İbrahim Tüzer İle “Kelimelerimiz, Kavramlarımız Ve Zihin Dünyamız Üzerine…”

“insanlığı kurtarma isteği duyan herkes günümüzde öncelikle sözü kurtarmalıdır” der Jasques Ellul “Sözün Düşüşü” kitabında. İmajların istila ettiği çağımızda, sözü ayağa kaldırmak, ona hakettiği değeri vermek gerekmektedir. Bu sebeple bu sayıda Nida Dergisi olarak kavramlarımız üzerinden dil sorunlarını konuşmak, eleştiriye açmak istedik.Dilin medya yoluyla tahrifi veiletişim araçlarının düşünmeyi teşvik etmekten çok zihni şaşkına çevirdiği günümüzde “söz ” yeniden anlam bulmalıdır. Hakettiği değeri almalıdır. Kelimelerimiz neden bu kadar anlamsızlaştı? Dil probleminin günümüzdeki boyutları nelerdir? İmajların cazibesine kapılan modern insan sözü ayağa kaldırarak yeniden anlam bulabilir mi ? Sözün peşine düştük ve tüm bu soruların cevaplarını Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi’nden Prof. Dr. İbrahim Tüzer hocamızla konuştuk. Siz değerli okuyucularımızın istifadesine sunarız.

Jacques Ellul’un yazıp, Hüsamettin Arslan’ın İngilizceden dilimize tercüme ettiği “Sözün Düşüşü” (The Humiliation of the Word) adlı eserde yazarının şu sözü eser hakkında bilgilendirici niteliktedir: “İnsanlığı kurtarma isteği duyan herkes günümüzde, öncelikle sözü kurtarmalıdır.” Sizce de öyle mi? Söz bir toplum için ne ifade eder?

Rahmetli Hüsamettin Arslan Hocam, Türkçeye çevirdiğinde ciddi anlamda dikkat çekmişti Sözün Düşüşü. Yazarın kitabında bahsetmiş olduğu hususlarla birlikte kitap İngilizceden çevrilirken Türkçe karşılığı için seçilen kavram da tartışılmıştı. Sözün nerede düştüğü, nasıl düştüğü ilk tartışma noktasıydı. Kitabın tartışmasını derinlikli bir noktaya taşıyan temel soru ise şuydu: Düşen gramatikal değerleriyle, cümle kurgusuyla, söz dizimiyle dile döktüğümüz, konuştuğumuz dil miydi; söz müydü yoksa! Zira tartışma insanı bütünüyle kavrayan, bilhassa onun varlığı, var oluşu ile derinden ilişki kuran, tırnak içerisinde söylemek gerekirse “kelam”a denk gelen bir kavram dünyasının “düşüşü”ne işaret ediyordu. Tam bu noktada bir hususa daha yakından bakmakta yarar var diye düşünüyorum. Söz kavramı insan dünya ilişkisinde derinlikli bir noktaya tekabül ediyor. Kitabın orijinal dili olan Fransızcasındaki ve İngilizce adlandırmasındaki kelimelere baktığımızda Türkçeye “düşüş” olarak tercüme edilen sözcüğün, aynı zamanda “küçük düşürme”, “aşağılama”, “gözden çıkarma” gibi anlam değerlerinin de olduğu akılda tutulduğunda düşüşün insan dünya ilişkisinin niteliğinde bir düşüşe de işaret ettiği anlaşılıyor. Hüsamettin Hocam, kitabın önsöz kısmında düşüş kelimesini neden tercih ettiğini kelimenin tüm çağrışımları ile birlikte açıklıyor. Tüm bunlara ilaveten kitabın içeriğinden “kurgu”lanmış bir dünyada oluşturulan geçiciimajların ve çağın oluşturduğu yüzeysel algıların aslında sözün gözden çıkarılmasına, sözün yok sayılmasına neden olduğunu da çıkarabiliyoruz.

Bence de söz, gramatikal ve ses değerleriyle karşılık bulan anlamdan daha çok, insanı içerden kavrayan daha sahici taraflarıyla onu kuşatan bir anlam evrenine işaret ediyor. Dolayısıyla kitapta da isabetli bir biçimde sözün, dil ve anlam ilişkisine de dikkat çekilerek ontolojik taraflarının, insanın varlığıyla, varoluşuyla münasebet kurduğu taraflarının da işaret edilmiş olduğunu görüyoruz. Hâl böyle olunca sözün, sesin, dilin insanın kendi anlam dünyasında neye karşılık geldiğini bilmemiz lazım.

Söz, dil, ses ve insanın anlam dünyası arasında nasıl bir ilişki var, biraz daha açar mısınız hocam?

Dil dediğimizde sıradan bir meseleden bahsetmiyoruz aslında. Ellul’un kitabından hareketle altını çizecek olursak söze dayalı olan tüm çağrışım değerlerinin, ifade biçimlerinin bir düşüşe uğramış olması, bir aşağılamaya muhatap kılınmış olması, gözden düşürülmüş olması aynı zamanda insanın temel ontolojik taraflarının da gözden çıkarılmış olması anlamına gelir. Yahya Kemal Beyatlı, rubailerinin birinde “Yârab ne müsâvâtıne hürriyeti ver/ Hatta ne o yoldan gelecek şöhreti ver/ Hep neşve veren aşkı terennüm dilerim/Yâ rab bana bir ses yaratan kudreti ver” der. “Ses yaratan kudret”e talip olmak, insanın doğrudan ontolojik tarafıyla yani varlığın ne şekilde hangi şartlarda hangi hususlarda kavranabileceğiyle ilgili bir durum.

Dolayısıyla, sorunuzla ilişkilendirerek cevap vermek gerekirse, insanlığı kurtarma isteği duyan herkes günümüzde evet, önce sözü kurtarmalıdır. İnsanoğlu sözle birlikte hayatı kavrarken şahsî duyuş ve fark ediş alanlarıyla yüzleşmeli; yani önce kendi sözünü kurtarmalı, kendi sesini bulmalıdır.

