Sizce muhafazakârlık bir ideoloji mi yoksa ‘varolan bir alet çantasına aşinalık, alışkanlık, zihni bir eğilim mi’ yoksa bunların dışında başka birşey mi?
Muhafazakârlığın bir ideoloji mi, bir dünya görüşü mü olduğuna dair tartışma hayli uzun zamandır uluslararası literatürde yer tutuyor. Ancak Fransa’daki devrimin ortaya çıkardığı yeni toplumsal ve siyasal düzene verilen olumlu-olumsuz tepkilere bakıldığında, liberalizm, milliyetçilik gibi, radikalizm gibi, muhafazakârlığın da politik ve sosyal haklar bağlamında bir ideoloji olduğundan bahsedebileceğimiz görülüyor. Katı bir programı olmamakla beraber en azından Fransa’da de Maistre ve Chateaubriand, İngiltere’de Burke ve Coleridge gibi isimlerin devrim-karşıtlığı, Aydınlanma eleştirisi, sanayileşmeye karşı tepkileri, mülkiyet ve insan haklarının doğası konusundaki tartışmalara verdikleri katkı gibi birçok unsur üzerinden muhafazakârlığı okumaya başlayabiliriz. Bu takdirde muhafazakârlığı, diğer politik ideolojilerle beraber, 18. yüzyılın sonları-19.yüzyılın başlarından bu yana var olan bir ideolojik yönelim diye niteleyebiliriz.
Muhafazakârlığın sol, sağ, İslamcı siyasetin içerisine sinmesi söz konusu mu, yoksa muhafazakârlık dendiğinde ‘sağcılık’ mı aklımıza gelmeli?
“Muhafazakârlık” ya da “tutuculuk” (conserve, conservatism), kelime kökeninden de anlayabileceğimiz gibi, bir şeyleri korumak, hıfzetmek, olduğu gibi tutmak fikrinden türemiş. Kelimeyi toplumsal zemine taşıyarak konuşacak olursak; muhafazakârlık belli bir geleneğin içinde kalmak ve onu korumak demekse, elbette bu saydıklarınızın hepsinde muhafazakâr tonlar daima mevcut. Ayrıca belirtmek isterim ki, milliyetçilik de solun, sağın, İslamcılığın içine işler, onlara nüfuz eder. Devrimci unsurlar da elbette İslamcılığa, milliyetçiliğe dinamizm kazandırır. 19. yüzyıldan 20. yüzyılın üçüncü çeyreğine dek geçen uzun dönemin karmaşık tarihi bize bunu açıkça gösteriyor. Biz son birkaç on yıldır liberalizm ile muhafazakârlığın karşılıklı etkileşimine dikkat kesilsek de, aslında tüm bu ideolojiler bir diğeriyle az ya da çok etkileşim içinde ve ancak bu şekilde hem sağ hem de sol içinde yeni perspektifler edinilebiliyor.
Muhafazakârlığın, gerek siyasi, gerek ekonomik gerekse sosyal anlamda, gerçeklikle ilişkisi nasıl? Bir ideal taşır mı?
Modern dünyanın şekillenişinde rasyonalite arayışı, bürokratik merkezileşme temayülü, Aydınlanma felsefesinin etkisi, merkantilizm, sanayileşme ve buna bağlı olarak ortaya çıkan hızlı şehirleşme ve nihayetinde kitlelerin politikleşmesi, yasa koyucuları ve yorumcuları ortaya çıkan bu yeni düzen hakkındabazı cevaplar aramaya sevk etti. Bugün ideolojilerle özdeşleştirdiğimiz birtakım düşünürler insan doğasınave doğanın kendisine dair, piyasa, aracı müesseseler ve anayasa fikrine dair, otorite, özgürlük ve düzen anlayışına dair, fiziksel ve metafiziksel dünyalara dair bazen pratik, bazen çok daha büyükçe bir zaviyeden bakarak kozmolojik bir anlayış geliştirmek istediler. Muhafazakâr düşünce, örneğin devrimci ya da milliyetçi düşüncenin aksine, çok daha elastik (bu aynı zamanda ‘teorisiz’ diye de okunabilir) görünmüştür. Tabii muhafazakârlık sistematik ve programatik olmaktan ziyade bir değerler kümesi olarakşekillendi. Geçmişin bugünden daha güzel olduğu vurgusu örneğin; muhafazakârlığın sık sık gerçeklikten kopmasına, altın çağ mitosuna sığınmasına, derin bir melankoliye, çoğunlukla bir monarşizm sevdasına, yer yer de bilim ve teknoloji karşıtlığına yol açtı. Ancak itidal yönü bunu dengeledi çoğu zaman. Günü geldiğinde de, Nazizm gibi büyük felaketlerin istinat duvarı da olabildi muhafazakârlık. Yani itidalin de ortadan kolayca kalkabildiği haller yok değil… Ancak Max Weber’e atıfla söyleyecek olursak aklı “demir bir kafes”e hapsetmediği –hatta aklı birinci derecede önemsemediği- için, birçok konuda, bağlamına göre pozisyon aldı. Bugün devrimci muhafazakârlıktan da, milliyetçi muhafazakârlıktan da, liberal muhafazakârlıktan da bahsediyor oluşumuz diğer birçok şeyden ziyade bununla alâkalı…
Bilinmeyen çok gizemli gösteriliyor ve tercihlerimizde bilinene çağrılıyoruz. Bilindiği için daha güvenli ve bildik bir liman! Muhafazakârlık biraz da buradan var kılıyor kendini, ne dersiniz?Mesela size bilinen daha güvenli, bilinmeyense daha ürkütücü geliyor mu (niçin)?
