Nida Dergisi, 136. Sayı / Haziran – Temmuz / 2009
20. yüzyıl İslami uyanış hareketleri içerisinde etkili olan isimlerden birisi de Ebu’l A’la Mevdudî’dir. Onun ihya ve tecdit hareketi hem kaleme aldığı eserleri ile hem de kurucusu olduğu hareketin çalışmalarıyla Güney Afrika’dan İngiltere’ye, Fas’tan Endonezya’ya kadar Çağdaş İslami düşünce ve hareketin gelişimini derinden etkilemiştir. (Kaya; 2006:192) Mevdudî “İslam’ın sistematik bir siyasi yorumunu ve görüşünü hayata geçirmek için bir toplumsal hareket planı oluşturan ilk müslüman düşünürlerden birisi” (Nasr; 200:9) olarak kendi kendini eğitmiş bir insandır. On yedi yaşında daha çocuk sayılacak bir yaşta iken bile mesela Hint kıtasında yaygın olan Hilafet Hareketine eğildiğinde, bu hareketi körü körüne takip etmeyecek eleştirici bir zekaya sahipti.
Mevdudî, dikkatleri ilk defa 1926’da, cihadı eski ve modern savaş kavramlarından dikkatlice ayırarak, İslamî Cihad kavramı ile modern uluslararası savaş hukukunu karşılaştırdığı El-Cihad fi’l-İslam adlı kitabının basımı ile çekti. (Adams; 1989:121) Bu yazılarında Hinduizm, Budizm, Yahudilik ve Hıristiyanlıktaki kutsal savaşla İslami cihadı karşılaştırıp, cihadın güçsüzlerin (mustaz’af) sömürü, baskı ve zulümden kurtuluşunu sağlayan olumlu ve ahlaki yönlerini ortaya koydu. 1932’de, Mevdudî modern eğitim görmüş gençliğin zihinlerine safiyeti bozulmamış bir imanı sokabilmek amacıyla yazdığı en popüler ve en çok bilinen kitabı olan İslam’ın Anlaşılmasına Doğru’yu tamamladı. ‘İslam’ın Anlaşılmasına Doğru’ pek çok dile çevrilerek pek çok kez basıldı.
Mevdudî hareketini, düşüncelerini anlatan yazıları ve Mevdudî ile mektuplaşmalarıyla öne çıkan Meryem Cemile’nin yazı dünyası başta Mevdudî’nin doğumu, aile kökeni, eğitim hayatı hakkında biyografik bilgileri açısından oldukça önemlidir. Mevdudî’nin babasının Sir Seyit Ahmet Han’la aynı aileden olması ve Aligarh’da eğitim görmüş olması, ilk zamanlar İngiliz taraftarı olması ama hayatının daha sonraki yıllarında, İngiliz yönetiminin ve destekçilerinin etkisinden giderek kurtulması ve bunun sonucunda, Batı medeniyetinden soğumuş birisi olarak, çocuklarını İngiliz okullarına göndermeye razı olmayarak, onların evde Arapça, Farsça, Urduca ve İngilizce dersleri almalarını sağlaması bu noktada ilk akla gelen önemli bilgilerdir.
Mevdudî’nin, henüz on altı yaşında babasını kaybedince 1920’lerde hayatını gazeteci olarak kazanmaya başlaması üzerinde de durur Meryem Cemile. Kısa bir süre Japalur’da muhabir, daha sonra yerel bir gazete olan Taj’da editör olarak çalışan Mevdudî, aynı yıl Delhi’ye giderek, Hint Ulema Cemiyeti’nin yayın organı olan el-Camia’da yardımcı editör olarak çalışır. Hastalandığı 1927 yılına kadar bu görevini sürdürür. Hastalığı onu Avrangabad’daki evlerine dönmeye mecbur bırakır ve daha sonra 1932’de Haydarabad’a giderek, o günden beri onun adıyla tanınan ve ismi Ebû’l-Kelam Âzadın tefsirinden mülhem, aylık Tercüman’ül-Kur’ân dergisinin editörlüğünü üstlendi. Bu dergi vefatına kadar onun fikirlerinin yayılmasında önemli bir işlev gördü. Mevdudî’nin Tercümânu’l-Kur’ân’ın yayınına başlamasıyla ilgili olarak ondan şunları aktarır Meryem Cemile: “1932’de Haydarabad’da Tercümânu’l-Kur’ân’ı yayınlamaya başladığımda, kafamdaki plan ilk önce Müslüman aydınları yakalayan Müslüman aydınları yakalayan Batı kültürü ve fikriyatının zincirini kırmak ve onlara İslam’ın Batı kültürünün sunacağından çok daha üstün bir medeni hayata, hukuka, kültüre, siyasi ve ekonomik sisteme, felsefeye, ve eğitim sistemine sahip olduğu fikrini aşılamaktı. Kültür ve medeniyet konusunda, başkalarından ödünç almaları gerektiği nosyonundan kurtulmalarını istiyordum. İslami sistemin dünyadaki herhangi bir sistemden daha üstün olduğuna onları ikna etmek istedim ve ayrıca onları korkutan Batı sisteminin, zayıflıklarını ve kusurlarını bilmelerini arzuladım.” (Cemile, 1986:251)
