“Rabbiniz yoksa özgürlüğünüz de yoktur. Özgürlüğü Tanrı’nın ötesinde arayan kişi kendisini reddetmiştir.” Dostoyevski
Müslüman kimliğin fikrî ve manevî karakteri diye söze başladığımızda biraz durup, etrafımıza alıcı bir gözle bakmamız gerekecek. Çünkü böyle bir sloganla gözleme başladığımızda, etrafımızda alışılmış ve günü birlik heveslerle yârenlik eden sîmaları değil, Kur’an merkezli duru ve diri hayatları arıyoruz demektir. Bugün Müslüman zümreleri gözlediğimizde zor bir itiraf gibi görülse de, çoğunluğunu topluma hayat ve güven veren bir çizgide değil de, âdeta mubalağaya kaçacak bir ölçüde kişilik kaymaları içinde görmekteyiz. İnsanoğlu herhangi bir şeyi sevdiği, yakınlık duyduğu zaman, ona âit kötü ve sönük sahneleri örtmek ve onları önemli görülmeye lâyık bir şekilde yorumlamak ister. Ne yazık ki, hiç kimsenin kendisine iliştirmediği bu zihniyet problemi genel tablo içinde varlığını çok belirgin bir şekilde sürdürmeye devam etmektedir.. Kur’an’ın ruhu ile beslenen Müslüman birey’in hayatında ilk dikkati çekecek husus, onun bütün bilinçaltı kışkırtmalardan uzak, ihtirassız, hayatı geçici anlar olarak yaşamayan, hareket, tavır ve edalarında Kur’an’a dayalı bir zekâ ile etrafına huzur ve güven telkin eden üslûbu olmalıdır. Gerçekten de serkeş fikirlerden uzak, hayatın bütün şirin nağmelerini, insan yüreğinin bütün menfaatsizliğini ancak kitaba bağlı böyle bir terbiye içinde bulabiliriz. Ama öyle değil de, bölünmüş kitleler halinde ortalık yerde dolaşıyor, ahkâm kesiyor, kendinden emin görünüyor fakat var olduğunu zannettiği canlılığıyla bir türlü sağlam hakimiyetler kuramıyorsa ve batının seküler ve kültürel hegemonyası karşısında bir türlü yenilenemiyor minnetler altında ezilmesini sürdürüyorsa, işte o zaman sahip olduğu karakterin Kur’an önünde neye benzediğini anlama vakti gelmiş demektir. Oysa yeni nesillerin yetiştirileceği bugünkü eğitim sisteminin getirildiği noktada toplumsal terbiye ve enformasyon kanallarının bireye sunduğu sahte tahayyüller, onun kendisini yeterli bir kimlikte ve tamamlanmış bir şahsiyet olarak görmesini sağlamaktadır. 1. Dünya savaşından sonra özellikle İngiliz gücü’nün bir proje olarak oluşturduğu yeni dünyadaislamı temsil eden kitlelerin soluğu tamamen kesilmiş, sonraki yıllarda da özellikle aydınların kendi dünyalarındaki hayretler uyandıran yalpalamaları müstemleke ruhu içinde savrularak devam ettirilmiştir. Dolayısı ile aydınlarımızın dünyasında sağlam ve güvenilir kişilik inşası için gereken fikir ve ruh cevherini bulamıyoruz. Gerçekten de, uzun yıllardır yaşanılan fikir ve siyaset dalgalanmaları insanımızı her bakımından tanınmaz hâle getirmiştir ve çok belirgin bir şekilde kültürel yorgunluğu’nun önü alınamamıştır. Moderniteyeentegre olmuş Müslüman bireyin hayatının zaman zaman Kur’ânî orjinalitedeki kişilik tanımlamasına uymuyor olmasındaki tutarsızlığı onun ruhsal gerginliğini de sürekli arttırmaktadır. Çok basit bir karşılaştırma yapmak üzere Osmanlı’nın yıkılışında en ağır eleştirilere maruz kalan İttihatçıların yönetici kadrosuyla günümüzün seçkin(!) bireyleri arasında bir mukayese yaparsak, karşımıza günümüz bireylerini utanmaya zorlayacak ahlaki manzaralar çıkacaktır. Mesela Talat Paşa’yı düşünelim. İttihat Terakki’nin lideri… Aynı zamanda Devlet-i Aliyye’nin sadrazamı, yâni Başbakanı.. Devlet’in maliyesini ve İttihat Terakki’nin bütün mâlî zenginliğini elinde tutan adam…