Doğru! Yani çoğu zaman için bu doğru… Bilinenin, aşina olunanın sunduğu nispeten korunaklı, konforlu bir alan var. Ancak merak, şüphe ve hayret beni hep büyülemiştir. Şairler, filozoflar, ressamlar, maceraperestler, kâşifler, bilim insanları, peygamberler, evliyalar, azizeler, azizler, hep bu bilinmeyene merak duymuş, oraya bakmış ve oradan haberler vermek istemiştir. Yaşanan, deneyimlenen şeyleri mistikleştirmek, dünyayı büyülemek, gerçekçilikse de büyülü bir gerçekçilik içinde yaşamak arzusu bence çok insanca. Yaşamı iliklerine dek hissettiren, duyguları, düşünceleri hızla harekete geçiren anlar hep hayretle, merakla, şaşkınlıkla alâkalı. Göz alıcı bir manzara, kışkırtıcı bir fikir, bir şiirin inceliği, ya da yüce, ya da güzel kavramına ilişkin herhangi bir şey… Beklenmedik olan, sıradışı olan, olağanüstü olan, hazırlıksız yakalanan her şeyinsan için çok cazip. Rutinler ve korunaklı limanlar dadeğerli elbet, ama onlar kadar ezber-bozumları da güzel. Huzur kadar, huzursuzluk; sükûnet kadar mücadele de… Bu cümleleri siz kurup soruyu bana böyle sorabilirdiniz pekâlâ ve ben sizin bu soruyu sorarken hatırlattığınız kısmı cevap olarak verebilirdim. Biri gece, biri gündüz gibi, bütünü anlamlı kılan ve iç içe geçerek hayatı güzelleştiren iki şeyden bahsediyoruz burada. Hepsi, her şey iç içe… Ama ben bu dünyada merak ve hayretten beslenen bir uğraştan daha değerli bir şey tasavvur edemiyorum.
Kıta Avrupası’nda şekillenen Fransız, Alman muhafazakârlığı, Amerikan muhafazakârlığı, İngiliz (Anglosakson) muhafazakârlığı gibi farklı muhafazakârlık türlerinden bahsedilirken; Türk muhafazakârlığını sormadan önce şunu sormak istiyorum, bu muhafazakârlık türlerinin hepsini birbirine ortak kılan nitelikler nelerdir?
Temel ilkeler az çok belli. Bunlar düzen, gelenek, kurumsalcılık, ihtiyat, otoriteye rıza, gönüllü toplumsallık (yani cemaatçilik), pastoral güzelleme, devrime karşı evrim, kente karşı köy, evrensele karşı yerel gibi değişimin hızından organik toplum anlayışına, bireyin rolünden mülkiyet haklarına varıncaya dek birçok şeyi açıklamakta muhafazakârlığın anahtar sözcükleri… Ancak başta söylediğim devrim-karşıtlığı, rasyonalizmin eleştirisi, sanayi toplumunun reddi ya da kente karşı köyün savunulması gibi belli başlı büyük temalar, edebiyattan politik felsefeye dek pek çok eser ve fikir etrafında bir “Batı Avrupa muhafazakârlığı”ndan bahsetmeyi mümkün kılıyor.
Muhafazakârlık dünyada nasıl bir anlam ifade ediyor?