Onun cevaplamaya çalıştığı ilk soru, yani Müslümanların sömürge konumuna düşme sebepleri hakkında da Mektuplaşmalar’a yansıyan konular bulunmaktadır. Batı medeniyetini birçok yönden eleştiren Mevdudî’ye göre Batılılar ilim ve kılıç gücünü, yani bilim ve teknolojiyi kullanarak dünya hakimiyetini ele geçirmişlerdir. Bu süreçte pek çok medeniyet Batı medeniyetinin bünyesinde erimiş ve kaybolmuş, Müslümanlar ise tam ve kamil bir medeniyete sahip oldukları için Batı karşısında durmayı başarmışlardır. Mevdudî’ye göre bu iki medeniyetin çarpışması hâlâ devam etmektedir. İslam ülkelerinin yabancılar tarafından sömürgeleştirilmesi asırlardan beri Müslümanların dinen, fikren ve ahlaken gerilemelerinin tabii bir sonucudur. İslâm toplumunun bilim ve teknolojide ciddi bir varlık gösterememesi yüzünden Batı bu coğrafyayı kolonileştirmiş, açtığı eğitim kurumlarında kendi değerlerine yabancılaşan kimseler kanalıyla gerçekleştirdiği sömürge faaliyetini, giderek kültür ve kimlik alanına da yaymıştır. Bunun karşısında geleneksel muhafazakar kesim, eskimiş ve birçok bakımdan işlevini yitirmiş bir kültür mirasına sahip çıktığından dolayı kendi toplumlarının kurtuluşu için yeni projeler üretip devreye sokamamıştır.
Yazarların, düşünürlerin ve sanatçıların mektupları sadece kişisel mektuplar olarak kalmazlar. Bu açıdan yazarlar, sanatçılar açısından oldukça varsıldır mektup dünyası. Bunun türlü nedenleri var. Yazarlar, sanatçılar duygusal insanlardır, her şeyden önce mektuplar onların duygu dünyasına seslendiği için, yazınsal bir tür olarak bu duyguların dillendirilmesine aracılık eder. Önemli nedenlerden birisi de sanatçılardan, yazarlardan gelen mektupların hatta tebriklerin özenle korunması gereğinin duyulmasıdır. Bunu tüm yazarlar bilir, hisseder. O nedenle de yazar dostlarından gelen en küçük bir belgeyi saklarlar, korurlar. Sanatçı, yazar mektupları kitaplaştırıldıkları zaman iki özenli değildir onlar. Kişisellikten kurtulurlar, toplumsal işlev yüklenmeye başlarlar. İki sanatçının, yazarın özel, gizli ürünleri olmaktan çıkarlar, kitlelerin ortak, konuşkan malı olurlar. Artık yığınlara seslenirler. İletilerini yüksek sesle paylaşırlar. Mevdudî ve Meryem Cemile’nin mektuplarından oluşan Mektuplaşmalar’da bu açıdan önemli veriler içermektedir. Mevdudî’nin İslami uyanış sürecinde bir biçimde etkili olmuş isimlerle ilgili olarak mektuplarında yaptığı değerlendirmeler de dikkat çekicidir. Bu değerlendirmeler aynı zamanda 60’lı yıllarda Mevdudî’nin sahip olduğu düşünce biçiminin niteliği hakkında da kanaat sahibi olmamızı mümkün kılmaktadır.
Muhammed İkbal’e bakışı
Mevdudî Ocak 1938’de, Muhammed İkbal’in (1975-1938) daveti üzerine İslam hukukunun diriltilmesi konusunda çalışmak için Pathankod’a bağlı Cemālpûr köyüne (Doğu Pencap) gidip bir eğitim ve araştırma kurumu olarak düşünülen Darü’l İslam’ın kuruluşunda görev aldı. Bu merkezde ilmi çalışmaların yanı sıra siyasi faaliyetlerde de bulunmak isteyince vakfın kurucularından bazılarıyla arası açıldı. 1939’da Darü’l İslam’ı bırakarak Lahor’a yerleşti. Meryem Cemile ile mektuplaşmalarında Mevdudî, Muhammed İkbal hakkındaki yargılarını da ortaya koyar. Meryem Cemile New York’tan yazdığı 25 Ocak 1962 tarihli mektubunda İkbal’le ilgili olarak şunları yazar. “Seyyid Ahmed Han’ın uzlaşmacı fikirleri İslâm öğretisini sakat ederken, Seyyid Amir Ali ve Mevlânâ Ebu-l Kelam Azad’ı da etkilemiştir. Hatta Allame İkbal de bu görüşlerden etkilenmiş, İslami Düşüncenin Yeniden Düzenlenmesi adlı eserinde bunları savunmuştur.
