BİLİM MASKESİ ALTINDA FİTNE FESAT ENDEKSLERİ
Word Press adlı Batılı bir araştırma şirketinin WEN Themes Eğitim Merkezi tarafından gerçekleştirilen 2019 yılına ait “İslamilik Endeksleri” başlıklı istatistik çalışması dikkat çekici tespitlerle kamuoyuna sunulmuştur. İşbu tespitler üzerinden ana başlığı “İslam İnsanlığa Ne Vadediyor” olan değerlendirme dosyasına bir yazıyla katkıda bulunmayı düşünürken ister istemez söz konusu istatistiğin üst ve alt sıralarına bakarak bir mukayese yapma ihtiyacı doğdu. Öteden beri, benzer istatistikler karşısında mesafeli bir duruşum vardı; mevcut endeks aramızdaki makası biraz daha açtı, öncelikle okuyucularıma bu kanaatimi iletmek istiyorum. Listenin en başına oturtulmuş ülkelere şöyle kabaca bakıldığında büyük ekseriyetinin küçük birer ada üzerinde bulunduğu göze çarpacaktır. İsrail’in toplam 151 ülke arasından 39. Hırvatistan’ın 41. Sırbistan’ın ise 55. sıraya oturtulduğu, Bosna Hersek’in Sırbistan’ın altında ancak 66. sırada yer bulabildiği, 150 ve 151. sırada ise güya Müslümanların yaşadığı Sudan ve Suriye’nin gösterilmesindeki gizli ve sinsi hesap üzerinden bir okuma yapılmalıdır.
Ada ülkelerine neden dikkat çekmek gerekiyor denilecek olursa, bu durumun psikolojik, sosyal ve ister istemez statik sebeplerini kısa bir empati yaparak bulmak mümkündür. Sözü edilen gözlem, gerek kamusal ve gerekse bireysel her türlü suç ve hak ihlali istatistikleri bakımından ada ülkelerinin niçin önde durduğuna dair en azından bir sezinleme sağlayacaktır düşünmesini bilene. Endeksin verilerindeki sıralamaya bakıldığında hemen göze çarpan büyük sapma ancak gözlerini yumanlar tarafından atlanacak, görülmeyecektir. Bir de Türkçemizin temiz deyimlerinden ikisiyle söylenecek olursak, “Pireye kızıp yorganı yakmak” veya “Öfke ile kalkan zararla oturur” söylemlerindeki sonuca götürür insanları bu küçük araştırma.
Türkiye’de son yirmi yılda siyasal iktidarı elinde bulunduran kadro ve başındaki liderin şahsında köpürtülen nefret dili besbelli geniş bir aydın çevrede benimsenerek güya yeni orijinal düşünce üretimlerine geçilmeye başlanmıştır. Batılı istatistikler üzerinden okuma yapılarak gerçekleştirilen üstü örtülü eleştiri “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” kabilinden bir yürek soğutmadan öteye geçmeyecektir. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan bu yana yetmişe yakın hükümet değiştirmiştir. Türkiye Cumhuriyeti tarihine insaf nazarıyla bakıldığında, sahiden en kötü yönetim modeli hadi onu da adıyla hatırlayalım Başkanlık Hükümeti ve başındaki lidere ait olanı mıdır? Batı kaynaklı benzer istatistik ve endekslerin yoğunlukla yapılarak güçlü medya organları tarafından bütün dünyaya servis edilmesindeki şeytani seçimi kimse görmezden gelmemelidir. Türkiye’yi anayasal anlamda fikren Kemalist iktidarlar yönetmektedirler. Bunun fiilen de göze batması beklentisini körükleyen bu ve benzeri çabaları daima hesaba katarak tartışma açılmalıdır.
Şimdi hemen böyle düşünen herkesi partici/iktidar yandaşı diye suçlamaya, özgün dilleriyle karalamaya kalkışanları saymak yeni bir istatistiğe ihtiyaç gösterecektir. En iyisi kimin ne diyeceğine bakmadan, söylenecek olanlardan çekinmeden sadede gelerek yazının yoluna koyulmaktır. Bu husustaki son not ise Türkiye’de son yirmi yılda aralarına bir hayli İslamcı aydını da almış bulunan geniş bir kitlenin mevcut iktidara dönük düşmanlığı tersinden bir bakışla özellikle gelecek zamanlar bakımından epeyce kazanım da sağlamıştır. Endeksin temel direkleri bu üç ayak üzerine oturtulduğu için memleketin sosyal, siyasal ve ekonomik hayatında adeta bir felç yaşanıyormuşçasına kopartılan yaygaranın altında yatan garez üzerinde psikiyatristler ciddi çalışmalar yapmalıdır/yapacaklardır.
Fitne-fesat laboratuvarlarının dünyaya egemen olan sömürgeci güçlerin desteğiyle ortaya koydukları her veriye, bilgiye ihtiyatla bakması lazım gelenlerin başında kendini Müslüman diye tanımlayanlar gelmeliydi. Hele bir yılanın deliğinden iki kere zehirlenmemesi kendilerine tavsiye olunanlar onlarsa. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin resmi yarı resmi kurumları olan Kızılay, Umke ve Afad’ın bütün dünya yüzeyindeki faaliyetlerini gözleyen bunun istatistiklerini tutan var mıdır? Bir endeks çıkartılacak olursa dünyanın öteki Kızılay ve Kızılhaç kurumları ile karşılaştırıldığında Türkiye Kızılay’ı acaba nereye düşer. Listenin hangi kategorisinde kendine yer bulur?