Muhafazakârlık, dünyanın değişim ve dönüşüm hızını yavaşlatmaya çalışmak demek en çok da… Geçmişi bugünde var kılma ve zamanı bütünsellik içinde kavrama çabası. Tam da bu yüzden “gelenekten geleceğe” demeyi çok sever muhafazakârlar. Halbuki bunu derken meçhul bir gelecekten ve muhayyel bir geçmişten bahsettikleri çoğu zaman hatıra gelmez.
Türk muhafazakârlığı üzerinde duruyorsunuz çalışmalarınızda. Burayı biraz açıklayabilir misiniz? Türk muhafazakârlığının temelleri nerelerdedir, nelerdir?
Türkiye’de de muhafazakârlık modernliğin temel prensiplerinin gündeme gelmesiyle beraber ortaya çıkmaya başlıyor. Öncesinde zaten geleneksel düzen ve onun kuralları var, yani
“O mâhiler ki derya içredir deryayı bilmezler” misali, denizden başka bir yaşam alanı bilmeyen balıklar için ‘deniz’ diye bir şeyi dışsal bir gözle görüp bilmemelerinden söz ediyoruz burada… Tahmin edebileceğiniz gibi, geleneksel dünyada hemen her şey gelenekselken geleneksellik merasimler dışında hiçbir yerde vurgulanmaz, hatta o geleneksellik kendi başına hiçbir şey ifade etmez. Muhafazakârlık, geleneksel dönemde var olmayan bir tavır.
Tanzimat kesinlikle en önemli eşik. Yaşam biçimiyle, kurumlarıyla, programıyla, devletin kendisini yeniden tanımlamaya çabalarken “devlet aklı”nda yaşanan dönüşümle… Gerçekten III. Selim’den beri küçük adımlarla ilerlenen bir “Nizam-ı Cedid” (Yeni Düzen) tesis etme yolunda/arayışında Tanzimat çok büyük bir adım. 19.yüzyılda yaşanan sekülerleştirici, Batılılaştırıcı, kısmen de olsa şehirlileştirici, eşitleştirici girişimlere tepkilerin birçoğunu Ahmet Cevdet Paşa gibi ilmiye sınıfından gelen figürlerde görebiliyoruz. Alafrangalaşma eleştirisi, gâvurlaşma korkusu, millet-i hâkime olma hissinin yitimi, padişahın mutlak iktidarına karşı meşrutiyet –ve hatta cumhuriyet- talebinin ortaya çıkışı, kadın hareketinin yavaş yavaş şekillenmesi, hürriyet-müsavat-uhuvvet diyen bir politik repertuarın doğuşu… Bunları okur-yazar çevrelerde dolaşıma sokacak bir edebiyatın ortaya çıkışı, zamanla matbuatın daha geniş kitlelere ulaşması, okulların yaygınlaşması ve çeşitlenmesi gibi bütün modernleşme hamlelerinin ürünü olan nesiller modernleşmenin muarızları olarak ortaya çıkıyor ve bu da bize tedrici olarak bir Türk muhafazakârlığı hediye ediyor. Tabii bu muhafazakârlık birçok bakımdan çok başarısız: Bugün hâlâ modern Türkiye’nin fikri anlamda kurucu babası olan Nâmık Kemal’in bütün yazılarını derleyip toplamayı bile başaramamış, geleneğe sahip çıkamayan, hatta itidalden çok uzaklara savrulabilen bir muhafazakârlık anlayışıyla baş başayız.
Son kitabınızda cumhuriyet döneminden farklı olarak yeni bir muhafazakârlık biçiminden bahsediyorsunuz. Nedir Cumhuriyet dönemi muhafazakârlığı ve bugünki yeni olan…?
Aslında dünyanın her yerinde görülen bir dönüşümden bahsediyorum. Bu, klasik muhafazakâr figürler ve temalarla, yeni-muhafazakâr figürler ve temaların farklılıkları üzerine kurulu bu değerlendirme. Yeni-muhafazakârlığın yeni-liberalizmle eklemlenmesi neticesinde ortaya çıkan ve dinselleştirilmiş bir dil kullanarak âvâmı tavlamayı, manipüle etmeyi başaran bir tarz bu. İçinden geçmekte olduğumuz Öfke Çağının tüm argümanlarını bazen mahir bazen lümpen bir şekilde kullanan yeni-muhafazakârlık Türkiye’de klasik muhafazakârlığın temel argümanlarını İslamcılığa taşıdı ve İslamcılık muhafazakârlığı şu son on yılda açıkça gördüğümüz üzere yuttu diyorum ben özetle. Bugün muhafazakârlık dediğimizde, edebi ve kültürel anlamda Yahya Kemal’in ya da Peyami Safa’nın muhafazakârlığından bahsetmiyoruz. Hatlar, halatlar koptu. Köprü çöktü artık.