Allâme İkbal yirminci asrın en büyük Müslüman şairidir. İngilizceye çevrilen bazı eserleri bile bunun en iyi kanıtıdır. Ama acaba kendisi bu fikirlerin eri miydi? Bazı alimler kendisinin modernist felsefeye candan inandığını ve yukarıda bahsettiğim eserinde savunduğu fikirlerle, İslami esasları batı kriterlerine göre yeniden yorumlamak gerektiğini ve Atatürk’ün Türkiye’de yaptığı reformları örnek kabul ettiğini söylüyorlar. Buna karşılık Farsça ve Urduca yazdığı şiirlerinde Batı kültürüne râm olan müslümanları da eleştiriyor. Bu iki standardı nasıl rahatlıkla telkin edebiliyor ve bu arada da en saf ve soylu İslami görüşleri dile getirebiliyor? Onun hakkında anlayamadığım bu. Nasıl birbirine zıt birkaç kılığa girebiliyor? Lütfen bunu bana açıklayınız. (1986:99-100)
Mevdudî 10 Şubat 1962 tarihli mektubunda Muhammed İkbal hakkında şunları söyler: “Allâme İkbal’in başlangıçta batıyı şiddetle eleştirdiği ve İslam’a şiiri ile büyük hizmetlerde bulunduğu inkâr edilemez. Fakat ne yazık ki, yazıları ve fikirleri çelişkiden de hâli değildir. Öncelikle İkbal, hayatı boyunca zihni ve fikrî gelişimini sağlarken çeşitli sahnelerden geçti. Ancak hayatının son yıllarında net ve alaşımsız bir İslami görüşe sahip olabildi. Daha genç yaşlarda birçok aşırı ve yabancı tesirli fikirde İslam anlayışını etkiliyordu. İkinci olarak da İkbal hayatının uzun bir dönemi boyunca milletler üstü bir ümmet anlayışı yerine, “İslam milliyetçiliği” fikrinden kaçamamıştır. Bu yüzden de İslam ülkelerinin liderlerini ve modern düşünürleri kınamakta tereddüt etmiştir. Bazen de şairane hassasiyetinden dolayı, bu taifenin rasyonalizasyonunu ve gayr-i İslam’ı eylemlerini desteklemiştir. (1986:103) Mevdudî’nin, İkbal’in genel düşünsel çizgisini belirleyen şeyin Batılı tavrı olduğu yönündeki değerlendirmeleri pek çok İkbal değerlendirmesinde de rastlanan bir tespitin yinelenmesidir. İkbal’in düşüncelerini sistematik bir biçimde formüle ettiği İslam’da Dini Düşüncenin Yeniden Düzenlenmesi adlı eseri hakkında herhangi bir değerlendirme yapmamış oluşu da dikkat çekicidir. Ayrıca Mevdudî’nin, üstü örtülü olarak da olsa otuzlu yıllardaki Pakistan tartışmalarına atıf yaptığını söyleyebiliriz.
Ebû’l-Kelam Azad ve Siyasi Perspektif
1920’li yıllarda Hindistan hilafet hareketine katılan Mevdudî, yazılarında çoğunlukla Müslümanların içinde bulunduğu kötü durumu ele aldı. Hilafet hareketinin başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından vukuu bulan Hindu-Müslüman çatışmaları Mevdudî’nin düşünce hayatında derin izler bıraktı. Bir ara, İngilizlerin Hindistan’ı işgaline karşı çıkarak burada yaşayan Müslümanların Afganistan’a göç etmesi gerektiğini savunan Hindistan Hicret Hareketi’ne katıldı. Mevdudî 1930’lu yılların sonlarında, hayatı boyunca onun peşini bırakmayan siyasi ikircikliğe kapıldı. Bir yandan Hindistan’ın bütünlüğünü koruyarak İngiliz işgalinden kurtulmasını savunan Hint Ulema Cemiyeti Hindistan’dan ayrılmama tavrına karşı çıktı. Öte yandan Müslümanların bağımsız bir devlet kurmasını savunan Muhammed Ali Cinnah’ın öncülük ettiği Hindistan Müslümanları Birliği’ne de İslami esaslara yeterince hassasiyet gösterilmediği gerekçesiyle mesafeli durdu. Hindistan Müslümanları Birliği liderliğinde Pakistan hareketi güç kazandığında, Mevdudî iki ulus kavramını ve Müslümanların kendilerine ait ayrı bir ülkede yaşamayı seçmede özgür olmaları gerektiğini kabul etti. Buna karşın, aynı zamanda, Hindular ve Müslümanlar arasında nefreti ve dehşeti kışkırtan grupçuluğa kesin şekilde karşı çıktı. Müslümanlar alelade bir topluluk değil, İslam’ın mesajını tüm dünyaya yaymayı amaçlayan misyona sahip bir ümmetti. Bir müslüman sadece Müslüman bir aile