Dahası Türkiyeli sivil toplum kuruluşlarının özellikle de son otuz yıldan bu yana (1999 depreminde sivil yardımların önünü kesen derin devlet gücü unutulmadan düşünülmeli) bütün dünya üzerindeki yardım, destek, kurtarma çabalarını okumaya kalkışanlar onları listenin hangi sırasına yerleştirirlerdi acaba? İslamilik Endeksleri adı altında dünya kamuoyuna sunulan çalışmanın ilk on sırasındaki Hollanda, kırklı yaşlarını tamamlamış bütün dünya yurttaşlarının hatırlayacağı gibi, Srebrenitza’da katledilen masum insanları korumak üzere Birleşmiş Milletler tarafından görevlendirilmiş bir devletti. Ne oldu; Hollanda askerleri Sırplar, Boşnak sivilleri katlederken, yüzlerini öte tarafa dönmüşlerdi. Hangi İslamilik, hangi insanilik endeksinde bu ülke ilk on sıraya yerleştirilmektedir?Yalnızca kendi halkına karşı yasal, iyi yönetici, siyasi hak sağlayıcı davranan ancak öteki saydığı insanları köleleştirmeyi, sömürmeyi ise kendine hak gören bir toplum mu İslamilik endeksinde Bosna’dan üst makamda oturacaktır?
Fitne ve fesadın maliyeti üzerinde düşünürken “Yasal ve Yönetişim”, “İnsan ve Siyasi Haklar Endeksi” özelinde hazırlandığı savunularak, mukayesenin bu ölçütlere göre yapılması istenecek olursa, Türkiye hapishanelerine kapatılanlarla İsrail zindanlarında yatanlara bakılsın. İsrail nasıl olur da 96. sıradaki Türkiye’yi tam üç kez sollayabilir? İsrail yönetimi Türkiye yönetiminden daha insancıl, daha adil, daha hukuki mi davranmaktadır? Hatta İsrail halkı Türkiye halklarından daha müreffeh, daha mesut ve daha huzurludur denilebilir mi? Necip Fazıl yaşasaydı tekrar yazardı: “Bu taksimi kurt yapmaz, kuzulara şah olsa/Yaşasın kefenimin kefili karaborsa.”Bebek katili bir ülkeyi sıralamalarda böylesine yukarılara yerleştiren bir istatistik fitne ve fesat laboratuvarlarında hazırlanmış olmalıdır. Kendini Müslüman olarak bilen, hisseden kim, hangi düşünen insan itibar eder böylesi bir endekse?
Salt beşeri yasalar ve gözlemlerle ve yalnızca merkeze (Tanrıyı unutmuş) insan unsurunu alarak gerçekleştirilen haklar ve suçlar bahsi üzerinden bir okumadır sözü edilen istatistik. Şimdi isterseniz Allah’ın tayin ettiği haklar ve suç saydığı davranışlar merkeze alınarak bir istatistik denemesi yapalım. Bir rapora, bir endekse “İslamilik” vasfı kazandırabilmek için en başta “Şirk” suçu baz alınarak değerlendirme yapılmalı değil midir? Allah’a karşı işlenince tövbe edilmemişse asla bağışlanmayacak olan bu cürüm Yeni Zelanda, İsveç, İzlanda, Hollanda ve devamında ilk sıraya konulan ülkeleri endeksin hangi sırasına taşır? Allah’ın suç saydığı zulüm, batıl, fısk, fücur, zina, eşcinsellik, uyuşturucu, intihar, domuz eti yeme, kan içme, porno, pedofili, kumar gibi illetler endeksinde sıra değişir mi acaba? Kaldı ki Allah’ın suç saydığı dediğimiz cürümlerin büyük bir bölümü bahsi geçen ve ilk sırayı teşekkül ettiren ülkelerde yasal anlamda meşruiyet kazanmış ve suç olmaktan da çıkartılmıştır.
İnsan aynı anda üç yüz altmış dereceyi göremiyor; o, baktığı açıdan ancak eşyanın bir kısmını algılayabilmektedir. Tüm çevreyi görebilmek için zaman zaman açı değişikliğine ihtiyaç duymaktadır. O zaman biz de çok kısa bir istatistik yaparak bir endeks çıkartalım. Allah’a karşı en büyük cürüm olan şirk üzerinden okumalarımızda bütün Hıristiyan, Yahudi, Budist ve benzer ülkeler endeksin neresine yerleştirilecek, her ne kadar aralarında bazı müşrikleri taşıyorlarsa da Müslüman halkların çoğunlukta bulunduğu ülkeler hangi sırada kalacaklardır?
Yeryüzünde yaşarken adeta bir kelebek yahut badem ağacı gibi Allah’ın hiçbir kuluna hiçbir zarar vermemiş olan bir insan topluluğu, eğer kendilerini yaratan Allah ile beraber başka bir ilaha dua ederek ömür tüketmişse bahsi geçen endeksin en başına mı sonuna mı yerleştirilecektir bu durumda? Peki, Müslüman kişi bu endeksin ebedi hayatta işe yararlığına ikna edilebilecek midir? Yalnızca yeryüzündeki şu geçici hayatın intizamına, kurallı yaşamına, sosyal hayatın tertip ve düzenine, barış zannedilen gizli korkunun sağladığı sükûnete bakan ama ebedi hayatta ne ile karşılaşacağını merak etmeyen yahut ahireti hesap dışında tutan salt seküler bir toplumun insani ve İslamiliği nasıl savunulabilir?
İstatistiklerle nasıl yalan söylenir diye merak sahibi olanlar sözün başında zikredilen İslamilik Endekslerine bakabilirler.
