığın bizlere neyin Güney Afrikalı siyahiler için aşağılama olup olmayacağını söylemesi oldukça komik.
Sizin deneyimlerinizde, İsrail ile Güney Afrika’nın çeşitli apartheidlerin arasındaki derin bağlantılardan bahsettiğinizde Yahudiler bu karşılaştırmayı son derece saldırganca bulmuyorlar mı?
Bence Yahudilerin büyük bir kısmı, hepsi değil ama çoğunluğu Siyonist’tir. Kendilerini barış sürecinin lehine olmakla tanımlayan Siyonistler bile bu Siyonistler tarafından genellikle derin bir düşmanlık duygusuyla karşılanır. Farklı biçimlerde, bu karşılaştırmaların saldırganca, ötekileştirici, ters etki yarattığını, sorunun karmaşıklığını kabul etmeyen faydasız bir analoji olduğunu savunurlar. Onların arasındaki en düşüncelilerde bile sorun karşılaştırmanın yapılıp yapılamayacağında değildir. Apartheid analojisine karşı çıkanlar için Filistin hakkında, İsrail-Filistin meselesi hakkında konuşulduğunda, Güney Afrika deneyiminden nadiren uzaktırlar ve bu, “başka Güney Afrika oluşmasını nasıl önleyeceğiz ya da bazen, işlerin apartheid devletine dönüşecek kadar kötüye gitmesini nasıl önleyeceğiz” ve diğer zamanlarda, “bütün grupların vatandaş olarak eşit olacağı ve tabii ki her bir Yahudi’nin eşsizliğini kaybedeceği bir devletin gelişimini nasıl sunacağız” sorularındaki anksiyetelerinden aşikârdır. Bazen de, “bizim Filistinli bir Mandela’mız yok” ya da “neden HAMAS ANC gibi değil” derler ve bazen de İsrail’i belirli bir şekilde tanımlamaktan zorunlu olarak kaçınırlar. Ami Ayalon, İsrail’in genel güvenlik eski başkanı, şöyle der: “Ayrılık kavramını sevmiyorum, bana Güney Afrika’yı hatırlatıyor.” Yani korkmakta oldukları şey bu kelime, apartheid gerçeği değil! Açık olan şu ki Siyonistlerin çoğu “a” ile başlayan herhangi bir kelime İsrail ile ilişkilendirilerek kullanıldığında, bunu ciddi biçimde saldırgan ve onlarla ciddi bir konuşma yapma girişimleri için önemli bir unsur olarak görüyorlar. Yani belki de benim ya da onların ayrılık kelimesi ile olan ilişkimizin arkasına baktığımız zaman onların ayrılığın kendisinden kaçınmaları gerekir.
ABD’deki herhangi bir kilise, yerel bir kilise, Pazar ayininde ayrılığın ne demek olduğunu göstermek konusunda mahirdir. Post-apartheid Güney Afrika’sında bile beyazların büyük çoğunluğu daha evvel hiç siyahilerin veya renkli tenlilerin olduğu merkezlere gitmemişlerdir. Pek çok Hindu da siyahilerin yaşadıkları merkezlerde bulunmamışlardı. Fakat ayrılık veya etnisite dogma veya ideolojiye yükseltildiği zaman, bunlar hukuk ve hukukun araçlarıyla mecburileştirildiği zaman ve bunların tamamı ahalinin büyük kısmının zararına yapıldığı zaman, işte o zaman apartheid ile yüzgöz oluruz. Bunu doğuran travma ne kadar sahici olursa olsun ya da onu destekleyen dışlayıcı inançların dini derinliği ne olursa olsun bu böyledir.
Son olarak iki soruyu birlikte soruyorum. İlk sorum şu: Solun eşitlik ve eşitlikçilik için toplumun diğer kesimlerinden daha önde hareket ettiği göz önüne alındığında, İsrail solu apartheid benzetmesinden ne anlıyor? İkincisi, bizlere apartheid sistemleri arasındaki benzerlik ve farklılıklar konusunda bir çeşit genel bakış, özet yapabilir misiniz?