Bu adam cağaloğlunda kiralık bir evde kalır ve akşamları evine koltuğunun altında bir ekmekle gider. Bazı yüksek bürokratlar Sultan Reşat’a; “Bir sadrazam’a bu durumun yakışmadığı ve kendisine bir konut tahsis edilmesi” gereği söylendiğinde, Sultan Reşat bir konut tahsisi için emir verir. Ancak bu emir hiçbir zaman tahakkuk etmez. Çünkü Talat Paşa; “Böyle bir konutun giderlerini memur maaşı ile karşılayamayacağı“ gerekçesiyle nazik bir dille geri çevirir. Aynı Talat, Almanyaya gittiğinde ise parasız kalır ve sonunda altından tütün tabakasını satar. Burada şunu ifade etmekte fayda vardır, Talat paşa İslami hassasiyeti olan birisi değildir. Öyle bir kaygısı da yoktur ama yaşadığı devrin kültürel kodları onu da diğer pek çok kimse gibi ahlâkî planda zehirlenmekten korumuştur. Dolayısı ile onların şahsiyetlerinin bağlandığı kültürel bir kök vardı ve bu yüzden şuurlarında besledikleri emeller dâima büyük olmuştur. Bu şahıs bir siyaset adamıdır fakat tarihi fonda siyasetin hırpaladığı pek çok Müslüman siyaset adamı ve entelektüele göre açık bir üstünlük kurmuş durumdadır. İşte bugünün müslümanında sıkıntı bu noktada belirginleşmektedir. Kur’an; bilinen, okunan ama ruhsal planda bütünleşme bir türlü sağlanamadığı için müslümanın karakter inşasında rolü olmayan bir metin gibidir. Bu sebeple geniş kitleler birbirlerine karşı küskün ve dramatik gerginlikler içinde çürümelerini sürdürmektedirler. Bugün için müslüman bireyin süregelen kusurlarının göz ardı edilebilmesi mümkün olabilir mi? Üzerine basa basa tekrarlanan yanlışları, hayatın en açık anahatları üzerinde sürdürülen gafları, akıl ve ihtiras arasında bocalayan dağınık mizaçları mazur görebilir miyiz? Muhtevası boşalmış ve yalnızca sembollerden ibaret kalmış kitleler için; “ne kadar da sağlam duruyorlar “ diyebilir miyiz? Bir şeyi hiç unutmamamız gerekiyor, eğer Kur’an’ın çizdiği çizgiden ve ahlaki öğelerden bazı mazeretlerle zaman zaman ayrılıyor ve buna rağmen kendimizde hep üstünlük ve hatta takva vehmediyorsak eğer, kesinlikle cansız objeler haline geldik demektir. Gerçekten de bireyin yaşadığı hayatın ahlâkî unsurlarını fazlaca umursamadan yaşıyor olması ve kendisinin içinde bulunduğu alanı daima meşrû görmesi, kendi kendisini sorgulama yollarını da kapatmıştır. Bu kişiliklerin kendilerinden rahatsızlık duymadıkları memnûniyet halleri, guruplar halinde Müslümanları yalnızlaştırırken, vicdanları rahatsız edecek günah hislerini de ortadan kaldırmıştır. Çok uzunca bir zamandır şahsiyet oluşumunda sıkıntılar yaşayan birey, bu aşikâr zaafları yüzünden Allah Resulü’nün ortaya koyarak bizzat kendisinin örneklendirdiği ve her dem tazeliğini koruyan karakter tamlığına erişememiştir. Bugün kitaplarda okunduğunda çok hoş ve huzur verici