Muhafazakârlar bile İslamcılarla muhafazakârları bir çatı altında birleştirmekte bir beis görmüyor. Halbuki İ. Hakkı Baltacıoğlu, M. Şekip Tunç, Peyami Safa, A. Hamdi Tanpınar gibi cumhuriyetçi muhafazakâr suretler, toplumun hem çocuk (Rousseau’nun Emile’inin gördüğü ilgiyi hatırlayalım) hem yetişkin (yine Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi’ne yapılan atıflara bakalım) terbiyesiyle ilgilenen, zaman mefhumu (Bergson felsefesi) üzerine kafa yoran, Batı uygarlığına Türkiye’yi temkinli bir biçimde dahil etmeye (Doğu-Batı meselelerinin uzun uzadıya işlenmesi) entelektüel koridorlar açmaya çalışan bir yönelimdi 1910-1960 dönemi muhafazakârlığı. Bu bakımdan Kemalizmin Yeni Türkiye projesiyle genellikle büyük bir uyum içinde olan o çizgiden bugün Katar diye bir ülkenin –eğer Katar bir ülkeyse tabii- sermayesiyle o Yahya Kemallerin Aziz İstanbul’unu Dubai’leştirmeye çalışan, geleneksel mahalle kültürünü yok eden rezidans kültürünün, tarihi ihya değil yok eden eylem ve söylemin, Selefi enternasyonalist hareketin Türkiye’de kabul görmesinin mümessilliğini yapan bir (en az bir) harekete kimse hiç merakla, hayretle, şüpheyle yaklaşmadan kolayca “muhafazakârlık” diyor. Benim itirazlarımdan biri de buna. Türk muhafazakârlığının repertuarındaki her şey Erdoğan Türkiye’sinde İslamcılık tarafından yutuldu.
Muhafazakâr kanat Türkiye’de kültürel değilse de siyasi iktidarı ele geçirdi. Sizce Türkiye muhafazakârlığı siyasi alandaki nüfuzunu/ iktidarını kültürel alandagösterebildi mi?
Dünyanın hiçbir yerinde, hem politik hem ekonomik iktidarı ele geçirmiş olmak, kültürel iktidarı da almak anlamına gelmiyor. Kültür dünyası radikal dönüşümlere, mutlak zafer ve yenilgilere öyle kolay zemin olan bir saha değildir. Orada vekil seçer gibi bir seçim yapılmıyor, devlet ihaleleriyle entelektüel veya sanatçı olunmuyor. Bütün üniversiteleri muhafazakâr, mukaddesatçı ya da İslamcı kadrolarla da doldursanız, bütün ana-akım yazılı basını partizanlara teslim de etseniz, bütün televizyon ekranlarını birbirine benzeyen suretlerle, fikirlerle, yapımlarla da donatsanız; sanatta, felsefede, sporda on yılların birikimi de, birikimsizliği de kolayca kendini belli ediyor… Tek Parti döneminde Tercüme Bürosunu ve edebiyat klasiklerinin Türkçeye kazandırılmasını bir düşünün. O kadroların ortaya çıkışını, devlet bursuyla yurtdışına gönderilen insanları ve onların yurda dönüşteki çalışma azmini… Almanya’dan gelen akademisyenlerin asistanlığını yapan kadroları da hesaba katın. Bu insanların bir arada, birlikte bir şey inşa etme becerisini düşünün. Bugün “Beyaz Türk” denilip biraz da yabancılaştırılmaya çalışılan hemen her aile, o günlerin geceli gündüzlü çalışan entelektüellerinin, bürokratlarının soyadını taşıyor. Restorasyondan tiyatroya, resimden müziğe kim çıktı AK Parti muhafazakârlığından?