İnsanoğlu kendi dünyasında kalıcı bir değişiklik yapmak istiyorsa öncelikle değişikliğin odağında “ruh”un ve “söz”ün olması gerekir. Ancak bu biçimde Ellul’un “kurtarma” sözcüğü ile karşıladığı değişim, topluma doğru yayılacaktır. O zaman insan evvelâ hangi varlık şartlarıyla ortaya çıktığının farkına varmalıdır. Sözü kurtarmak demek bu anlamda sözü, dili, varlığı, eşyayı derinlikli bir biçimde ele almak ve kavrama gayretinde bulunmak demektir. Yahya Kemal’in “ses yaratan kudreti” dilemesi, yani kendi varlığını bütünlüklü bir şekilde kavrayabilmesine yöneliktir. Ancak bu mümkün olduğunda zaman da mekân da mahiyet itibariyle derinlik kazanacak ve şair; bir kimliğin, şahsiyetin, birikimin, medeniyetin varisi ve temsilcisi olduğunun farkına varabilecektir. Malumunuz olduğu üzere Yahya Kemal’de bu arayış ve arzunun karşılığı “imtidat” sözcüğü ile karşılanır.

Hocam kastettiğiniz manada sözle anlam bulan insanın bütünlüğünün içerisinde ne vardır peki?

Geçmişi vardır, şimdisi ve geleceği vardır. İnsan dediğimiz varlık, bu üç hâl üzerinden, bu üç terkip üzerinden kendi varlığını duyumsar ve bütünlüklü bir alanda var olmaya çalışır. Sözü edilen var olma ve terkip alanlarından birini ihmal ettiğinde insan hem yarım hem de eksik kalır. Bu yarımlığını fark ettikçe; eksikliğinin farkına vardıkça da insan, yeniden insan olmak için çaba gösterir. Ya da sürekli “insan” kalmak içini fadeye çalıştığım bilinç düzeyinin sınırlarında dolaşır… Ellul, işte modern zamanlarda insanın bu üç hâlden ikisini, yani mazi ve istikbali gözden çıkararak tüm “gerçekliği” sadece âna indirgemiş olmasını eleştirir. Bu yapılırken de sözün imajlara dönüştürülerek içinin boşaltılmış olmasına dikkat çeker. Nitekim insanın söz ile kurmuş olduğu ilişki düşünüldüğünde böylesi bir durum, insanın yarım kalması demektir. Bunu farkeden sanatkârlar, mütefekkirler yada daha net söyleyecek olursak sezgiye, ilhama açık olan taraflarıyla bu dünyada neden bulundukları üzerine soru soran insanlar, sözün ve dilin bu yönünü hesaba katarlar.

Konuştuğumuz bu meseleyi biraz daha derinleştirmek için Necip Fazıl’ın “Çile” adlı şiirini de örnekleyebiliriz. Bildiğiniz gibi bu şiir, “Gaiplerden bir ses geldi: Bu adam,/ Gezdirsin boşluğu ense kökünde!” şeklinde yüksek bir perdeden başlar. Bu durumu, sözü düşme mesabesinden kurtarmaya yönelik bir gayret olarak da okumak mümkündür kanaatimce. Çünkü sözün gözden çıkarılmasına itiraz etmek, gaiplerden gelebilecek olan sese kendimizi muhatap kılmakla başlar. Ancak bu kolay bir iş değildir. Şiirin adından da anlaşılacağı üzere çileyi göze almak demektir. Şiirde dile getirildiği gibi “tepem”izdeki “dam”ın “birdenbire” “uç”masını; “gök”ün “künde üstüne künde”“devril”mesini göze almaktır. “Ok”un “ateşten zehrini tat”ıp, “can elmasım”ızın “kül” olmasını kabullenebilmektir.Ve nihayetinde “öz ağzım(ız)dan kafatasımı”zı “kusmak” demektir. Ondan sonra ancak “Bütün bir kâinat(ın) muşamba dekor,/Bütün bir insanlık(ın) yalana teslim” olduğu anlaşılacaktır. İnsanın kendini “ses”e muhatap etmesi, o vakte kadar hazır bulunmuşluğu ne ise, ezberleri ne ise, nasıl bir hâl içerisinde kendini var etmişse tüm bunlara ilişkin bir sorgulama sürecine girmesi demektir. İşte burada, sesin, insanı dönüştüren kudreti devreye girmiş olur. Nitekim sözü edilen şiir, bu bakış açısından hareketle yakın okumaya tabi tutulduğunda, şair beninin “Aynalar, söyleyin bana, ben kimim?” sorusu etrafında derinlikli bir farkındalıkla adeta yeniden doğuşa yöneldiği görülür. İşte o zaman insan, “Lûgat, bir isim ver bana hâlimden” diyerek yeni bir sese, yeni bir dile, yeni bir anlam evrenine ihtiyaç duyar. Bu da bir anlam da sözü kurtarmak, insanı kurtarmak dolayısıyla da insanlığı kurtarmak demektir.

Kitap aslında sizin de dikkat çektiğiniz gibi göz’ün hâkimiyeti altındaki modern insanın, geçmişten, gelecekten ve hakikatten koparak ‘an’a hapsoluşuna dair karamsar denilebilecek analizler yapıyor. Ancak bütün bu baskıcı atmosfere ‘söz’e itibar kazandırarak karşı koyabileceğimizi müjdeliyor. Sizce de böyle midir? Söz’e itibarını iade ettiğimizde aslında kurtuluş reçetemizi de yazmış olur muyuz?

Kesinlikle oluruz. Yani söze itibarını kazandırmak demek, insanın kendisinin bu dünyada nerede durduğunun farkında olması demektir. Yuhanna İncili “Bidayette kelam vardı” diye başlar malumunuz. Yani “Başlangıçta söz vardı. Söz Tanrıyla birlikteydi ve söz Tanrıydı.” Demekki söze atfedilen, sözün niteliğinin ne olduğunun anlaşılmasına dair bir buyruk var. Yani Kur’an-ı Kerim’de de öyledir değil mi? Yaratıcının kendine muhatap kıldığı insana ilk seslenişinin “Yaratan Rabbinin adıyla oku!” olması, söze dökül, dile gel, görünür ol manasını da taşır. Dolayısıyla söze itibarını kazandırmak, her şeyden evvel insanın “eşref-i mahlukat” olarak kıymetini ortaya koymak demektir. Sözü olmazsa, dili olmazsa insanın diğer yaratılmış olanlardan ne farkı kalır?.. Yani insanın en önemli ayırıcı vasıflarından biri olarak hep dili işaret ediyoruz. İnsan konuşabilen bir varlıktır, düşünebilen bir varlıktır, isteklerini dil aracılığıyla ortaya koyabilen bir varlıktır şeklinde tarifler yapıyoruz. Ancak bir önceki sorunuza cevap bağlamında dikkat çektiğim gibi dil, tüm bunların ötesinde insanoğlunun karşısına, daha derinlikli, daha sahici bir alanda çıkar. İşte o alanlardan bir diğeri de Yaratıcının yarattığı kuluyla söz aracılığıyla konuşuyor olmasıdır.