bulduğumuz, hakkaniyet, adalet, muhabbet, ferâgat, musamaha gibi kavramların yaşadığımız hayatta neyin karşılığı ve hangi davranışın adı olduğunu bilemeyecek haldeyiz. Çünkü kalabalıklar, muhtevası olmayan, tarihsel rasyonalitenin aydınlık vizyonundanuzak bir ifrat’ın içinde boğulmaktadırlar. Bizim o kavramlara dâir bildiklerimiz, sadece onların lugatlarda kalan yankılarıdır. Özellikle fikir malzemesinin eksiğiyle ivmeler kazanan siyasal hayatın büyüttüğü çürüme, bireyin şahsi menfaatine yardım etmeyecek her şeyi lüzumsuz bulmasına yol açmıştır. Bütün bu kayıp hânemize düşülecek notların tamamı, aslında derinlerde bir yerde, belki de îtiraf cesareti gösteremediğimiz için gizlemeye çalıştığımız îman probleminin hayatımıza yansımasıdır.
Bazı anıt insanlar vardır, adları anıldığı zaman insanların dünyasına ait duyulan bütün özlemlerini, zaferlerini onların varlığında görürsünüz. Hacı Nuri Efendi de öyle müstesna birisidir. Sultan 2. Abdülhamid’e muhalefet ederdi. O devirde Sultan 2. Abdülhamid’e muhalefet etmeyen neredeyse yok gibiydi. Tıpkı Said Nursinin, Süleyman Nazif’in, Rıza Tevfik’in ve en ağır ve acımasız bir dille de MehmedÂkif’in, yaptıkları gibi. Nuri Efendi birkaç defa üst üste Cuma selamlığına katılmaz. Durumu merak eden 2. Abdülhamid, mabeyncisini hoca efendiye göndererek bir sıkıntısının olup olmadığını öğrenmek ister. Nuri Efendi kendisini görmeye gelen Mabeynciye, “bir sıkıntısının olmadığını ancak istibdadın bu kadar ağır olduğu bir yerde Cuma namazını kılmayacağını“ söyler. Aradan zaman geçer ve nihayet birgün İttihatçıların çabaları sonuç verir, Abdülhamid halledilerek tahtından indirilir. Bu durum aynı zamanda Ortadoğu’nun iniltili kaderinin de başladığı tarihtir. Şeyhülislam Mehmed Ziyaeddin Efendinin imzaladığı hal fetvası ilmiye sınıfından Elmalılı Küçük Hamdi tarafından yazılır. Hal fetvasının geçerli olabilmesi için fetva emininin de onaylaması gerekmektedir. Ancak bu üç maddelik düzmece hal fetvasını dikkatle okuyan Hacı Nuri Efendi, bunun bir tertip olduğunu ve doğruluk payının kesinlikle bulunmadığını bu sebeple de mühürlemeyeceğini söyleyerek geri çevirir. 2. Abdülhamid’e bu kadar sert muhalefet ediyor olmasına rağmen bunu kendisi için ele geçen bir fırsat olarak görmemiş ve adaleti dimdik ayakta tutabilecek karakter sağlamlığını göstermiştir. Bu olayın cereyan şekli oldukça önemlidir, zira bu büyük sınav, bayağı zeminler üzerinde sürekli ayağı kayan kimselerin ulaşabileceği bir mazhariyet değildir. Gerçekten de bu noktada, bu makamda gösterilen bu ciddi tavır, âdet yerini bulsun diye İslam olduğunu söyleyenlerin ve hayatı bayağılaştırıp bütünüyle dünyevileşitirenlerin, günübirlik menfaatlere yârenlik edenlerin yaklaşacakları bir başarı öyküsü değildir. Bugünkü şahsiyet sıkıntılarımızın beslediği ve insanımızda âdeta bir pataloji olarak beliginleşen hususlardan birisi de, bireyin her alanda bizzat kendi benzerlerini arıyor olmasındaki ruhsal kapanmadır. Bu davranış şekli Müslüman bireyin en göze görünmez ayrıntılarını da çok güzel ifade etmektedir. Netice olarak da böyle bir hâl, hadiseleri