içinde doğmuş olduğundan ve ona bir Müslüman adı verilmiş olduğundan değil, günlük yaşamında gayrimüslim komşularına kendisinin Kelime-i Şehâdet’e bağlı olduğunu gösterdiği için Müslümandır. Sadece Müslüman sıfatı taşımak yeterli değildir. Bir Müslüman, bunun değer kazanması için, Kur’an’ın ve Sünnetin emirlerine göre İslami hayatı bilfiil yaşamaktaydı ve Hindu komşularından saygı görmesi için tebliğ ifade etmekteydi. “Müslim Leágue şüphesiz hızla kuvvet kazanmaktaydı ama ben hissediyorum ki ona katılan bir kısım insanlar milliyetçi bir Müslüman devlet kuracaklardı. Ve aynı şekilde inanıyorum ki onlar hakiki bir İslam devletini kuracak olanlar değillerdir. Liderlikte olanlar ve Müslim Leágue’de toplananlar ve ön safta olanların gerçek bir İslam devleti kurabileceklerine dair bir emare yok. Onlar sadece Müslümanlar için milliyetçi bir devlet kurabilirler ama onu bir İslam devletine dönüştüremezler.” Bunlar, Mevdudî’nin Mevcut Siyasi Keşmekeşte Müslüman başlığı altında 1939-1940 yılları arasında yazdığı makale serilerinin ana konularıydı. O kıtanın taksimi daha yapılmadan önce; eğer Pakistan samimi bir İslam devleti olarak tesis edilemezse ve ikiyüzlü politikalar liderliğinin karakteristiği olmayı sürdürürse, bölgeciliğe dayalı yerel milliyetçiliklerin kendilerini tekrar ortaya çıkaracaklarını ve neticede ülkenin bölünmesinin kaçınılmaz olacağını tahmin etmişti. (Nasr; 1998;1925)
Böylece her iki grupla da fikir ayrılığına düşen Mevdudî yeni bir hareket başlatmaya karar verdi ve kendisiyle benzer düşünceleri paylaşanları toplantıya çağırdı. Toplantıya katılan yetmiş beş alim ve aydınla birlikte 25 Ağustos 1941’de Lahor’da Cemaat-i İslami teşkilatını kurdu, başkanlığına da kendisi seçildi. Mevdudî bir taraftan sömürge düzenine, diğer taraftan Hindular’ın baskın kültür olarak yükselişine karşı çıkmıştır. En büyük gayesi Pakistan’ı dünyaya örnek teşkil edecek modern bir İslam devleti olarak kurmaktı. Şunu rahatlıkla ifade edebiliriz, Hindistan’da hiç kimse Pakistan hareketini Mevdudî’den daha şevkle desteklemedi. Bütün yazılarında ve vaazlarında, Hindistan müslümanlarını farklı bir toplum olduklarına ve eğer Hindu zulmü ve tahakkümü tehdidini defetmek istiyorlarsa kendilerini kendi devletlerinde yönetmeleri gerektiğine inanırdı. Mevlana Muhammed Ali Cevher, Mevlana Şevket Ali ve Ebu’l Kelam Azad gibi samimi özgürlük savaşçıları Hindistan Ulusal Kongresi’nin üyeleriyken Mevdudî bu kongreye bir gün için bile katılmamıştı.
Enis Ahmet bu konuda şunları ifade eder: “Mevdudî ırka, dile ve coğrafyaya bağlı milliyetçiliğe karşıdır; zira milliyetçilik onun için nazari değil pratik bir meseledir. Bu sebeple Ebu’l-Kelam Azad ve Hüseyin Ahmet Medeni’nin öncülüğünü yaptığı Cemiyet-i Ulema-i Hind’in Müslüman Hindular’ın tek devlet çatısı altında yaşamaları için savundukları birleşik Hint milliyetçiliği fikrine şiddetle karşı çıkmıştır. Ona göre bu düşünceyi savunanlar iyi niyetli olsalar bile Hinduizm’in dini-kültürel tehdidine karşı Müslüman Hintliler’e herhangi bir güvence verememektedir.” (Ahmed;2004,434)
1947’de Pakistan’ın kuruluşunun ardından Cemaat-i İslami’nin Hindistan ve Pakistan’da ki ayrı teşkilat haline getirilmesi üzerine Mevdudî, Pakistan tarafında kalan Lahor’a yerleşti ve Cemaati İslamî’nin Pakistan’ın liderliğini üstlendi. Teşkilat bundan sonra Pakistan’ın yönetiminde İslami kuralların geçerli olması için faaliyet gösterdi. Ocak-Mart 1948’de, radyoda İslam’ın ruhani, ahlaki, sosyal, siyasi ve ekonomik öğretilerinin çok önemli yönlerini açıklayan beş önemli konuşma yaptı. Ona göre İslam bir slogan değildi. Bu yaklaşımıyla O, ülkede, söylediğini her hareketi ile anlatan birkaç liderden biriydi.