Diğer taraftan Ellul’un kitabında “baskıcı atmosfer” olarak nitelediği modern dönemlerin söz/dil merkezli ayırıcı bir vasfının olduğunun altını çizmek gerekiyor. Çünkü özellikle 19.yüzyıl sonrasında insanoğlu, önceki devirlerde olmadığı kadar teknikle, yöntemle, mekanikle tabiri diğerle, aklın egemenliğinde neler yapabileceği ile yüz yüze geldi. Yani Ellul’un sürekli “göz” ve “imaj” olarak ifade etmiş olduğu anlam alanlarının görünür kılındığı, kurgulandığı, gerçekliğin içinin boşaltıldığı bir anlam alanı meydan geldi. Bilhassa Pozitivizmin aklı bir din gibi öngörüp ona dair unsurları da imanî mesele gibi yüceltmesi; metafiziğe dairne kadar husus varsa hepsini toptan reddetmesi modern zamanların içeriğini oluşturdu.

Dolayısıyla bu süreç ilerleyip 21. yüzyıla gelindiğinde artık gördüğü her nesneyi, eşyayı, karşılaştığı hadiseleri tek taraflı bir biçimde, sadece “göz”üyle algılamaya çalışan bir insan tipi ortaya çıktı.Tüm bu süreç sonucunda görselliğe ve geçiciliğe hapsolmuş insanın biraz evvel sınırlarını derinleştirmeye çalıştığımız anlamda dil ile münasebet kurmasını beklemek oldukça zor görünüyor.

Bu manada Ellul’un söze itibar kazandırarak bu baskıcı atmosferden kurtulabilmenin mümkün olduğunu müjdelemesi hakikaten çok anlamlı. Evet, insan söze dayandığında, dile sığındığında yeniden inşa edebileceği bir evrene, kendini yeniden anlamlandırabilme imkânına kavuşmuş olur. Çünkü dile sığınmak bizleri, “Ben kimim? Bu dünyada bulunma sebebim ne? Geçmiş ve geleceği, şimdiye nasıl taşırım?” türünden soruları sormaya adeta mecbur bırakır. Bu türden sorularla farkındalığı yüksek bir bilince ulaşmadığımız takdirde tam da Jacques Ellul’un dediği gibi sadece görünür olan, sorgulanmayan, imajlarla örülmüş bir evrenin içerisine hapsolmuş oluruz.

“En ontolojik organımız kulağımızdır.” der Heidegger. Zamanın sesini de yalnızca kulağımız duyabilir. Evvel ve ahir yalnızca kulakla kavranabilir. Tahayyül yetimizin kaynağı kulaktır, göz değil. Muhayyilemiz kulakla geçmişe ve geleceğe doğru kanatlanır. Kulak,orta çağ, göz modern çağdır dersek şayet, dil nerede duruyor peki?

Evet kulak ve göze ilişkin metaforik olarak dile getirilen bu hususlara Hüsamettin Arslan Bey dikkat çekmişti. Göz modern çağ, kulak ortaçağ ise bana göre dil, aslında tüm bu çağlarda var olmak için gayret ortaya koyan insanlığın bütün dönemlerine karşılık gelir. Yani bütün çağlara sözünü geçirmeye çalışan en önemli yetimiz ve organımızdır dil. Kulağın maziden tevarüs edip muhayyile aracılığıyla zenginleştirdiği ve bu yönüyle işitme kabiliyeti hassas olan kulaklar için “değerli” kabul edilen ne kadar ontolojik husus varsa dil aracılığıyla görünür kılınır. Burada görünür kılınanlar, gözün gördüklerinden farklı olduğu için sahicidir.

Yine Ellul’un sözünü ettiğimiz kitabından hareketle söylersek “fotoğraflar, filmler, reklamlar, magazin ve politik ayinlerle kuşatılmış” bir hayatımız var. Tüm bu kuşatılmanın imajlar aracılığıyla göze ulaşan tarafları var. Gözle birlikte bu kuşatılmışlığı duyan, işiten bir kulak da var; ancak insanın tüm bunlardan ne derece etkilendiğini ortaya koyması, tecrübeye dayalı bir yaşanmışlık olarak duyumsaması ve dolayısıyla ifadeye dökmesi dil aracılığı ile olur. Dil olmazsa onların hiçbirinin bir anlamı, bir kıymeti olmaz.

Modern dünyada görünür olma hevesi, haz esaslı, anlık yaşama algısıyla öne çıkıyor malumunuz. John Berger’in Görme Biçimleri adlı eseri hatırlanacak olursa, gözün merkeze alındığı modern dünyada görebilmek için evvela bakmasını bilmek gerekiyor. Her baktığımızda görmüş olmuyoruz yani. Çabucak kandırılmaya teşne olanlar, ruhtan arındırılmış kalabalıklar, telkine açık yığınlar, kendilerine gösterilenin ötesini görmekte maalesef başarısız oluyorlar. Bakmak ile görmek arasındaki fark, yakınlaşmakla; bakışımızı ve görme biçimimizi ayarlarken kendimize seçmiş olduğumuz konumla, açı ile ilgilidir. Gösterilenin dışında, idrak ederek, düşünerek, tefekkür ederek yani neye baktığımızla ilgili fikir edinerek göze gelene yakınlaşmış oluruz. Martin Heidegger “modern dünya, insanı hayretten hayrete bırakır” der. Eğer her hayret edişimizde, neyin karşısında hayrete düştüğümüzle ilgili bir bilinç geliştirmiyorsak yani soru sormuyorsak, tefekkür etmiyorsak hayret ettiğimiz şey karşısında “aptallaşmak”tan başka yol yoktur, diye devam eder… Dolayısıyla modern dünyada sözün gözden düşürülmesi ile birlikte tahayyül gücümüz de zayıflamış oluyor. Bundan kurtulmanın yolu ise kulağımıza, gözümüze ama bilhassa dilimize sahip çıkmak.

Eskiler az ama öz konuşurdu. Oysa şimdi biz, nefes almadan konuşuyoruz; ancak, aslında hiçbir şey söylemiyoruz. Modern hayatın baş döndürücü hızı içinde, bırakın karşımızdakilere kulak vermeyi, kendimizi bile dinlemeye vakit bulamadan yaşayıp gidiyoruz. Hiçbir şeye aldırmadan akıp giden hayata kapılmışız bir kere; durup söyleşmeye neredeyse hiç vaktimiz yok, sadece kendi kendimize söylenip duruyoruz işte. Ve üstelik, şimdi söz ile hayat arasında hiçbir ilişki kalmamış gibi: hayat akıp gidiyor, biz sadece konuşarak oyalanmaya çalışıyoruz o kadar. Sözün hayatı, hayatın sözü doldurduğu o eski günler sanki uçup gitti. Şimdi hayat söze, söz hayata hiç aldırmıyor. Neden?