gerçek ölçekleri içinde görmemize ve onları değerlendirmemize engel olmaktadır. Dolayısıyla da olaylar karşısısında insanımızın duygu dünyasını harekete geçiren sebeplerin büyük bir kısmı gerçekliği şüpheli sayılabilecek intibalara dayanmaktadır. Kur’andan beslenen şahsiyet motifleriyle kendi kişilik kaymalarını karşılaştırmaya hiçbir zaman ihtiyaç hissetmediği için kendi güç ve zaafları hakkında gerçekci bir bilgiye de sahip değildir. Burada, ulu orta dava adamı lafazanlığı yapan, ağızlarından yalnızca kibirli sözler dökülen ve iki adımda bir yalpalayan kişilere ibret olmak üzere, kendi dâvâsını büyük gören ve hayatının esaslarını da o düzene göre hazırlayan bir kişiden bahsetmek isterim. 27 Mayıs ihtilalinde kendisi Kore’de görevli bulunduğu için MBK’ne dâhil olamayan ve bunu da bir türlü içine sindiremeyen Kurmay Albay Talat Aydemir, daha sonra 22 Şubat ve 21 Mayıs ihtilal teşebbüslerinde bulunur. Neredeyse muvaffak olmak üzeredir de.. Fakat bazı nedenlerle başarılı olamaz. Bu teşebbüslerinde yanında yer alan gözü kara birisi daha vardır, Süvari Binbaşı Fethi Gürcan. Yargılandığı mahkemede hakimin az sonra kendisi için idam cezası vereceğini biliyordu. Dimdik ayaktaydı. Yüzünde yorgunluk, üzüntü ve korkudan eser yoktu. Kendisi hakkında nihâî hükmü verecek olan hakime döndü ve şöyle seslendi;
“Ben ihtilal adamıyım. İstediğim zaman içine sızamayacağım ve ihtilale teşvik edemeyeceğim hiçbir garnizon yoktur. Bunu yaptık, tam olarak başarılı olamadık ama eğer serbest kalırsam yapacağım ilk hareket, yeni bir ihtilal teşebbüsüdür.” Evet, burada bu ihtilalcinin ne için ve hangi ideoloji adına ayaklanma yaptığını önemli bulmuyorum. Ama ortaya koyduğu esnemeyen, gevşemeyen, yıkılmayan, yılışmayan, korkmayan ve ürküntü duymayan o diri karakter yapısı imrenilmeye değer niteliktedir. Bireyin toplumsal hayatında kesin bir başarıya ulaşma ümidini de ancak böyle bir duruş tamlığı sağlayabilir. Kırık dökük, ürkek, sürekli yalpalayan, iki adımda bir ayağı kayan, kibir içinde inleyen, uçarı ve lafazan mizaçların işi değildir bu.. İşte bir Müslüman birey de hayattaki gerçek yerini bulabilmek ve o yeri sağlamlaştırmak için Kur’andan kendi hissesine düşeni almak ve onu içselleştirmek zorundadır. Bu böyle olmadığı, Kur’an’ın söylemleri mü’minlerin hayatına sadece ritüellerden ve söz kalıplarından ibaret kaldığı ve yine Kur’an kişilik inşasında paydaş bulunmadığı sürece müslümanlar bu sathî hayatlarında dramatik gayretlerden ibaret kalacaklardır. Eğer hayatımızın en temel doktrinlerini Kur’an’ın öğütlerinde bulmaya çabalamıyor, davranış biçimlerimizi onun esaslarıyla kontrol etmeye bir türlü yaklaşamıyorsak, mevcut şahsiyetimizi ruhsuz iyimserlikler içinde, seküler bir dünyanın değer hükümleri biçimlendiriyor demektir. Hayatı anlayabilmede biraz derinlik kazanmış olanlar, Rablerinden uzak düştükleri her noktada kendi şahsiyet bütünlüklerinden bir şeyleri sürekli kaybetmekte olduklarını fark ederler. Dostoyevski; “Rabbiniz yoksa özgürlüğünüz de yoktur. Özgürlüğü Tanrı’nın ötesinde arayan kişi kendisini reddetmiştir.” der. O halde