Bitmeyen bir enerji ile, konuşmalar yaparak ve mükemmel bir İslam devleti için kitleleri harekete geçirerek ülkeyi baştan başa dolaştı. Böylesi bir tutarlılık, bazı çıkar çevreleri için tahammül edilmez olduğundan, ülke için gerçek İslami anayasa talep ettiğinde hemen onu devletin düşmanı olmakla suçladılar ve 4 Ekim 1948’den 28 Mayıs 1950’ye kadar hapsettiler. İşte bu arka plan Mevdudî’nin Meryem Cemile ile mektuplaşmalarına da yansımıştır. Meryem Cemile’nin “Mevlânâ Ebu’l-Kelam Azad 1888-1958 hakkında da bilgi sahibi olmak istiyorum. Onun hakkında yalnız Prof. Hümayun Kebir tarafından yazılmış İngilizce bir kitaptan bazı bilgiler edindim. Kendisi hakkında bildiğim yegane şeyi, Kongre Partisi Lideri Mahatma Gandhi’nin yakın arkadaşı ve bir özgürlük savaşçısı olduğu, ayrıca Hindistan’ın bağımsızlığına kavuşmasından sonra ölünceye kadar Eğitim Bakanlığı yapmış olması. Ayrıca iyi bir alim, Urduca’ya çok iyi derecede vakıf ve bir de Kur’an tefsiri yazdığını duydum. Maalesef hiçbir eserinin İngilizcesi yok henüz.” (1986:100) konulu sorusuna cevaben yazdığı mektubunda, Ebu’l Kelam Azad ile ilgili şu yargıları vermekten kaçınmaz; “Mevlana Ebu’l Kelam 1921’e kadar İslami nizam ve hilafetin hararetli bir savunucusu idi. Fakat bilahare fikirde ve eylemde tam bir dönüş yaparak kendisini tanıyanları öylesine şaşırttı ki; herkes “acaba onun kılığında başka birisi mi ortaya çıktı?” dercesine adeta gözlerini ovuşturdu. Ebu’l-Kelam Azad sonunda yüzde yüz bir Hint milliyetçisi olup, Müslüman ve Gayr-i Müslim’in eş tutulduğu bir milliyetçilik anlayışını benimsedi. “Tek bir din” kavramını, bazı Hintli ve Darwinci filozofun etkisinde kalarak savundu. Bu etkiler bariz bir şekilde yazdığı Kur’an tefsirine de yansıdı.” (1986:103-104) Mevdudî’nin eski dostu, Ebu’l Kelam Azad ile ilgili soruya verdiği cevap yetersiz olduğu gibi çelişkileri de barındırmaktadır. Bu ise konuyu aydınlatmak yerine daha da karmaşık bir hale getirmektedir. Herhangi bir konuda tartışma yapılırken, öncelikle tartışma zemininin doğru belirlenmesi gerekir. Usulünce yapılmayan bir tartışma veya araştırmadan doğru neticeler elde etmek pek mümkün olmayacaktır. Öncelikle, tartıştığımız şeyin tanımını iyi yapmalıyız. Tartışma konusu olan kavramları doğru tanımalıyız. Aksi takdirde birbirimizi doğru bir şekilde anlamamız mümkün olmaz. Ebu’l-Kelam Azad’ın emperyalizm karşıtı tutumunu Hint milliyetçiliği olarak sunmak oldukça yanlış bir yaklaşımdır. Hindistan’daki Müslümanlar arasındaki tartışmalarda Cem’iyeti Ulemay’ı Hind’in, Hindistan’ın parçalanmasına, Pakistan’ın kurulmasına karşı çıktığını, Hindulardan ve Müslümanlardan oluşan bir devlet kurmak için uğraştığını burada hatırlamamız gerekiyor. (Ahmed;1990;229-39) Cem’iyeti Ulemay-ı Hind’in , Hindistan’da oluşacak güçlü bir birliği/yönetimi, Pakistan’da oluşacak zayıf bir vatana tercih ettiğini ve Pakistan’ın kurulmasına yönelik çekinceleri bilinmediği zaman Ebu’l Kelam Azad’ı Hint Milliyetçisi olarak niteleme kolaycılığına düşmekten kaçınmak mümkün olmaz.