MEVCUT MÜSLÜMANLAR NE KADAR İSLAMİDİR
Eğer, açılan dosyayı hazırlayan zihinlerin derdi bu başlıktaki sual ise, aynı inancı taşımayan toplumlarla değil, bu inanca kaynaklık eden model ile bir mukayese yapılarak sahici özeleştiriye elbette ciddi ihtiyaç bulunmaktadır. Böyle bir suali irdelerken yapılacak en büyük yanlış gerek bireyleri, gerekse Müslümanların yoğunlukla yaşadığı ülkeleri/devletlerimerkeze alarak, Müslüman olmayan bireyler ve de devletlerle tartma girişiminden kaynaklanır. Fasit bir dengeleme çabasıdır bu çünkü ve teşbihte büyük bir hata vardır. Ayrı cinslerin, türlerin aynı kategoriye yerleştirilmesi, birlikte tartılması kadar yanlıştır. Çünkü her birey ve toplumun hayat kriterleri, dünya görüşleri, ahlak anlayışları birbirinden hayli farklı dengelere sahiptir. “Geri kalma, ilerleme, başarı” gibi kavramlara biçilen tanımlar öylesine birbirine aykırıdır ki, bütün mukayeseler yanıltıcı neticeler verecektir. Aynı inanç ve ahlak anlayışını paylaşan birey ve toplumları kendi içerisinde bir mukayeseye tabi tutarak ancak belki bazı yaklaşık gerçeklere ulaşmak mümkün olabilir. O da yine beşeri bir değerlendirme olacağından “Yaklaşık” diyerek ifade edilmelidir.
Doksanlı yıllarda Müslüman bir İktisatçı kardeşimizin konferansını dinlerken tanıklık etmiştim. Hatırladığım kadarıyla yetmişli yıllarda bir Batılı düşünür “Çin Uyanınca” adlı bir eser yazmıştı. Malum o tarihlerde dünya iki büyük blokun Sovyetler ve ABD’nin tahakkümü altında idi. Bir üçüncü güç beklentisiyle yüzler Çin’e dönmüştü. İşte bu beklentiyi muhtemelen gecikmeli de olsa realiteye inkılap ettirecek özlemle konuşan Müslüman iktisatçı “İlerleme, başarı” kelimelerine sıklıkla vurgu yaparak Çin’e övgüler dizmekteydi. Örneğini ise Müslümanların tembelliği Çinlilerin çalışkanlığı üzerinden sıralamaktaydı. Ancak unuttuğu, ihmal ettiği husus ise tam da iktisatçımızı Müslüman yapan, böyle vasıflandıran itikat ve amel noktasında düğümlenmekteydi. Çünkü nüfusu milyarlara dayalı Çin’in kalkınma hamleleri, ayda en fazla yüz dolara günün on altı saatini satan işçilerin omuzlarında yükselmekteydi. Evinin yüzünü ancak ayda bir kez görebilen sadece tek bir çocuk edinebilme hürriyetine sahip Çinli işçi bugün Çin uyandıktan sonra bile hala aynı ilerlemenin peşindedir. Ancak eldeki endeks Çin’i 79, Türkiye’yi ise 96. Sıraya koyabilmiştir. Doğu Türkistan, Sincan, Uygur gibi açıktan zulüm uygulamalarını ise hiç söz konusu etmeye lüzum yoktur.
Meseleye dönersek, “İslam İnsanlığa Ne Vadediyor” şeklinde sorduğunuzda verilebilecek birçok cevap arasından en hakikate yakın olanı nedir acaba? Her şeyden evvel Son İlahi Hitab’a muhatap olacak kimseyi Allah ile bir ticarete, alış verişe çağırıyor, onun kârlı çıkabilmesi için de yalnızca Allah’a kulluk etmesini istiyor ki, ebedi hayatta Büyük Mükâfatı, Cennet Hayatını kazanabilsin. Peki, aynı iman sahibi bireyler bütününün oluşturacağı topluma uhrevi bir vaadinden söz edilebilir mi? Hayır! Çünkü dünyadaki muhasebe her ne kadar toplumsal ise de ölümden sonraki diriliş hayatındaki muhasebe ferdidir. Öyleyse topluma düşen uhrevi sorumluluk diye bir şey en azından şimdilik ötelenmeli ve birey üzerinden düşünmeye devam etmelidir. Çünkü mesela toplumun ahlakı olmaz. Ahlak ferdidir. Tarihte tek başına bir ümmet olarak yaşamış ve kimseyi kendi yoluna katamamış, Allah tarafından görevli ve güzel ahlak sahibi (melek değil) beşer elçiler olduğunu biliyoruz. İşte bütün bu bakımlardan şu cümleler büyük bir yanlışlık taşımaktadır: “İslam’a nispet edilen ülkeler (üzerinden) niyetimizin ahlaki tefessühümüzün…”
“İslam’a nispet edilen” dedikten sonra aslında iş bitmiş sualler cevaplanmıştır, ancak tekrarda yarar vardır diyerek ahlakın ferdiliğine yeniden vurgu yapmalı, hatırlatılmalıdır. Üst paragrafın sonunda kullanılan tırnak içerisindeki ifade besbelli hala o meşum fitne ve fesat endeksine bakılarak ve itibar edilerek kurgulanmıştır ne yazık ki. Evvela bu yanlıştan dönmelidir. Toplumsal bir ahlaki tefessühten söz açılacaksa ABD ve Avrupa ülkeleri en başta gelmelidir. Çünkü toplumsal ahlakın varsa eğer mümessili devlet yöneticileridir onların da dünya üzerindeki alçakça sömürgeci emelleri ve uygulamaları bütün dünyanın gözü önünde ve en çok da zikri geçen endeksin en altında yer bulan Suriye üzerinde gerçekleşmektedir. Tekrar değinmekte yarar vardır “İlerleme” ve “Başarı”nın kriterleri her toplumda farklıdır. Bir toplum başkalarını ne kadar sömürüp kendi halkına yedirmişse o toplum o ölçüde “İleri” ve “Başarılı” sayılmaktadır; öyle midir? Bu bahiste son söz, konu eğer ahlaksa “Biz” üslubundan vaz geçilmelidir, “Ben” diyebilme cesaretine ihtiyaç vardır. Çünkü kişiyi mesela “Yaşadığım ülkedeki zulüm, batıl, fitne ve fesat adına ferden yahut topluca yaşatılan kötülüklerin hiçbirinde dahlim yoktur” diyebilme cesaretine çağrıdır buradaki. Ayrıca lafta bırakmayarak ferdi güzel ahlak modellerini de yaşanılır kılmalıdır.