şunu asla aklımızdan çıkarmamalıyız; Mü’min’in karakter bütünlüğü, Rabbini ne kadar tanıyabildiği, O’nu ne kadar sevebildiği ve O’na gerçekte ne kadar güvenebildiği gerçeğinin etrafında düğümlenmektedir. Entellektüel birikimlerin olmadığı ve bu mânâda sorgulamaların yapılmadığı alanlar vurgun yenilen alanlardır. Eğer kimlik inşasında rasyonel olanla düşsel olanı karıştırıyor, kitaba bağlı değerler etrafından beslenen fikirlerle techizatlanamıyorsak, sağlam ve güvenilir bir kimlik sicilini ortaya koymayı hâlâ beceremiyoruz demektir. Bu yeteneği artık bulmak zorundayız. Tabii buna vasat insandan çok, akademik bir kendini beğenmişlikle kendinden geçmiş zevatın ihtiyacı vardır. Onların çoğunun sadece makama, şöhrete ve üstünlüğü elden bırakmamaya endekslenmiş çabaları, toplum içinde islama dâir kimlik bulacak insanların inanç alanlarını birer çöplüğe çevirmiştir. Kim ne derse desin, kim ne düşünürse düşünsün, bütün meselelerin çıkmazda kilitlenmesinin bir tek sebebi vardır; İman sorunu… Eğer iman sorunu varsa ve o bir türlü ortaya konulamıyorsa, bütün çabalar göstermeliktir… Bireyin sağlam bir kimlik yapısı kazanabilmesi için entellektüel düzeydeki kimselerin, siyasi önderlerin ve kitlelere hitabeden inanç önderlerinin çok duru bir biçimde ve tavizsiz bir şekilde kendi aslî kaynaklarından beslenmeleri gerekir. Öyle görülmeleri veya öyle zannedilmeleri değil, öyle olmaları gerekir. Bu durumun bizim toplumumuz için çok sağlıklı ve güven verici bir süreçte devam ettiğini söylemek o kadar da kolay değildir. Avrupaya gittiğinde kiliseleri dolaşmaktan hoşlandığını ve bu ziyaretlerden büyük manevî hazlar duyduğunu söyleyen profösörlerin, Hıristiyan toplumların inanç esaslarıyla islâm’ın arasında büyük ittifaklar olduğunu sürekli tekrarlayan cemaat önderlerinin, zaman zaman islam’ı malzeme olarak kullandıklarını gönül rahatlığı ile açıklayan siyaset adamlarının sürekli çalımlı pozlar verdikleri ülkemizde, insanlara tahrif edilmiş muhayyileler kazandırılmaktadır ki, bunların sayıca çok fazla oluşu, Kur’an’a yaslanarak şahsiyet bulacak bireylerin ufkunu kirletmektedir. Bir karakterin sağlıklı oluşabilmesi için referansların kesinlikle aslî kaynağından beslenmesi gerekmektedir. Şimdi bir Ahmet Cevdet Paşa’yı düşünelim. Ünlü “Mecelle” nin yazarı. Bernard Lewis’in tabiriyle, çok büyük tarihçi ve dâhî bir hukuk adamı olan Ahmet Cevdet Paşa. Gerçekten de örneği çok az bulunabilecek çok özel, müstesna bir insan. Fatma Aliye Hanım da onun kızıdır. Aliye Hanım’ın Dame De Sion’da okuyan kızı İsmet bir süre sonra Katolik rahibesi olur. Sakallı Nureddin Paşa’nın linç ettirdiği Osmanlı’nın dahili Nazırı ünlü Ali Kemal’in torunu da Alexander Boris de Pfeffel Johnson 2008 yılında Londra’nın Belediye Başkanıdır. Tabii ki bir İslam düşmanı olarak… Bunları şunun için söylüyorum, mü’min, ama gerçekten mü’min, şahsiyetini yalnızca Allah’ın kitabındaki dinamik ölçüler içinde bulacaktır. Eğer bunu bir ölçüde ihmal eder, umursamadığınız küçücük boşluklar bırakırsanız, başkalarının yorumuyla kendi fikir düzleminizi tanımlamaya çalışırsanız eğer, bir süre sonra sadece toplumsal bir malzeme olarak kaldığınızı göreceksiniz. Sağlam bir karakter inşasında insanın fikri yapısına ve bilincine en güçlü katkıyı Kur’an ve Onun perspektifi içinde kültürel birikimimiz sağlar. Burası dikkate değer bir noktadır. 