Seyyid Kutub’la İlişkileri
24 Haziran 1956’da hac yolculuğuna çıkan Mevdudî, Beyrut ve Dimaşk’a uğrayarak İhvan-ı Müslim’in önderleri ve bazı alimler ile görüş alışverişinde bulundu. Nasır rejiminin Müslüman kardeşlere uyguladığı baskıcı politikalar sırasında Mevdudî’nin çalışmalarının Müslüman Kardeşler tarafından Arapçaya çevrilmesi ve kısa bir süre içinde Mısır’da derin yanıklar uyandırması, onun düşüncelerinin Mısır’da takip edildiğinin somut göstergeleridir.
Meryem Cemile New York’tan yazdığı mektubunda şunları dile getirir: “Son aylarda, Mısır’da Nasır’ın zindanlarında yatmakta olan Seyyid Kutub ile kontak kurmaya çalışıyorum. Bildiğiniz gibi bu zât, İhvan-ı Müslim’in yasaklandığı 1954 yılından beri zindanda bulunuyor. Kendisine bir mektup yazdım ama cevap alamadım. Nihayet dün, kız kardeşi Emine Kutub’tan güzel bir mektup aldım. Mektubumun Seyyid Kutub’a ulaştığını, yakında kendisinin de bana yazmaya çalışacağını yazdı. Birçok kitabı da olan bu alim zat, sizin hayranınız aynı zamanda. Kız kardeşi vasıtasıyla bana sizin eserlerinizi tavsiye ediyor. Ne hazindir ki Müslüman bilginler, “İslam ülkesi” denen ülkelerde “Müslüman” denen idareciler tarafından zindanlara atılıyor, işkence ediliyor. Bu ülkelerde Müslümanlara Gayr-i Müslim ülkelerin tanıdığı ölçüde bile özgürlük yok. (1986:58) Yorumları, özellikle de cahiliye anlayışı Seyyid Kutup tarafından geliştirilen Mevdudî Lahor’dan yazdığı 20 Haziran 1961 tarihli mektubunda şunları yazar: “Seyyid Kutub ve akrabaları ile kontak kurduğunuzu öğrenince sevindim. Bu zâtla henüz yüz yüze tanışmam nasip olmamakla beraber, onunla birbirimizi çok iyi tanıyoruz. Bana cezaevinden kitaplarını gönderdi ve ben de 1960’ta Kahire seyahatimde kardeşi Muhammed Kutub ile tanıştım. Ateş ve kılıç, İhvan-ı Müslim’in’in ve aslında her yerde mütemessik Müslümanın geçirmek zorunda bulunduğu tecrübeler. Bu sizi şaşırtmasın. Müslüman olarak doğan bir kişi küfrün etkisinde büyütülüp yetiştirildiği zaman, küfrün sancağını iki eliyle tutup yükseltir ve müslümanlara zulüm etmekte öyle aşırı noktalara gider ki, gayri Müslimler bu konuda eline su dökemezler. Fakat herkesten yaptığının hesabının sorulacağı gün muhakkak gelecek, herkes ektiğini biçecektir.” (1986:62-63) Mevdudî’nin Seyyid Kutub üzerinde önemli etki bıraktığını gösteren pek çok göstergeye ve kanıta bu mektuplarda önemli bir katkı sunmaktadır.
Muhammed Esed Hakkındaki Değerlendirmeleri
Muhammed Esed Yahudi bir ailenin çocuğu olarak; Cyernowitz’li Ortodoks Haham Benjamin Arje Weis’sin torunu ve Lemberg’li Avukat Kiwa Weis’sin oğlu olarak dünyaya gelir. Viyana’da yetişir, Berlin’de film rejisörü Friedrich Wilhelm Murnau’un yanında asistanlık yapar. United Press of America’nın temsilcisi olan Rudolf Dammert’in basın bürosunda acil haberler bölümünde çalışır, Maxim Gorki’nin hayat arkadaşı ile 1921 yılında gerçekleştirdiği ve onu üne kavuşturan söyleşinin yayınlanması sayesinde meslek olarak gazeteciliğe başlar. Öte yandan Meryem Cemile ile de ortak yönleri vardır onun. Muhammed Esed, Leopold Weiss iken bile başından beri Siyonizme karşı gelmiştir. Ortadoğu’ya gittiğinde Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışından sonra İngiltere ve Fransa’nın bölgede kendi etkinliklerini arttırmak için mücadele ettikleri, yerli halk olan Filistinlilerin her geçen gün artan yeni Yahudi yerleşimcilere kuşku ile yaklaştıkları, işgalci bir gerilimin yoğun olarak yaşandığı bir ortamla karşılaşır. Ortadoğu’da, Avrupa örneğinde bir Yahudi devletinin kurulması fikri, ona göre Avrupalı güç odaklarının işine yarayacak ve Arap toplumu tarafından kabul görmesi zor olacaktır. Ona göre Filistin’de bir Yahudi devleti kurulması fikri, en önemlisi Yahudi mirası için de yanlış bir gelişmedir. Modern Avrupa’dan yabancılaştığı için uzaklaşan Esed, Yahudi yerleşimciler de, Avrupalı yaşam tarzı olan maddi değerlerin peşinde olma düşüncesinin aynen alındığını, sadece bu yaşam tarzının tohumlarını doğuya ektiklerini tespit eder. Oysa hala korudukları Sami yaşam tarzları ile Araplar, Mekke’ye giden yolda bahsettiği gibi, o toprakların gerçek sahipleridirler. Esed’in Yahudi seçkinciliğinden tamamen kopuşu ile Meryem Cemile’nin kopuşu arasında bir benzerlik kurulabilir.