Yatay olan dikey olanla kesişir ama asla benzeşmez. İlahi Vahiy dikey, beşeri ahlak yatay karakterlidir. Bozulma da düzelme de dikey olanla alakasız bir beşeri hareketliliktir. Ve her iki ahval de birey/fert üzerinden başlatılmalı ve okunmalıdır. Meseleye asıl buradan bakıldığında “İslam’a nispet edilen ülkeler” yuvarlaması bir anlam ifade etmeyecektir. Zira toplumların ahiret noktasında bir akıbeti yoktur. O halde bireyde başlayıp bireyde biten, geçici başlayıp sonsuza evrilen hayatı birbirinden kopartarak okuma çabası gayrı İslamidir. İşte bu sebeple böylesi endekslerin İslamiliği ancak göz boyamak amacıyla üretilmiş, Müslümanı değil doğrudan İslam’ı hedef alan şaşırtmalı sinsi laboratuvar çalışmalarıdır.
Müslümanların yoğunluklu yaşadığı ülkelerde ötekilerden daha yüksek bir ahlaki tefessüh var mıdır? Kim söylüyor bunu? Bazı Müslüman fertlerin hatta birçok Müslüman ferdin ahlaki zaaflar taşıyor görünmesi kimi, hangi istatistikle birileriyle tokuşturmaya sevk ediyor; niçin? Yanlış anlamalara meydan vermemek adına yalnızca içerisinde yaşanılan dönem bakımından değil bütün zamanlar bakımından zaten bir kişiye Müslüman dedikten sonra onda aranacak kusur artık ahlaki olmaktan başka bir kategoride değerlendirilemez. Zira Allah ile beraber başka bir ilaha kulluk yahut ondan yardım dileme davranışı artık ahlakilik kategorisinden akideye evrilir ve kişiyi müşrik yapar. Böylece bir müşrike Müslüman denilemez. Cahilliği ilkesel olarak benimsemiş, düşünme yetisini kendisi gibi bir bireye yahut tarikat, mezhep, parti veya meşrebe kilitlemiş kimse için de Müslümanlık ümidi kalmamıştır; zira Kur’an’a göre müşrik ile cahil aynı kategoridedir.
Küfür kelimesi biraz özelleştirilecek olunursa, kök itibariyle “örtmek” anlamı taşıdığından mesela her kişinin içerisinde kendini hesaba çekme mekanizması sayılan vicdanın üzerini örtmeye çalışan, onun sözünü, uyarısını asla dinlemeyen, izan ve insafı bırakmış kimseler hakkında hala Müslüman demeye devam etmeli midir? Oysa böylelerinin sıfatı kâfir değil miydi? Müşrik, kâfir, cahil, zalim, fasık, facir hangi toplumda bir diğerinden daha fazladır? Eğer konu İslam’ın insanlara ne vadettiği noktasında toplanacaksa, bütün noksanlıklarına karşılık Müslüman yoğunluklu ülkeler yine de ötekilere fark atacaktır. Bedbinlik, kötümserlik, karamsarlıkla kalplerini karartmamışlarsa, hele Müslümanım diyenler bu yargıya itiraz edemezler. Olsun, isterse müşrik olsun, toplumda sosyal hayatın tertip ve düzeni, hukuk ve kişisel hakların temini, iktisadi refah, düşünce ve bireysel özgürlük varsa o toplum diğerleri yanında daha İslamidir; bu mudur karar? Ne uğruna, hangi statülerle, neleri göz ardında bırakarak sağlandığına bakılmadan varılan bu yargı adil midir, insaflı mıdır?
Varsa eğer-ki elbette bolca var-, şimdi sıra, Müslüman ülkelerdeki ahlaki tefessühün sebepleri nedir o halde, onun üzerinde düşünmeye geldi. Bu hususta neler söylenebilir? İşte bütün mesele budur. Bu satırların yazarı elli yılı aşkın düşünme ömrünün en uzun bir kısmını işte tam da bu sualin cevabını arayarak harcamıştır. Şunu asla unutmamalıdır ki insanların soluklandığı yerde zaaf, kusur ve eksikliğin bulunması kimseyi düş kırıklığına uğratmamalıdır. Bir vakitler Asr-ı Saadet adı verilen Son Allah Elçisi’nin yaşadığı dönemin de mevcut konu ile alakalı incelemeye tabi tutulduğunda öyle sanıldığı gibi tam bir (dünyevi) Saadet Asrı olmadığı pekâlâ görülecektir. Bu durumda Müslüman toplumları insani, ahlaki ve İslami noktada başkaları karşısında karalamaya, kötülemeye çalışmak yerine özele eğilerek zaaf, kusur ve eksiklikleri, sebepleriyle birlikte tespite çalışmalı çözüm ve çareler üretmelidir. Kimin, hangi toplumun hangi endekste hangi sıraya düştüğü gibi laboratuvar maskeli bir servis yalanına aldanmadan üstelik.