1923’e kadar meselelerin islamdan beslenip beslenmediği önemsenmiyor ve her oluşa milli bir karaktrerin tezahürü olarak bakılıyordu. Fakat 1924’ten sonra özellikle İslam odaklı toplumsal beslenmenin kanalları tıkanmaya başlanır. Ünlü sosyolog John DaweyTürkiyeye davet edilir ve yeni Türkiye’nin Köy Enstitülerinin fikrini verir. 1925’te AlfretKuhner getirilir o’da Türkçenin arındırılması fikrini verir, böylece dilda tasfiye hareketi başlar. Ardından Melçe getirilir, o da Dâr’ül Fünun’un kadrolarının değiştirilmesini telkin eder, neredeyse üniversitenin bütün kadrosu tasfiye edilir. Bu çılgınca işleyiş içinde İslami olan ya da onu hissettiren her şey nefret edilir hâle getirilir. Bu yıllarda İslami tahsil yapan okullarda (26 imam hatip okulu-yıl 1924) 2300 öğrenciye karşı, 133 bin ermeni, 116 bin rum, 59 bin Yahudi ve 50 bin Fransız Katolik öğrenci tahsil görüyordu. Şunu da ilave edelim; sadece 1914 yılında Amerikan misyonerlerinin açtıkları okullarda okuyan 22 bin öğrenci vardır. Hele hele aynı yıllarda Bursa Amerikan Kız Kolejinde bazı Türk kızlarının Protestan olduklarını ilân etmelerini de düşünürsek uzunca bir zamandır devam etmekte olan siyasal, kültürel ve sosyolojik tahayyüllerin ne olduğunu daha net görebiliriz. Yani toplumun üzerinde çok canlı bir kuşatılmışlık vardır ve varlığını oldukça sert üsluplarla sürdürmektedir. Bugün özellikle müslüman kesimin yazar çizer takımında, kendi enaniyetlerinin beslediği güven duygusu içinde yaşadığı toplumsal macera, hem kendilerini hem de taraftarlarını oldukça melodramatik alanlara süpürmektedir. Toplumsal planda düşünen, akleden insanın ayakları kaymadan yol alabilmesi, bir takım mahfillerde bir araya gelen kafadarların çalımlı pozlar vererek nutuk atmaları kadar kolay bir şey değildir. Çünkü bütün lafazanlıklardan arındırılmış, çok sağlam dokunmuş Kur’anî bir ahlak üzerine yapılandırılmış tarihi ve kültürel birikimler, bu alanda ihtiyaç duyduğumuz en temel malzemelerdir. Ancak böyle bir realitenin tam da zıddı olacak şekilde kitlelerin birbirlerinin varlığından huzursuz olduklarını görebiliyoruz. Bu konuda kendilerini haklı ve doğru istikamette görenlerin büyük bir çoğunluğu kanaatimce tam olarak neyi temsil ettiklerinden habersizdirler. Çünkü böyle şekillenmiş mizaçlar, hayatın yalnızca kendi hayallerine uymasını talep ederler, çabaları düzeyli bir bilinç şeması üzerinde cereyan etmez ve çatışmaları dâima sosyal kimlikçilik üzerinde son bulur. İşte böylesine çarpık bir düzenin egemenliği içinde sabitlenen birey hiçbir ölçekte özgün kimlik yapısını bulamaz. Çünkü bireyin zaten bulanık olan îmânî envanterleri siyasi enformasyon altında öz kaybına uğramıştır. Bütün fikir ve ruh hatları belirsizlik içeren bu modelin, Kur’an’ın seslendirdiği ölçülere de, kendi irfanının beslediği kültürel ve ahlaki normlara