Mevdudî’den Ebu’l Kelam Azad’a farklı Müslüman düşünürleri epeyce uğraştıran Pakistan meselesi Muhammed Esed’in de zihnini meşgul etmiştir. Pakistan onun için ütopik bir devlet modeliydi; ne etnik halk aidiyetine önem veren ne de devlet sınırlarına bağlılıkta direnen, her türlü ulusal düşünceden uzak, sadece hür irade ile seçilen İslam’ın temel değerlerine dayanan, anayasaya sadakatin önemli olduğu bir tür yeniden oluşturulan bir Cumhuriyet idi. Pakistan Devleti’nin kuruluş aşamasında yaptığı teorik katkılar, hayatının en yoğun dönemlerini oluşturur. Ancak Muhammed Esed’in düşünceleri Pakistan Anayasası’nda çok az yer almıştır. Kendi düşüncelerini daha sonra yayımladığı İslam’da yönetim biçimi adlı eserinde somutlaştırılmıştır. Muhammed Esed hakkında sadece Yolların Ayrılış Noktasında İslam kitabından hareketle edindiği izlenimlerini aktaran Meryem Cemile’ye uzun bir değerlendirme ile cevap verir Mevdudî. Neresinden bakılırsa bakılsın akla hayale gelmeyecek bir hayat hikayesine sahip olan Muhammed Esed’in Türkçede kendinden söz ettirmesinin başlangıç noktası olan Yolların Ayrılış Noktasında İslam adlı eseri üzerinden Muhammed Esad hakkında şunları ifade eder Mevdudî: “Yolların Kavşağında İslam adlı kitabı okuyup okumadığımı soruyorsunuz. Evet, kitabı Muhammed Esed’in diğer yazıları ile birlikte okudum. Ayrıca bu zâtla tanışma imkanı da buldum. Kendisi ihtida ettikten sonra Pakistan’a yerleşmişti. Belki ilgilenirsiniz; Muhammed Esed’de Avusturya’lı Yahudi bir aileden geliyor. İslam’ı yorumlama biçimine ve Batı kültürü ile materyalist felsefeye karşı getirdiği eleştirilere büyük saygım var. Yalnız üzülerek söylemeliyim ki, başlangıçta ibadetlerini sıkıca yapan bir Müslüman olan bu zat, tedricen “reformcu” denen çizgiye doğru kaymıştır. Özellikle son zamanlarda Arap karısından boşanıp modern bir Amerikalı kızla evlenmesi de tuzu biberi olmuştur. Bu tarz tasarrufları göz ardı edilmemekle birlikte ben şahsen kendisini fazla suçlayamıyorum. İslam’ı seçtiği ilk yıllarda tanıştığımda, hayatında çok güzel değişiklikler gözlemlemiştim. Fakat bir insan gerçek bir Müslüman gibi İslam’ı yaşamaya başlayınca, bütün yetenekleri piyasa değerini kaybediyor. Bu Muhammed Esed içinde böyle oldu. Çünkü kendisi Müslüman olmadan önce yüksek ve modern bir hayat standardına sahipti. Ancak İslam ile müşerref olduktan sonra birçok maddi problemle karşılaştı. Sonuç olarak arka arkaya bir çok fedakarlıklar yapmak zorunda kaldı. Yine de umuyorum ki amel hayatı değişmekle birlikte fikir ve inançları değişmemiştir. Peygamberimiz (S.A.V.): “bir zaman gelecek ki İslam avuçta taşınan kor parçası gibi olacaktır” der. Günümüzde bir insan İslam’ı yaşamaya kalkıştığında materyalist çevrelerin engelleme ve direnişi ile adım başı karşılaşır. Böyle bir Müslüman için tüm çevre çekilmez hale gelir, Müslüman hep horlanır. Böyle bir durumda ya birçok fedakarlığı veya topluma birçok yönden ters düşmeyi göze almaktan başka çare yoktur. En sağlam sinirleri bile kısa zamanda aşındırıcı korkunç bir psikolojik baskı oluşur. Buna dayanmak tabii ki her yiğidin harcı değil…”(Mevdudî-Cemile; 1986;28-29)
Şeyh Veliyullah Dıhlevî Hakkındaki Değerlendirmeleri