Unutmamalıdır ki Müslüman beyaz giyinir. Beyaz elbise üzerinde siyah leke her renkten daha önce göze batar. Ama mesela siyah giyinenin üzerindeki leke kayış gibi oluncaya kadar bile göze batmaz ve temiz görünür. Halk arasında yaygın bir beşeri hatayı aktarırken söylenen sözü hatırlatmanın zamanı geldi: “Adama bak namaz kılıyor, hacca gitmiş, bir de Müslüman olacak.” Bu söze göre Müslüman herhalde insan değildir diye düşünülmektedir. Bilinmelidir ki Müslüman da olsa işlenecek şirk ve küfür günahı evvela onu bu inancın dışına püskürtür. Geriye kalan günahlar, suçlar, kabahatler ise bütün insanların kulluk zafiyeti ile açıklanır ancak.
Malzemesi insan olan çalışmanın peşin zaaflarını hesaba katarak elde edilecek ilk veri Müslümanlar açısından evvela Din/İslam denildiğinde, mensubunun dünya üzerindeki bütün işlerine dair söyleyecek sözü olan bir iman manzumesi konuşulmakta demektir. Din ve dünya diye düalist bir mantık asla doğru neticeler vermeyecektir. Kulluk eylemi şeklinde tercüme edilecek ibadet kavramı müminin bütün meşru davranışlarını kapsadığından, namaz, oruç, hac, zekât gibi kulluk eylemlerinin asla Yahudilik ve Hıristiyanlıkta olduğu gibi özel mekânlara mahsus (Ağlama Duvarı, Kilise) “Dini tören, şölen” mahiyeti taşımadığı bilinecektir. Bu eylemleri saltanat dönemlerinde bütünüyle mabetlere tahsis etmek, bugün Müslüman dünyadaki mevcut uygulama yanlışlığını doğurmuştur. Adeta birer manifesto halinde yaşatılması gereken bu eylemlerin temel maksadı namazda bireyin iç endişe ve temayülleri, oruç ve zekâtta sosyal dayanışma ruhu, hacda ise cihanşümul bir misyonu gözetmekti. Bu ihmal edilirse ibadetin bütün esprisi yok olur gider.
Ahlak ile alakası o kadar açıktır ki bu belli dönemlerde müminlerin üzerine vacip olan eylemlerin/ibadetin, bütün öteki tutum ve davranışlara istikamet verebilecektir sahici biçimde yerine getirildiğinde. Asla gözden ırak tutulmaması gereken bir husus var ki o da teorisi sıhhatli kurulmamış hiçbir pratik insanlığa hayır getirmemiştir. Öyleyse işin teorisine bıkıldığında ne görülür? Müslüman mütevatir vicdanının ortaya insanlık adına koyduğu ilkeye göre masuniyet karinesi sayılan beş maslahat neydi: Akıl, can, ırz, mal ve din’in korunması esasıydı. Müslüman gayrimüslim ayrımı yapılmaksızın bütün insanların bu beş maslahatı Müslümanlara zimmetlenmiştir. Onlar “Bir topluma olan kininiz sizi adaletsizliğe sürüklemesin” (Maide Suresi: 8) talimatına uyarak herkesin bu beş temel değerine saygı gösterecek ve bir tecavüz karşısında da bunlar uğruna savaşı kendilerine vazife bileceklerdir; böyle öğretilmiştir. Diyelim ki mevcut toplumsal uygulamada bundan geri adım atılmıştır, gayrimüslim sömürgecilerin istatistiklerine aldanarak, Müslümanları aşağıda göstermenin açıklaması belki kompleksle yapılabilir. Bu aşağılık duygusu da bir başka açıdan beşeri zaaflar arasında en ziyade içine düşülen tehlikeli duygulardan biridir. Son iki üç yüz yılda Müslüman kitleler benzer tepkilerle şöhret kazanmışlardır. Zaaf daima insanı yanılgıya sürükler, duyguları düşüncenin önüne çıkartır, bu sebeple “Düşünmek Farzdır” deyip durmaktayız.
SÖZÜN HÂSILASI
Teorisi son derece sağlam kurulmuş bu altyapıyı (Maide: 8’deki tutum) var mısınız dünyanın bütün öteki toplumlarının teorileriyle başa baş tartışmaya; bir de bu açıdan bakılmalıdır meseleye. Kaldı ki pratiklerin dökümü yapıldığında da eldeki endeksi yalanlayacak başka veriler bulunabilir.
Müslümanların yoğunlukla yaşadığı ülkelerdeki siyasal yönetimlere bakarak her Müslümana rol biçmek insafla bağdaşmaz. Dünyada kötüler peygamberlerin dönemi en başta olmak üzere daima sayıca daha fazlaydılar. Ne yapılmalı yani iyilik terk mi edilmelidir? Evet, bugün de yine Müslüman ülkelerde teoriye ters düşen pratiklerin yoğunluğu samimi Müslümanları üzmekte, rahatsız etmektedir. Sebeplere tam anlamıyla inilemediği müddetçe çare aramak ve bulmak zor gözükmektedir. Acaba her Müslüman fert sebep arayışında suali bizzat kendine yönelttiğinde mevcut tefessühe herhangi bir katkısı olup olmadığını gereken özveri ve cesaretle cevaplandırabilir mi? Mesela “Selamı yayan mı yoksa bekleyen miyim ben” her mümin, vicdanın bu sualine samimi cevap hazırlamalıdır. Taşradan, hariçten bakıldığında karşımdakinde bıraktığım izlenim nedir, müspet mi menfi midir; işte bu kaygı imandan kaynaklanır. Ve yoğunlukla Müslümanlarda bulunur/bulunması lazım gelir.