Muhafazakâr sanat manifestosu yazmıştı İskender Pala. Ne oldu mesela o? Elif Şafak bir milyon kişiye Mevlana okuttu güya, ortaya çıkan şey “Allah De, Gerisini Bırak”tan daha ötesi değil. Necip Fazıl piyeslerini sahnelemekten daha yeni ne yapabiliyor muhafazakâr dramaturglar? 15 Temmuz heykellerini, Ankara’daki, Konya’daki anıtları falan hiç konuşmayalım. Eğitimi İmam-Hatipleştirmeyle, spor alanlarını betonlaştırmakla, görsel sanatları çıplaklıkla eş tutmakla gidebileceğiniz bir kültürel iktidar yolu yok. Zeytinburnu veya Üsküdar Belediyesi’nin düzenleyeceği bir Necip Fazıl, Cemil Meriç ya da Sezai Karakoç sempozyumunda yeni bir söz söylemeye imkânınız yok. Vulgarize ederek söylemem uygun düşerse, “bizim mahalle güzel insanlarla dolu” diyerek mahalle kahvecisine para kazandırmaktan öteye gitmez bu işler. Öte yandan, sizden farklı olanı “hain”likle, “düşman”lıkla, “terörist”likle niteleyerek konuşmaya başladığınızda, eleştirel düşünceden, self-kritikten, özgür sanattan, başka kültürlerin de en az bizimki kadar muteber olabileceği fikrinden bahsetmek beyhude hale geliyor… Türk muhafazakârlığının ve İslamcılığının bence önce bir sakinleşmesi, hınçlarını, öfkelerini bir kenara koyması gerekiyor. Kültürel iktidar için salim kafa, plan-program ve kurumsallık gerek çünkü.
Muhafazakârlık, milliyetçilik, dindarlık ve İslamcılık arasında bir ayrıma gidiyor musunuz?
Elbette. Aksi nasıl mümkün olabilir ki? Tanıl Bora’nın bu konudaki ayrımını çok isabetli buluyorum. Türk sağının katı, sıvı ve gaz halidir milliyetçilik, muhafazakârlık ve İslamcılık. Dindarlık ise insanların şu yıldızlı göklerle vicdanlarındaki ahlak yasası arasındaki bir şey… Ne yaparsak yapalım, orası mahrem alan. Milliyetçilik de giremez oraya, Kemalizm de, İslamcılık da…
İdris Küçükömer’in Türkiye’de sol sağdır, sağ da soldur” sözüne karşın siz de, “Türkiye’de sol sağdır ama sağ da sağdır.” diyorsunuz. Peki, neden Türkiye’de sol sağdır veya sol yoktur? Ve neden Türkiye’de her şey sağ ve herkes sağcı?
Bunu daha geçenlerde twitter’da bir vesileyle ifade ettim. Hızlıca tekrarlayayım. İdris Küçükömer’in “Türkiye’de sol sağdır, sağ da soldur” minvalindeki tezi 2007’lerden itibaren coşkuyla adeta kutsanırken söylemeye başladığım şeyi bugün de savunuyorum: Türkiye’de sol ‘sağ’dır, sağ da ‘daha sağ’dır ve politik sahnedeki hemen her şey sağcılarla daha sağcıların mücadelesidir. Bugün CHP’si, HDP’si, AKP’siyle her yerde İslamcı suretler vitrinleri süslüyor. Eylemleri de, söylemleri de tamamen sağ popülizm ve milliyetçilik içinde şekilleniyor. Gerçek bir sosyalist enternasyonal vizyona sahip olan da yok, gerçek bir İslamcı enternasyonal vizyona sahip olan da… Bu Kürt meselesiyle, Soğuk Savaş döneminin anti-komünizmiyle, anti-semitizm veya Ermeni husumetiyle bir başına açıklanamayacak kadar karmaşık bir sorun.Türkiye modern dünyanın ideolojilerinin klasik metinleriyle, kavramsal düşünceyle, akademik terbiyeyle henüz çok yeni yeni tanışıyor. On yıllardır süregiden bir sansür, yüzyıllar içinde yayımlanmış bir avuç kitap, yüz yıllık mazisi bile olmayan üniversite ve kütüphane yaratma deneyimi, düşüncenin ve sanatın istibdat altında ezildikçe ezilmesi… Yöneten partiler değişse de, bürokratik akıl polisiye tedbirlerle entelektüel gelişime hep set çekti. Buna Hamidiye dönemi de dahil, CHP ve Demokrat Parti dönemi de… Yurtdışına gitmek zor, yurtdışından bir şey getirmek zor. Bir avuç insandan bahsediyoruz haliyle… Koca Türk modernleşme serüveni on-on beş kişinin birbiriyle dostluğu, düşmanlığı, polemiği… Maalesef Küçükömer’in argümanları da, Kemal Tahir’in tezleri de, 1960-80 arası dönemin sol hareketindeki çözümlemeler de dünyanın geri kalanıyla bağlantısı çok zayıf, Üçüncü Dünya milliyetçiliği refleksleriyle okuyabileceğimiz oldu-bitti tezleri. Yaşadığımız dünya, çok daha karmaşık; elli yıl önce de öyleydi, elli yıl sonra da böyle olacak.