İfadeye çalıştığım gibi bu durumun, 19.yüzyıl sonrası gelişen dünyayı algılama biçimimiz ile doğrudan ilişkisi var. Evet, modern dünyanın temelini oluşturan pozitivist bakış açısı, teknolojinin imkânlarıyla dünyayı daha yaşanılabilir bir yer kılma uğruna muazzam gelişmelere kapı araladı. Günümüzde artık yedi ay boyunca ışık hızının kaç katı sürat ile uzayda yol alan araçları Mars’a gönderen bir insanlıktan bahsediyoruz. Yani her şey, aklın egemenliğinde… İnsanlığın geldiği son noktada baş döndüren bir hızla akıp gidiyor… Bu durumun karşısında ise bizler, sorunuzda belirttiğiniz gibi sadece “yaşayıp gidiyoruz”. Halbuki aklın yanına ruha, manaya, metafiziğe, gönüle ilişkin değerleri de koyduğumuzda “insan” yaşayıp gidemez. “Yaşar.” Hissederek, duyarak, özümseyerek yaşar. Yaşayıp gitmek tabirinde tam da modern dünyanın merkezinde kendine yer bulmak için günübirlik kazanımlarla geçiştirilen bir hayatın algılama biçimi olduğunu hatırlamamız gerekiyor. Dolayısıyla böyle bir alan içerisinde sözün de kıymeti kalmıyor.

Erich Scheurmann’ın Göğü Delen Adam adlı kitabını hatırlarsınız. Orada hikâyesi anlatılan Papalagi’yi modern insan olarak karşılarsak zamanı, mekânı, anı duyarak, hissederek yaşayan Samoa yerlilerinin şaşkınlığını anlamış oluruz. Kabile reisi Tuiavii “güneşin doğuşu ile batışı arasında kullanmadığı hiçbir zaman kalmasa bile yine de yetmez Papalagi’ye” der. Bu yaşamak değildir. Yaşayıp gitmektir. Modern insan, güneşin ne doğuşunu ne de batışını fark eder. Onun için esas olan iki doğuş ve batışın arasındaki zamanı hızlandırmaktır. İcat ettiği yeni yeni ihtiyaçlarını karşılamak için sürekli çalışmaktır. Dolayısıyla bu süreçte de birçok şeyi kaçırır. “Sözün hayatı, hayatın sözü doldurduğu” o eski günler sanki uçup gitti diyorsunuz ya! İşte tam olarak öyle, bu kadar hızlandırılmış bir hayatta sözün farkına varmak için evvelâ yavaşlamak lazım. Evvelâ bir durmak ve âna odaklanmak lazım. Ancak o zaman söz insanın kendisiyle, kendiliğiyle karşılaşmasına imkân verir.
“Başlangıçta varlık ile dil, sözcük ile anlam birbirlerinden ayrılmazlar, bir birlik olarak görünürler. Sözcük, varlığın bir simgesi, adlandırması, göstergesi değildir, onun gerçek bir parçasıdır” Peki ama, bu “büyük illüzyon” ne zaman ve nasıl bozuldu? Sözcükler ile varlıklar alemi, birbirlerine hiç temas etmeyen iki farklı alem midir?

Evet, başlangıçta elbette değildi. Çünkü başlangıçta insanların sözcüklere müracaat ederek kullanmak durumunda kaldıkları eşyaların, nesnelerin çeşitliliği modern zamanlardaki kadar fazla değildi. Bunun gözden uzak tutulmaması gereken bir husus olduğunu düşünüyorum. Edebiyat tarihimizle ilişkilendirerek de örnekleyebiliriz bu durumu. Tanzimat dönemi edebiyatçılarımızın yani İbrahim Şinasi’nin, Namık Kemal’in, Ahmet Mithat Efendi’nin, Şemsettin Sami’nin, Recaizade Mahmut Ekrem’in kullandığı kelimelerle Serveti-Fünun sanatkarlarının kullandığı kelimeler aynı değildir. Cumhuriyet dönemi edebiyatçılarımızın kullandığı kelimeler debir önceki dönemin kelimeleriyle tümüyle benzerlik göstermez. Çünkü değişen sosyal hayat ve varlık algısı ile birlikte nesnelere, eşyalara karşılık gelen adlandırmalar da kavramlar da değişmiştir. Dilin bu yönünü fark eden sanatkâr bu değişimi bir zenginlik olarak anladığında, dilin fasılasız bir biçimde kendini geliştirdiğini ve yeni anlam alanlarını bünyesine katarak çoğaldığını fark ettiğinde bir dil evrenine de dâhil olmuş olur. Ama dil üzerine bilinç geliştiremeyen insan, bunun karşısında ne yapacağı ile ilgili maalesef bir farkındalığa ulaşamaz.

Dolayısıyla sözcük ile varlık alemi birbirine temas edememiş olur. Bizler de o zaman başkalarının sözcüklerini ve adlandırmalarını kendimizinmiş gibi kullanmaya, nesneleri adlandırmaya başlarız. Bundan otuz yıl evvel hayatımızda olmayan yeni bir eşya, yeni bir nesne, onu icat eden milletin dili ile adlandırılmış oluyor tabii olarak. Biz onu kendi dünyamıza dâhil ederken yeni bir isim ile adlandıramıyorsak sözcük ile varlık alemimiz birbirine temas etmiş olmuyor. Dolayısıyla hayatımıza giren varlıkların, nesnelerin, ad vermek durumunda kaldığımız hatta zorunluluğunu hissettiğimiz unsurların sayısı çoğaldıkça tamda rahmetli Bedia Akarsu hocamdan hareketle altını çizdiğiniz husus ortaya çıkmış oluyor ve “büyük illüzyon” bozuluyor.

Bizler şimdilerde imajların dünyasında yaşıyoruz. Kent mekânını imajlar dolduruyor. Tüketim toplumunun imajları, göstergeleri. Reklam panoları markalar, etiketler, ekranlar. İmajın modern dünyadaki egemenliği gerçekliğin de hakikat üzerinde egemen olması, hakikatin gerçeklik düzeyine indirgenmesi demek oluyor. Tüm bu karmaşa içinde gerçekliğe/hakikate nasıl ulaşacağız?