En zor sual yukarı paragrafta yatmaktadır; dünyanın en zor işidir özeleştiri. Haydi, buradan başlansın denildiğinde, herkes kendinde olması lazım gelirken olmayanı ortaya koymaya başlasın; işte ilk adım budur. Her Müslüman bugünden tezi yok, hocası, şeyhi, tarikatı, mezhebi, meşrebi, partisi, kavmi, rengi, soyu sopu, flaması, mesleği, yazdığı kitap, çıkardığı dergi ve benzeri rozetleri üzerinden kendini tanımlamayı bıraksın bakalım. Her biri birer abdi aciz Abdullah/Allah kulu sıfatından gayrısına itibar etmesin. Hac ibadetinin böyle bir boyutu vardır. Kişi tavaf esnasında Türk, Kürt, Arap, Acem değildir artık. Hatta erkek ve dişi bile değildir, cinsiyetinden bile soyutlanmıştır; erkek kadın bu mahşer denemesinde cinsiyetlerini bir kenara bırakmış, Allah kulu sıfatıyla bütünleşmişlerdir. İşte size İslam’ın vadettiklerinden en küçük bir sahne.
Ahlak niye bozulur; çünkü bu mübarek hac eyleminin yolu eşkıya tarafından kesilir, ana cadde yerine herkes ara yollardan oraya ulaşmaya çalışır, orada ise eşkıya yeniden devrededir. Düşünemezsin, konuşamazsın, üretemezsin, yaratamazsın tıpkı Yeni Zelanda’da olduğu gibi bu en insani eylemleri yapmadığın için de hiç yanılmazsın, yanlış yapmazsın, elbette ne suç işleyebilir ne de suça teşvik edebilirsin. Endekse dönerek düşünmek isteyenlere bir sual; Endeksin tepesine yerleştirilmiş bulunan Yeni Zelanda insanı dünyaya ne katkı yapmıştır? Kaç bilim, fen, teknoloji, zenaat ve sanat insanı ve eseri yetiştirmiştir? Neyi başarmış da en tepeye oturmuştur? Yirminci yüzyılda binlerce kilometre öteden, hiç itirazsız, kendini sömüren İngilizlere paralı askerlik yapmak üzere Çanakkale’ye gelen satılık insanlar kimlerdi? Denilebilir ki geçen geçmiştir, şimdiye bakılmalı; öyle mi? Peki şimdi için sual yinelenecek olursa, dünya kültür tarihine eklediği Büyük İnsanlık İdeali adına bir tez, bir pratik gösterilsin o halde.
Mevcut beşeri yasalara itirazsız ve azami itaatkârlık gösterisi, temel sosyolojik ve psikolojik sebepleri irdelenmeden, hangi gerekçe ile o ülkeyi “İslamilik Endeksi”nin en başına yerleştirilmeye hak kazandırıyormuş? “Yüreğinin Gittiği Yere Git” diyen okuryazarlıktan mahrum Kızılderili bilgenin insanlığa kattığı hikmet, tüm Yeni Zelanda marifetinin çok üzerindedir. Okuryazarlığın yaygınlığı neyi açıklar? Kendi içerisinde iyi geçiniyor görünmek, dünyanın en kavgasız mahlûku olmak çoğu kere ikiyüzlülüğün başka bir görüntüsüdür aslında. Dünya marifet ve hikmetine bütün zamanlarda en büyük katkıyı okuryazarlar/aydınlardan ziyade halk bilgeleri, sanat insanları yapmışlardır. Halk çocuğu Neşet Ertaş ne demişti: “Bir yerde türkü okuyan birini görürsen usulca kıyısına yanaş ve dinle. Çünkü türkü okuyandan insana zarar gelmez.”
Mevcut Müslümanlar ne kadar İslamidir diye sormuştuk. Şimdi tam burada söz yanaştı ve sanat/estetik bahsine ulaştı. Müslüman çoğunluklar, aralarına uydurulmuşların doldurulduğu hadis metinleri üzerinden yanlış okumalarla köhne ve körü körüne bakışlara mahkûm edilmişlerdir. İman meselesi haline getirilen sanat ve estetiği horlama, yasaklama sonucu ahlak da erozyona uğramıştır. Kültürün ahlak ile irtibatı kopartılmış, ulvi haz ve zevkleri okşayan sanat ve estetik ürünler dışlanınca, ham yobaz ve kaba softalığın yıldızı parlatılmıştır. Böylece süflilik (sufizm, çilecilik, Hint mistisizmi, dünyadan el etek çekme, onu horlama, taklit ve kopyacılık) ulviliğin yerini almıştır. İman ile düşünmenin arası açılmış, resim ve müzik hakkında “Haram” hükmü verilirken sanatın öteki alanlarındaki çabalar boş işler olarak görülmüştür. Müslüman kitlelere mevcut bakışın armağan ettiği ilke: “Dinlemene, (Kur’an) okumana bile gerek yok, itaat et ve benze yeter”, denilmiştir. Oysa Gazali ne diyordu: “Biz Peygambere benzemekle değil, onu örnek almakla ödevliyiz.” Aliya İzzetbegoviç aynı minvalde şöyle yazmıştır: “Bütün dünyada Müslümanlar bugün düşmanlarının çizmeleri altında ezilirken onlar hala çocuklarına isyandan önce itaati öğretmekle meşguldür.”