İkisini birleştirmek zor olacak ama hızlıca yanıtlayacağım. Güney Afrika’da, ABD’deki Demokrat Parti’nin sol olarak adlandırılmasını görmek sol kavramı açısından oldukça can sıkıcı. Solun tanımı açısından bunun İsrail’in büyük bölümü için de geçerli olduğunu söylemeye cüret edebilirim. Hadi sol yerine şöyle diyelim; aşırı sağcı olmayan insanlar. Bunun çeşitli şekillerde ilişkili olarak kullanımı giderek artıyor. İlk şekil; zaman açısından apartheidlerden biri olmaya doğru gittiğine dair sayıları gittikçe artan iddia ve uyarılara rağmen bazıları bunun İsrail’in şu anki defacto durumu olduğunu iddia ediyorlar. İkinci şekil; mekânsal bakımdan, bazıları İsrail mülkleri ile işgal edilmiş topraklar arasında keskin ayrımlar yapıyorlar. İsrail mülkünde çoğunlukla eşitlikçi ve demokratik bir devletin olduğunu iddia ediyorlar ve söz konusu mülkün sahibi olunduğu zaman, bunun hoş olmayan boyutlarının olduğunu kabulleniyorlar. Fakat bu boyutların, Siyonizm’in direk sonuçlarından değil işgal sorunundan doğduğunu söylerler. Onlar için çözüm ise İsrail’in işgal edilmiş topraklardan bir an evvel çekilmesinde ve İsrail içerisindeki bazı eşitsizlik meseleleriyle ilgilenmesinde yatıyor. Üçüncü şekil ise spesifik bir kanuna, önlemlere veya eyleme bakmak ve İsrail’in bütün politik sistemini açıklamak yerine bunu ve apartheid benzeri temel ideolojisine açıklamalar yapmak şeklinde oluyor.
Benim açımdan, insanların doğumlarına ve onların rastlantısal biyolojilerine göre ayrıcalıklı muamele yapmak üzerine temellenmiş herhangi bir ideoloji veya devlet, birinin nüfusunu arttırmak ve diğerinin nüfusunu azaltmak için mutlaka çeşitli önlemler almak zorundadır. Yani eğer bu devletin dünyadaki Yahudiler için kurulduğunu söylersen, bunun doğal sonucu, kaçınılmaz sonu, devletin etnik temizliğe girişmesi olur. Bir yandan da “bütün bu kalabalığa alan açmak için yaratıldık, yaratılış sebebimiz bizim gibilere alan oluşturmak” diyemezsiniz. Eğer Güney Afrika dünyanın bütün beyazları için oluşturulmuş olsaydı, o zaman siyahilerin sorunu için bir çözüm bulunmak zorundaydı. Bu durumda ‘siyahi-beyaz sorunu’ hakkında konuşamazsınız, ‘siyahi sorunu’ hakkında konuşmak zorundasınız. Böylece, kuruluşu itibariyle, İsrail’in bir Filistin sorunu olmak zorunda ve bu sorunun tek cevabı -devletin temel kanunlarına baktığın zaman devletin varlık sebebinin Yahudilerin toplanması olduğunu görürsün- en iyi ihtimalle, karanlıkta saklanmış ikinci sınıf vatandaşlığın içerisinden ara sıra birisini afiş yüzü gibi çekip çıkaracak, seni de yargıç yapacakları şekilde, “Yok yok, hayır, bak hükümetimizde Araplar da var” diyecek. Fakat herhangi bir ırkın selametini sağlamak üzerine kurulmuş bir devletin mantıksal sonucu, sadece ve sadece, bu ırkın ne olduğuna dair yaptıkları tanımlamaya uymayanlara karşı girişilen etnik temizlik olacaktır. İsrail’de ise bu tanım, anneden gelen Yahudilik veya Yahudiliği sonradan benimsemiş olanları kapsıyor.
Bu şekilde bitirmiş olayım.