Hakikatin ne olduğu ve ona nasıl ulaşılacağına dair cevabı pek de kolay olmayan bir soru bu. Buraya kadar konuştuğumuz hususlar hatırlanacak olursa doğrudan insan tekinin, yani bir birey olarak insanın kendi anlam dünyasında “hakikatin” neye karşılık geldiği ile ilgili bir durum bu. Örneğin Yunus Emre için hakikat neydi? Fuzuli için hakikat neydi? Turgut Uyar, Cahit Zarifoğlu, Sezai Karakoç, İsmet Özel için hakikat neydi?.. Modern insan için hakikat ne? Dolayısıyla bu hakikatin ne olduğuna dair bireysel aydınlanmamız, ferdi bilinçlenmemiz çok önemli. Ama öyle zannediyorum ki tüm kutsal metinler, ilahi buyruklar, kadim öğretiler insanınhakikati bulabilmesi için ortak bir noktaya işaret ediyor. O da insanın kendini tanıması, bilmesi, bulması, nefes alıp verme imkânı kendisinden alınmadan evvel sınırlarının farkına varabilmesi, bir anlamda hakikatin ne olduğunu fark etmesi yolunda arama eyleminde bulunması. Onun için Cüneyd-i Bağdâdî’ye ait olduğu söylenen “Aramakla bulunmaz ancak bulanlar arayanlardır” sözünü sık sık tekrar ederim…

Gölgenin, asıl olanın yerine geçtiği, gerçekliğin delik deşik edildiği modern dünyada, yani cilalı imaj devrinde, hakikate ilişkin bir yol bulmak çok da kolay değil doğrusu. Modern insan açısından bakarsanız, hakikat hiç de öyle metafizik hususiyetlerle falan karşılanmıyor. “Aramak”, “yola koyulmak”, “yolda olmak” gibi derinlikli gayretler, onun pek de gündeminde değil maalesef. Asırlar evvel Yunus Emre’nin “Bir ben vardır bende benden içeri” anlayışıyla kendindeki ötekini bulmaya çalışmak modern insan için beyhude bir uğraş olarak karşılanıyor. Günümüz insanıçok rahatlıkla “hakikat benim için şu unvanları ismimin önüne getirmek, şu arabaya sahip olmak” diyebiliyor. Halbuki hiçbir dönemde olmadığı kadar içerisinde bulunduğumuz zaman diliminde bu arama eylemine ihtiyaç var. İşte bu yola koyulduğumuzda da yedeğimizde bulundurmamız gereken,bizi diri tutacak, yola koyacak, istikamet tayin edecek bilinçlenme ağına ihtiyacımız var. Bu da dil aracılığı ile oluyor. Zaten dile dair olan o farkındalığımız işarete çalıştığımız husus ile ortaya konulmuşsa insan bir yola çıkması gerektiği ile ilgili bir farkındalığa da kendiliğinden ulaşmış oluyor.

Kelimeler üzerine kurulan dil, yaşanılan hayat tarzı ve kültürü içinde bir karşılığı ve mânâsı vardır. Dilin öğrenilmesinde kullanılan sözcükler ve takip edilen yol bir milletin karakterini ve kültürünü yansıtır şüphesiz. Bugün bize ait kavramlarla yol almadığımız için mi olgun bir zihin dünyası kuramıyoruz?

Evet kısmen de olsa ifadeye çalıştığım husus bu. Tabi burada kelime, dil ve düşünce ilişkisine özellikle temas etmek gerekir. Düşünce dediğimizde çok soyut bir kavramdan söz ediyoruz gibi geliyor ancak öyle değil. Platon’un dediği gibi “Düşünce, insanın kendi içinden kendisiyle yaptığı bir konuşmadır. İnsan, bir şeyi düşündüğü zaman, onu aynı zamanda dil ile hiçbir konuşmaya başvurmadan, kendi içinden anlatmaya çalışır.” Dolayısıyla dil ile temasımız sadece konuşurken ortaya çıkmaz. Biz bir tefekkür halindeyken, bir zihin faaliyeti esnasında da konuşuruz. Kendi kendimize konuştuğumuz zamanda bildiğimiz kelimeler bize bir kapı aralar, bir yol açar. Nihayetinde kendimizi ifade ederken de düşüncelerimiz kelimelerimize dökülür. Orada kullandığımız kelimeler, düşünce yapımızın kodlarıdır adeta. Ludwig Wittgenstein’ı hatırlayalım lütfen! Bütün ömrünü dil üzerine düşünerek geçirmiş olan dil felsefecisi, “Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır.” diyor değil mi?.. Hakikaten sınırlarımızı, dilimizin belirlediği düşüncelerimiz meydana getiriyor.

Nihat Sami Banarlı’nın Türkçenin Sırları adlı kitabında çok hoşuma giden bir tespit vardır. “Kelimeler asırlardır tek tek işlenmiş söz mücevherleridir” der Banarlı. Şimdi bu mücevherlerin ne olduğunu fark etmeden, gündelik kazanımlarla hayatı idare eden bir insanın çağrışım alanlarından yoksun, içerisinde tefekküre yer vermeyen kelimelerden hareketle oluşturmuş olduğu zihin faaliyetinde, dünyasının sınırları nereye kadar genişleyebilir? Dolayısıyla burada tefekkürü, akıl yürütmeyi, muhakemeyi, yorumlamayı beklemek çok mümkün değildir maalesef. Onun için kelimeler üzerine kurulan dil ile yaşanılan hayat tarzı arasında doğrudan bir ilişki vardır.

Diğer taraftan şöyle bir husus da var. Hani Jacques Ellul, Sözün Düşüşü’ne sebep olarak durmadan konuşan ancak hiçbir şey söylemeyenleri de sorumlu gösteriyor ya, bunun da üzerinde durmak gerekir. Saatlerce konuşan, mantık ve akıl yürütmeden yoksun, diğer bir ifadeyle fikre dayalı olmayan safsatalar da olgun bir zihin dünyası inşa edilmesine engel olur. Alev Alatlı Schrödinger’in Kedisi adlı romanının birinci cildi olan Kabus’ta bu yönelimde olan insanları afaziye tutulmuş insanlar olarak tanımlar ki çok yerinde bir tespittir bu. Malumunuz olduğu üzere “afazi” aslında bir inme ya da kafa travması sonucunda aniden ortaya çıkan ve beynin dilden sorumlu alanlarının hasarlanmasından kaynaklanan bir dil bozukluğudur. Fakat Alev Hanım bunu, konuşma yetisini kaybetmeyen fakat konuşarak ne söylediğini anlatamayan insanlar için kullanarak derinlikli bir metafor meydana getirir. Hâlihazırda yaşadığımız durumun çok farklı olmadığını söylemek mümkündür maalesef. Haber programlarında, karşılıklı diyaloglarla ilerleyen açık oturumlarda insanların birbirlerinin ne söylediğine dikkat kesilmeden, bir mantık silsilesine müracaat etmeden bir yığın söz söylediklerine tanık oluyoruz.