Ortaya konulan sualler kişinin durup baktığı yerin/açının elverdiği imkânlar ölçüsünde sahih olabilmektedir demek ki. Faslı düşünür Cabiri’nin isabetli tespitine göre Şii İslam dünyasını “İmamet mitolojisi”. Sünni İslam dünyasını ise “Saltanat ideolojisi” perişan etmiştir. Sünni dünyadaki ahlaki düşüşün saltanat ideolojisiyle nasıl bir alakası kurulabilir? Saltanat modeli baskıcı, totaliter bir modeldir. Beşeri davranışları sınırlandırmada acımasızdır. Düşünce, ifade, inanç ve davranış hürriyetleri elinden alınan, kısıtlanan insan ister istemez iki baskı altında kalacak kalbinin gösterdiği ile uygulaması zıtlaşacaktır. Öyle ki kendini salıveren kimi Müslümanlarda bu durum giderek riyakâr bir dil halinde tezahür edecektir. Saltanat rejimleri döneminde böyle gerçekleştiği gibi, sıradan Müslümanın ahlakı baskıcı laik-Kemalist rejimler döneminde de benzer şekilde sergilenmiştir. Sosyal değişim ve dönüşümlerin yukarıdan aşağıya gerçekleşmediği bilinmektedir. Yalnızca aşağıdan yukarıya bir değişimin sağlıklı olacağı bilinmektedir. Saltanat rejimlerinin bazen insanlara nefes dahi aldıramayacak boyuttaki uygulamalarını öğrenmek isteyenler, Ortaçağ Avrupa’sına bakabilirler. Endeksler arası tartışmalarda işe yarayabilir.
Ahlaki tefessühün Müslümanlar arası yaygın görüntüsünün bir başka temel sebebi amentünün tahrifatıyla yaşanmıştır. Bu tahrifatın ise saltanatın ihdası ile başladığı hatırdan çıkarılmamalıdır. Kader ve tevekkül telakkisi çarpık bir tanımlamayla iman ilkesi halinde müminlerin elini kolunu bağlayan bir cendereye dönüştürülerek ezberler ve alışkanlıklara sinmiş, düşünme, ifade, inanç hürriyeti denilen alanın olmayan kapısı kapattırılmıştır. Düşünme yetisi emaneten ve vekâleten başkasına devredilmiş, asaleten düşünmenin önü tıkanmıştır. Oysa asla emanet bırakılamayacak tek yetisi düşünmeydi insanoğlunun. Öyle bir vahim sonuç doğmuştur ki böylece insana önce iman sonra anlama, öğrenme gibi seçenekten mahrum bir çaresizlik sunulmuştur. Kur’an’a önce inanacak onu sonra okuyacaksın diyen uleması vardır bu toplumun. Peki, bu durum onları kimlere benzetmiştir; Hıristiyanlara mı? Endeksin üst sıralarında oturanlara yani. Evet, çünkü Hıristiyanlardır “İnanıyorum çünkü saçmadır” diyenler. Hülasa Müslüman toplumlarda bir ahlaki tefessüh varsa görülüyor ki onların Hıristiyanlara benzemesinden ötürüdür. Öyleyse İslamilik Endeksleri’ne yeniden bakılmalı değil midir?
Zaman ilerledikçe, siyasal yayılım, kültürel etkileşim çoğaldıkça, okuryazarlığın ise giderek kıtlaşması, kısıtlanması sonucu, kulaktan dolma birikimler kişinin dindarlığını tayin etmeye başlamıştır. Türkiyeli en muteber Müslüman iddialı aydınların sıklıkla sığındıkları ve kendi kavimlerini övmek için kullandıkları söylem ezcümle şudur: “Biz Türkler uygulamalara bakarak Müslüman olduk.” Eleştiriyi bırakın bunu örtülü biçimde “Araplar ve Peygamber gibi Kur’an okuyarak değil” demeye getirmek arzusundadırlar. Nitekim bir başka(Müslüman) akademisyen ne yazık ki “Türklerin tarihi boyunca biriktirdikleri kültür adına ne varsa bunların tamamı dindir, dine dâhildir” diye yazabilmiştir gazetesindeki köşesinde. Bu ve benzeri iddia sahiplerini incelediğinizde onların tamamının ya mevcut eğitim sisteminin yahut bir dönem bulundukları Batı’nın perspektifinden meselelere baktıkları kolaylıkla anlaşılacaktır. Bilindiği gibi Batı’nın İslam dünyasındaki şöhreti İlahi Vahye beşeri katkılarda bulunma alışkanlığıdır. Söz konusu aydınlar da aynı yolun yolcusu görünmektedirler. Buradan İslamilik ve insanilik ahlakı doğmaz elbette.
İnsan fıtratı icabı kendini bilme onuruyla bezenmiş ve de bizzat kendine zimmetlenmiştir. Kur’an Araf Suresi 172. Ayeti kerimesi doğru okunduğunda anlaşılacaktır. “Kendini bilme” beşeri şuurun birinci basamağıdır. Kur’an’ın bu tedrisatı yerine uzun tarihler boyunca ne yazık “Kendinden geçme” takvanın ve zühdün doruk noktası olarak gösterilmiştir. İnsana kendiyle beraber bütün evren hayvanlar, bitkiler ve öteki görünür yaratıklar armağan edilip zimmetlenmiştir. Zimmetine aldığı kendini ve bütün öteki yaratıkları koruyup kollamak sorumluluğu ve ödevi yüklenmiş bulunan Müslüman, nasıl olur da bir köşeye çekilerek çilehanelerde zaman öldürebilirdi? Kendini unutarak veya bırakarak, işi gücü kendi gibi bir efendiye havale ederek, onunla rabıta kurarak, onu Allah ile kendi arasında aracı sayarak kurtuluş arayabilirdi. Kurtuluşu bu yolla ararken dünyada sergileyeceği ahlak modeli onu ancak sinik, silik, sömürülebilirlik vasfı taşıyan sünepe bir tipe dönüştürecekti. Öyle de oldu.