da yaklaşabilmesi kolay değildir. Değildir, çünkü o, tarihsel membaına uzak düşmüştür. Almanya 2. Dünya savaşında yenik ve perişan çıktıktan sonra nasıl olup ta böyle müthiş bir kalkınma hamlesini yapabildiniz şeklindeki bir soruya Krupp fabrikalarının bir yetkilisi şu cevabı verir; “Bir bakıma bu işi sıfırdan başlayarak başardığımız doğrudur, ama Mark’ın ve endüstri kuruluşlarımızın gerçekten sıfıra inmiş olmasına rağmen, aslında biz işe sıfırdan başlamadık; çünkü elimizde geleneksel Alman kültür, sanat, ilim ve tekniğini sindirmiş, onlarla beslenmiş insan malzememiz vardı.” Evet, büyük başarılar yalnızca yüksek bir ideal ve onun beslediği kültürel doku ile inşa edilebilirler. Adnan Adıvar Sorbon’da bir fizik imtihanına davetli olarak katılır. İmtihan komisyonu başkanı oldukça başarılı olan bir öğrenciye Eylül’de tekrar gelmesi gerektiğini söyleyince Adnan Adıvar merakını yenemez ve komisyon başkanı profösöre;“ öğrencinin çok başarılı olduğunu, neden Eylül’de tekrar gelmesi gerektiğini sorunca, komisyon başkanı şu cevabı verir; “ Mösyö galiba gözünüzden kaçırdınız, bu öğrenci imtihan süresince üç kez Fransızca hatası yaptı.”der. Burada gördüğümüz, bir Fransız ve Alman’ın kendine mahsus, özgün şahsiyet dokusunu nasıl teşekkül ettirdiğini ve çizgisinin nasıl muhafaza edildiğini görüyoruz. Arjantinli ünlü şair Borges; Eğer ay ile ilgili bir şeyler yazmam istense, onu bile anlattıklarımın altında Arjantin gerçeği çıkar “ derken aslında tam olarak anlatmaya çalıştığı budur. Bu durumda olan yâni günübirlik siyasi ve moda fikirlerle lekelenmemiş kimselerin hayatlarına baktığımızda, şuraya ya da buraya işaret eden simgesel kaymaların olmadığını fark ederiz. Zira bu zihniyet yapısının altında kendisine ait olan derin bir kültürel rasyonalite bulunmaktadır. Bu durumu bir de günümüz Türkiyesinin eğitim sisteminin içinde bulunduğu içler acısı, mahvolmuş, perîşan hâle getirilmiş, yürekler yakan hâliyle kıyas ettiğinizde, kahırla söyleyeceğiniz bir tek söz gelir takılır dilinize; Aman Allahım! Aman Allahım!.. Biz bugün için sağlam karakterli nesiller yetiştirmekte başarılı olup olmadığımızı sorgulamak bir yana, mevcudu korumakta bile ortaya koyabildiğimiz sağlam yetenekler yoktur. Bir eğitimci olarak, yanılmadığımdan emin olarak bunu her platformda iddia edebilirim. Eğer içinizde gelecek endişesinin uykularını kaçırdığı entellektüellerinizyoksa, size güç verecek, ümitlerinizi besleyecek yüksek tahayyülleriniz yoksa, sadece ihtiraslara ve güç gösterilerine dayalı heyecanlarınız varsa, hayatın ve insan ömrünün mânâsı bir türlü anlaşılamamış ve sıradanlaşmış yavan bir hayatı yaşıyorsanız ve hâlâ kendi kendinizle kavga ediyorsanız ve hâlâ fikir yoksulluğunuzun beslediği sahte rüyalarla oynaşıyorsanız, hep kendiniz olduğunuzu iddia ediyor ama sürekli başka düzenlerin kötü şarkılarını tekrarlıyorsanız, Allah’ın ve Resulü’nün koyduğu insan olabilme öğütlerini hep tekrarlıyor ama bir türlü hayatınıza katmıyorsanız eğer, insan olabilme ve insan kalabilme duygularını harekete geçirecek bütün sebepleri kaybediyorsunuz demektir.