Alman dil bilimci William Humboldt “Bir millet, ancak kendi dilinin gelişmesi gerekli bir dereceye ulaştığı zaman büyüyüp dâhiyane bir düşünce etkinliği meydana getirebilir” diyor. Yani dilin sözcükleriyle, kelime dağarcığıyla bir kıvam tutturduktan sonra düşünce ortaya koyulabileceğini söylüyor ki çok haklıdır. Sahip olduğumuz dil, bu açıdan çok zengin bir dildir. Diğer bir ifadeyle Türkçe, çok erken dönemlerden itibaren kelime biriktirmeye başlamış ve bu serveti işleyerek hem yazı hem bilim hem de sanat üretebilen dil hâline gelmiştir. Medeniyetimiz açısından son yıllarda olgun bir zihin dünyası kuramıyor olmamızın asıl nedeni, Türkçenin bu kabiliyete sahip olduğunun farkına varamayan, bu bilinçten uzak insanlar tarafından kıymetten düşürülmüş olmasıdır.

Yeri geldiği için sorayım hocam, dil ve kültür arasında nasıl bir ilişki vardır o zaman?

Kültür dediğimizde bir anlamda sezgi ve ilhama dayalı olanla ortaya çıkarılmış, akıl ile uygulamaya dökülmüş ve tecrübeye dayalı bir birikimden bahsediyoruz. Düşüncenin ham maddesi, tuğlası, demiri olarak düşündüğümüzde dil de buna imkân hazırlamış oluyor. Mensubu olduğumuz Türk medeniyeti büyük bir medeniyet. Tarihin ilk dönemlerinden bu yana sürekli var olmuş olan bir medeniyet. Büyüklüğü, farklı medeniyetlerle temasa geçmiş olmasından da ileri geliyor. Örneğin İslamiyet’in kabulünden sonra Arap ve Fars medeniyetleriyle etkileşimde bulunmuş. 19. yüzyıl itibariyle Batı medeniyeti ile teması süreklilik kazanmış. Tüm bunların bir anlamı da şu aslında: Diğer büyük medeniyetlerde olduğu gibi dilimiz ve kültürümüz karşılıklı etkileşimde bulunmuş. Gündelik hayatımıza etki eden birçok husustan kültür ve dile varıncaya dek pek çok hususa kadar bizim onlardan aldıklarımız ve bizimonlara verdiklerimiz olmuş.

Dolayısıyla bu dille elde edilmiş bir kültür var ve bu kültürün içerdiği kelime dünyası, kelimelerin yön verdiği hayatı algılayış tarzı mevcut. İşte tüm bunların anlaşılması ancak yukarıda izaha gayret gösterdiğim dilin hususiyetlerini kavramakla mümkün. Nitekim “sanatkâr” diyebildiğimiz yazarımız, şairimiz, mütefekkirimiz sözü edilen kültür dili ile bağını koparmamak içingayret gösteriyor.

M. Heidegger “Dil, varlığın evidir.” der. Sanal dünyanın sınırlarının oldukça genişlediğini biliyoruz. Sizin de ifade ettiğiniz üzere modern insan için bir “arka bahçe” hüviyeti kazanmış durumda. Modern insan sosyal ağlar içinde kendine nasıl bir alan açıyor?

Heidegger’in işaret ettiğiniz vecizesini “dil varlığın evidir’”, “dil düşüncenin evidir” şeklinde de kullanıyoruz biliyorsunuz. Ama burada benim dikkatimi çeken başka bir husus var. O da dilin “ev” ile ilişkilendirilmiş olması. Ev dediğimizde kendimizi en huzurlu, en rahat hissettiğimiz bir mekândan, bizi sarıp sarmalayan bir yuvadan bahsetmiş oluyoruz aslında. Dolayısıyla dil ile insanın varlığını güvende hissedeceği bir emniyet alanı inşa edebileceğine dair vurgu önemlidir kanaatimce. Yukarıda da işaret etmeye gayret gösterdiğimiz gibi dil, bu yönüyle dünya içerisinde derinlikli bir alan elde etmemize de olanak sağlamış olur. Bu durumun tersi de söz konusudur elbette. İçerisine doğduğumuz dil ile, kelime dünyasıyla varlığımızı ilişkilendirecek bir bağ kuramıyorsak bu dilin bize ev sahipliği yapması da mümkün değildir. O zaman bu evden çıkmamız, sıkıldığımızda değiştirmemiz, ya da evin düzenine, tertibine dair herhangi bir endişe taşımamamız gayet doğaldır.

Dile getirdiğimiz hususu sorunuzla ilişkilendirerek devam edecek olursam evet, sanal dünyanın sınırları olabildiğince genişledi. Varlığımıza ev sahipliği yapan dilimiz/evimiz, çıkıp dolaşabileceğimiz bir “arka bahçe” kazanmış durumda. Dilin varlık şartlarımıza ilişkin kıymeti hususunda bilgi sahibi olanlar için de buralar birer rahatlama alanı olarak görülmeye başlandı. Dikkat edilirse “sanatkâr” adıyla tanımladığımız insanlar da sosyal mecraları etkin bir biçimde kullanmaya başladı. Ancak onların bu platformlarda kullandıkları dil ile ortaya koymuş oldukları eserlerindeki dil arasında herhangi bir farklılık yok. Diğer bir ifadeyle düşüncelerini, duygularını yazıya döküp muhataplarına ulaştırdıklarında dile dair kavrayışlarındaki hassasiyet ne ise sanal alemde de aynı dikkat ve özeni göstermeye çalışıyorlar. Bunun içerisine dilin ifade biçimlerinden, çağrışım alanlarından tutun imla ve noktalamasına varıncaya kadar olması gereken düzen ve tertip de dâhil. Diğer taraftan dile dair ifadeye gayret gösterdiğim hassasiyet kadar önemli bir nokta daha var ki o da sanatkâr diyebileceğimiz insanların sosyal medya hesaplarında ya da genel ağın imkânlarıyla oluşturulmuş olan “arka bahçe”lerinde kendi adlarıyla, kimlikleriyle görünüyor olmaları. Bunun da çok önemli bir bakış açısı olduğunun altını özellikle çizmeliyim.