Kur’an-ı Kerim İlahi Hitap’tır yani sözdür. Dili ve kelamı yüceltmekte, Allah katına çıkarmaktadır. İmge ve sembollerin kutsanması yeni başlamamıştır ancak yeni zamanlarda bir takım araçların çoğalmasıyla ivme kazanmıştır. İslam’ın dışındaki tüm inanışlarda imge ve semboller insanı avlamanın, davetin en etkin araçlarıydı. Bu durum her çağda olduğu gibi şimdilerde de sürmektedir. Dikkat edilsin, imge ve semboller öne çıkartıldıkça sözün/kelamın değeri aşınmaktadır. Söze karşı girişilen suikast ve suiistimal de insanları imge ve sembollere sürükleyerek onları otomata çevirmektedir. Melekler ve onlar gibi görünmez başka varlıklar Allah tarafından birer otomata çevrilmiş, robotik davranan, kurgusal uydulardır adeta. İmge ve sembol mahkûmu insan da onlara benzeyeceğinden tehlikeli bir biçimde melekleşmeyi meşrulaştıracaktır. İnsanın bütün şerefini ortadan kaldıran bu temayül başlangıçta masum gibi gösterir kendini. Oysa büyük bir tuzak yatmaktadır bu görüntünün altında. Bir başka açıdan bakıldığında Müslüman dünyada gerçekleşen ahlaki tefessühün bir boyutu da burada yatmaktadır. İmge ve semboller yerine dilin/sözün yüceltilmesi gerekir. Ve elbette söz eylemle bütünleştikçe ahlakı oluşturur. Çünkü iman ve amel bütünlüğü İlahi Vahyin tebliğinde esas alınmıştır.
Çare, evrensel amentüye dönülmektedir. Allah’a şirksiz iman, ahirete şeksiz şüphesiz iman ve salih amel bütün peygamberlerin öğretisinde bulunmaktaydı. İman gayba dair bir zihinsel düşünsel eylemin adıdır. Devamında Allah Kelamı olan Kur’an’a, Allah’ın seçilmiş kulları olarak beşer ve melek elçilerine iman gelir. Bunun dışındaki bütün âlem bilgi ve eylem sahası olarak insanın önünde durmaktadır.
Yukarıdan aşağıya doğru değil aşağıdan yukarıya doğru, Müslümanların yaşadığı ülkeler ile ötekilere İslami, insani, ahlaki nazarla bakıldığında endeks tamamen değişecektir diyoruz. “İlerleme, başarı” gibi kavramlar maddi varlık, dünyevi üstünlük ve salt refah penceresinden örnek endeksteki gibi bir manzara sergiler. Oysa refah ile saadet aynı şey değildir. İnsanlar refah içerisinde yaşarken mutlaka mesutturlar denilemez. Hangi İsrail yurttaşı, bebeğini katleden fosfor bombası karşısında avucundaki taşı İsrail tanklarına atarken sadece “Allah Büyüktür” diye haykıran sivil ve masum bir Filistinliden daha mesuttur; üstelik maddi refahın zerresiyle tanışmamışken. İsveç, Norveç, Hollanda’nın hangi bakımlardan endeksin tepesine konulduğunu bilmek, öğrenmek için istatistik uzmanı olmaya gerek yoktur. İnsanı tanrılaştırarak bütün davranışlarında hikmetinden sual edilemez kılan bir ahlak anlayışı nasıl olur da en erdemli sayılabilir? O ülkelerde insanlar mesela Sudan halkına nazaran hangi ahlaki yücelikle dünya insanlık tarihine katkıda bulunmaktadırlar? Üstelik Sudan’daki mevcut siyasal iktidarın, başka bazı fitne ve fesat laboratuvarlarında kurgulanan hesaplarla orada oturtulduğu pekâlâ bilinip durulurken? Ve hala Sudan ve benzeri yoksul ülkelerde, endeksin en tepesindekilerin entrikalarıyla ayarlanmış yöneticilerin, kendi halklarını riyakârlığa kerhen sürükledikleri bilinirken.
Müslümanların yaşadığı ülkelerdeki halklar, güç dengesini elinde tutan dünyaya egemen zalimlerin tayin ettiği yöneticiler tarafından bir tür yaşamaya zorlanan büyük ekseriyetle mazlum halklardır. “Mazlumun dini sorulmaz” fehvasınca hareket edildiğinde de yukarıdan beri zikredilen bir sonuca varılacaktır: İslamilik, insanilik ve ahlakilik endekslerinin asla vazgeçilemeyecek ilkeleri şirk, zulüm ve küfür eylemleri olmalıydı. Zümer Suresi 65-66 der ki, mealen: “Hâlbuki sana ve senden önce yaşamış olanlara vahyedilmiştir ki Allah’tan başkasına ilahi sıfatlar yakıştırırsan bütün çabaların kesinlikle boşa gidecektir; çünkü (öteki dünyada) mutlaka ziyana uğrayanlardan olacaksın.
Hayır, (yalnız) Allah’a kulluk etmeli ve (O’na) şükredenlerden olmalısın!”