Fakat modern insan için sosyal ağlar nasıl bir alan açıyor sorusunun cevabı hiç de iç açıcı değil maalesef. Bireysel hayatlarında, kendi biyografilerini yaşarken dil ile, varlık ile, “ev”leri ile derinlikli ve sahici bir ilişki kuramamış kimseler için genel ağda oluşturulan sosyal mecralar, adeta sanal doğuş alanı hâline gelmiş durumda. Ancak buradaki doğuşta çoğunlukla modern insan, kendi öznel ve gerçek kimliği ile yer almıyor. Daha doğru bir ifade ile sahici taraflarıyla yer almaktan bilerek ve isteyerek kaçınıyor. Takma adlarla, sanal kimliklerle, gerçekliği olmayan birer gölge canlı olarak yer bulmaya çalışıyor. İşte aslında yok hükmünde olan bu kimlikler dil ile de düşünce ile de hiçbir derinlikli ilişki kuramıyor. Dolayısıyla dillerinin/evlerinin içi gibi arka bahçeleri de çirkin, düzensiz ve özensiz bir görüntü meydana getirerek aslında bir rahatlama, nefes alma alanı değil de bir yitim, kayboluş alanı hâline geliyor. “Düşüncem”, “fikrim”, “görüşüm” diye çalakalem yazılan cümleler de sorumluluk taşımadığı için safsatanın ötesine geçemiyor maalesef. Dolayısıyla Martin Heidegger’in işaret ettiği gibi dil, bu yönüyle onların varlıklarına ev sahipliği yapamıyor.

Peki, edebiyat bu evin şekillenmesinde nasıl bir rol oynar?

Aslında buraya kadar konuştuğumuz her şey bu sorunun cevabı içinde düşünülebilir. Öncelikle toplumumuza yerleşmiş olan genel bir kanaatten söz etmekte yarar var sanırım. Sık karşılaşırız değil mi, birisi içinden çıkamayacağımız sözler ettiğinde ya da meselenin dinleyene göre esasa müteallik şeylerden uzaklaştığını düşündüğümüzde “edebiyat yapma”, “bana hikâye anlatma” deriz. İşte bu edebiyatın nasıl algılandığıyla ilgili önemli bir veridir bana göre. Aslında bu konuştuklarımızın hepsi edebiyat, çünkü edebiyat dille yapılan, kelimelerle hayat bulan, sözcüklerle nesilden nesile aktarılan bir bilinç yumağıdır. Dil de böyledir. Dilin sadece konuştuğumuz bir organ olmadığı üzerinde durduk. Peki medeniyet ve kültür de dil aracılığıyla bir sonraki nesle aktarılmaz mı? Edebiyat ve sanat eserleri burada en esaslı vazifeyi yüklenmiş olmaz mı? Çağrışım alanlarıyla, sezgiye dayalı unsurlarıyla, imgesel ve metaforik açılımlarıyla dil, sanat eserleri aracılığıyla ortaya çıkar. Bundan dolayı bizler bir dilin inceliklerine, estetik taraflarına, o dilde hayat bulmuş şiirlerle, romanlarla, hikâyelerle, ağıtlarla, ninnilerle, türkülerle, destanlarla vâkıf oluruz. Dolayısıyla dilimizin/evimizin şekillenmesinde edebî eserler hayati bir önem arz eder.

Sanat eserleriyle bağ kuramamış bir milletin kendi dilinin sınırlarını keşfetmesi, fark etmesi mümkün değil maalesef. Son yıllarda dikkatimi çeken bir husus da özellikle edebî eserlerin, bilhassa tahkiyeli metinlerin “zaman kaybı” denilerek, “nasıl olsa kurgu” denilerek okunmamasıdır. Bu, kesinlikle yanlış bir tutum. İnsan hayatı, her şeyi tecrübe edebilecek uzunlukta değil. Hem olsa bile yaşanmışlıkların sınırlarını tayin etmek mümkün değil. Dolayısıyla sanat eserleri aracılığıyla insan, muhayyilesinin uçsuz bucaksız alanlarında dolaşma imkânı elde etmiş olur. Okuduğumuz bir kurmaca metnin kahramanının maceralarını, ruhsal geçişlerini deneyimleyemesek bile; o metnin yazarının düş gücüyle inşa ettiği evrenin içerisine dâhil oluruz ve sezgi kabiliyetimiz, estetik duyuş tarzımız yüksek bir değer kazanır. Bu kazanım, aynı zamanda dilimizin sınırlarını keşfetmek; evimizin gizli bölümlerinde dolaşmak demektir.

Tabi burada önemli olan sözünü ettiğim anlamda estetik değere sahip edebî eserlerle buluşabilmektir. Bunların hangileri olduğunu fark edebilmek için de yine beğenimizi, estetik değer ve yargılarımızı yükseltmemiz gerekir. Onun için de dil zevkimizi edebî eserlerle rafine bir hâle getirmek durumundayız açıkçası. Diğer türlü maalesef modern tüketim kültürünün “çok satan”, “çok okunan” diyerek önümüze koyduklarını büyük eser diye kabul eder, sınırlı bir dil ve kelime etrafında dolaşır dururuz.

Buradan devam edersek artık kelimeler yerine sıklıkla tercih ettiğimiz hatta yeri geldiğinde tek kelime dahi kullanmadan kendimizi ifade ettiğimiz “emojiler” için ne söylersiniz?

İşte bu da artık günümüzde sözüm ona ânı tasarruflu kullanma maksadıyla insanın tercih ettiği bir iletişim modeli. Aslında zaman fakiri olan günümüz insanın en kıymetlisi olan dilini kolayca gözden çıkarmasının sonucu ve dilin olabildiğince zaafa uğramış biçimi. Bununla birlikte konuya şöyle de bakılabilir diye düşünüyorum. Dilimizde atasözleri, deyimler, vecizeler var değil mi? Sıkıştırılmış, yoğun anlam öbekleri. Bazen tam yeri gelir ve bir atasözünü, deyimi kullanırız ve orada belki sayfalar dolusu ifade edeceğimiz, anlatmak istediğimiz bir durumu dile getirmiş oluruz. Şimdilerde sanki “emojiler” bunun yerini aldı gibi. Kısırlaşmış düşünce dünyamızın ve dolayısıyla da dilimizin geldiği son nokta olarak da bakabiliriz buna. Eşimize, dostumuza, arkadaşımıza duygularımızı yalın ve sahici bir biçimde dile dökecekken hızlı ve kolay bir biçimde gülen, ağlayan, öfkelenen bir yüz ifadesi gönderiveriyoruz. Eskiden daha azdı şimdilerde türlü türlü şekilleri de yapıldı herhalde bu suratların. Bu durumu maalesef sözün yitime uğratılması olarak değerlendiriyorum.

Bizler eskiden büyüklerimize, sevdiğimiz insanlara, arkadaşlarımıza uzakta olduklarında mektup yazar gönderirdik. Ve onlara olan hasretimizi, özlemimizi, sevgimizi, selâmımızı ifade ederken de çok özenli bir dil kullanır, kelimelerimizi seçerek kâğıda dökmeye çalışırdık. Peki şimdiler de ne olduda durum değişti? Daha mı az özlüyoruz? Onlara daha mı az kıymet veriyoruz? Uzağına düştüğümüz, sevdiğimiz insanlarla iletişime geçtiğimizde bu harcıâlem dili kullanıyor hatta onunla da kalmayıp güdükleştirilmiş, kısaltılmış “nbr”, “slm” şeklindeki “sms dili”ni ve “emojileri”, kullanıyoruz. Bu her birimizin fert olarak cevaplanması gereken bir soru olarak önümüzde duruyor.

Peki; bilim dili, sanat dili ya da edebi dil arasında nasıl bir fark var?

Bilim dili ve edebî dil yani sanat dili dediğimiz bu ayırımın maalesef farkında değiliz. Bunun farkında olmadığımız için de sıklıkla iletişim kazaları yaşıyoruz. Ya da hani “konuşuyorum fakat beni anlamıyorlar diyoruz” ya bazen bunun temel nedenlerinden birisi de dilin sözü edilen bildirişim alanlarından haberdar olunmaması. Bu, çok normal bir hâle geldi artık maalesef. Çünkü konuştuğumuz kelimelerin ne olduğu karşı tarafta anlam bulmuyor ya da biz konuşurken kelimelerimizin hangi kavramlara geleceğine dikkat etmiyoruz. Öğretici bir dil kullanacaksak kelimelerin çoğul anlamlarından olabildiğince kaçınmamız gerekir. Örneğin bir gazetede haber metni yazacaksak o haber metninin yan anlam değerlerinden arındırılmış bir dille kaleme alınmış olması gerekir. Yoksa aynı haber metnini okuyan insanların her biri farklı manalar çıkarır. Bilim dili de böyledir. Akademik ya da bilimsel bir metnin dilinde şahsi yorumlarımızın, çoğul anlama gelebilecek önermelerimizin yer alması; metnin anlaşılmasını güçleştiriyor.

Öbür taraftan kurguya dayalı bir hikâye diline nüfuz etmeye çalışıyor, bir roman okuduğumuzda onun anlam dünyasına girmeye gayret ediyorsak muhatap olduğumuz dilin tek anlamlı olmadığını bilmemiz gerekiyor. Edebî eserde kullanılan kelimeler evet, belki gündelik hayatımızda da yer eden kelimeler olabilir ancak bunların sözlük anlamlarının dışında bir manaya gelebileceğini de unutmamamız gerekiyor. Yoksa öbür taraftan bilgi edinmeye, örneğin konusunu tarihin bir kesitinden hareketle oluşturmuş kurmaca bir eserden dönemin tarihine ilişkin fikir edinmeye çalışıyoruz. Hoş, şimdilerde bu beklentiyi artık kurguya dayalı edebî eserler değil senaryolaştırılarak kameraya aktarılan televizyon dizileri karşılıyor. Bu da ayrı bir durum elbette…

Son olarak somut alandan bir soruyla devam etmek istiyorum hocam. TRT Arşivdeki eski kayıtlara denk geliyoruz ara sıra. Benim dikkatimi çekiyor her defasında. Örneğin; denk geldiğimiz bir röportajdaki insanların dili ne kadar güzel kullandıklarını görüyoruz. Kelimelerini özenle seçerek kendilerini ifade ediyorlar. Ancak bugün dilin özenle kullanılmasını bırakın “plaza dili “denilen farklı adlandırmalarla yeni konuşma tarzları mevcut. Değişen ne oldu? Dilin kullanımı neden bu kadar değişti?

Çok haklısınız. Ben de ilgiyle takip ediyorum “TRT Arşiv”in sözünü ettiğiniz kayıtlarını. Dönem itibariyle Yeşilçam aktörlerinin, TRT spikerlerinin dili kullanırken ki bu hassasiyetleri belki anlaşılabilir ancak 1970’li yıllarda ilkokul öğrencileriyle, lise öğrencileriyle hatta sanayide çalışan işçi vatandaşlarımızla yapılmış mülakatlarda da dilin ve kelimelerin yerli yerinde kullanılmış olduğuna şahit oluyoruz. Ve 70’li, 80’li yıllarda insanlarımızın konuşmuş olduğu Türkçenin tınısı, ahengi şuan hepimize ne kadar güzel geliyor değil mi? İşte biraz evvel sorduğum soruyla ilişkili sanki bu durum. Evet, o zamandan günümüze, sadece ülkemizde değil tüm dünyada çok şey değişti. Modern dünya sistemi; tüketim, hız ve haz esaslı anlayışla kurguladığı sistemini kitle iletişim araçlarını da sonuna kadar kullanarak neredeyse tüm dünyada uygulamaya koydu ve böylelikle dünyadan sorgulamadan geçip giden, aklını ve kalbini kullanmadan sadece tüketen ve nihayetinde ölüp giden “tek tip” insan modelini ikame etti. Ve ne yazık ki bunda da başarılı olduğu anlaşılıyor.

İşarete çalışılan bu kurgulanmış dünya içerisinde dil de kendi payına düşeni almış oldu. Hayıflanarak seyrettiğimiz sözünü ettiğiniz kayıtların yapıldığı dönemdeki insanlar yok artık. İhtiyaçları, beğenileri, hevesleri, algıları başka taraflara yönlendirilmiş insanlar var. Dolayısıyla kelimelerimiz de dilimiz de bu dünyanın kelimeleri.

Ancak yeri geldiği için şunu da ilave etmek isterim. Karamsar bir tablo çizmek istemiyorum çünkü umutsuz değilim. Neyi kaybettiğinin farkında olan insanların varlığı, kelimelerimizin de dilimizin de var olacağına dair inancımı diri tutuyor. Dile dair konuştuğumuz bu hususların bile gündeme gelmesi önemli benim açımdan.

Hocam çok teşekkür ederim.

Ben teşekkür ederim. Umarım muhatapları için faydalı bir söyleşi olmuştur.

Bunları da sevebilirsiniz