Mevdudî ve hareketi, İslam düşmanı tüm saldırılara karşı büyük bir siper oluşturdu. Allah’ın dinini değiştirip, Bat hukuk sistemlerine uydurmak isteyen modernistlerin çabalarına karşı amansızca direnirken yersiz bir takım suçlamalara da başvurmuş olması mektuplarının en can acıtan yerlerini oluşturmaktadır. Meryem Cemile ile Mevdudî’nin mektuplaşmalar adlı eserinde kaynaklara dönüşü savunan kimi isimlerin her coğrafyada modernist yaftasını yemekten kurtulamadıklarını görmek, ihya ve ıslah hareketlerinin hemen her yerde karalayıcılarının olduğu yönündeki yargının ne kadar doğru olduğunu kanıtlayan örneklerden biri olması bakımından dikkat çekicidir. Bu konulardan birini Hüccetullahi’l Baliğa ve müellifin fikri konumlanışı hakkında Meryem Cemile’ye söylenenler oluşturmakta. Öyle ki bu eser sahibi üzerinden insanı kızdıracak türden sözlerin, yaklaşımların yani Müslüman olmuş birine şaşmaz doğrularcasına öğretilmesinin tipik bir örneği bu yargılar…
Seyyid Sabık’ın “müellifinin İslam düşünce tarihinde ve akli ilimlerde bir dev olduğuna tanıklık eder” dediği Hüccetullahi’l Baliğa’nın yazarı 1704 yılında Hindistan’ın Muzafferneger şehrinde dünyaya gelen Şeyh Veliyullah Dıhlevi’dir. Soyu baba tarafından Hz. Ömer’e anne tarafından İmam Musa Kazım’a dayanmaktadır. Hindistan’ın ilim ve tasavvuf çevrelerinde etkin bir konuma sahip olan bir ailenin mensubu olan Dıhlevi, babası gözetiminde aldığı eğitimden sonra, daha 17 yaşında, babasının vefatı üzerine er-Rahimiye medresesi’nde müderris olmuş; otuz yaşlarında gerçekleşen uzun hac ziyareti hariç, Delhi’deki bu tedris ve irşad faaliyetlerini yürütmüştür. Hindistan’da İmam-ı Rabbani ile başlayan “tecdid” hareketinin en önemli ikinci halkası olan müellif, 1762’de vefat etmiştir. Arapça ve Farsça olarak 100’e yakın eseri bulunan müellifin en önemli eseri olarak zikredilen Hüccetullahi’l Baliğa kitabının takdiminde Hayrettin Karaman şunları söylüyor: Sevgili Peygamberimiz “Her yüzyılda bir, ümmetin dinini yenilemek (tecdid) üzere birinin geleceğini” müjdelemiş, gerçekleşen de buyurdukları gibi olmuştur. Şah Veliyullah ed-Dıhlevi işte bu müceddidlerden biridir; onun bu özelliğinde kültür ve medeniyet tarihçileri ittifak etmişlerdir. Dıhlevi’nin Hüccetullahı ise, İslam’a has zahir ve batın bilgi kaynaklarından yola çıkarak bu dinin aslını, temel düşüncesini, kainata bakışını yakalamaya ve parça bilgi ve hükümleri bu bakış açısından açıklamaya yöneliktir. Dıhlevi bu eserinde önce sistemi ve ilkeleri ortaya koymuş, sonra da hemen her konuya ait seçilmiş hadisler üzerinden yürüyerek bütüne bağlı, tutarlı, doyurucu, tatmin ve huzur verici açıklamalar yapmıştır.” Elbette eleştirilecek – özellikle girişinde-yaklaşımlar var bu takdimde. Diğer yandan Meryem Cemile’ye aktarılan rivayetlere söylentili kuruntulara nazaran oldukça tutarlı bir bakış bu. Meryem Cemile Şah Veliyullah’la ilgili olarak 25 Ocak 1962 yılında Mevlana Mevdudî’ye New Yorkork’tan yazdığı mektubunda şunları ifade ediyor; “Şah Veliyullah’tan okuduğum çok az miktar bile beni şaşırttı. Bir yandan Hint uleması kendisini el-Gazali’den sonra gelmiş en büyük âlim olarak değerlendirirken, öbür yandan da modern batı medeniyetinin üstünlüğünü iddia eden Hüccetullah’il-Baliğa adlı eserinde Kur’an’ın yabancı dillere tercüme edilmesine teşvik ediyor. (Nitekim kendiside Kur’an’ı Farsça’ya çevirmiş) Tüm Arap unsurların belirli bir zamana ait birer unsur olduğunu, Arapların sadece peygamberin muhitini oluşturmaktan başka bir değeri olmadığını iddia ederken İslam’daki dört mezhebin otoritesine de itiraz edip, Hintli Müslümanların ihtiyacına göre yeni bir fıkhî sistemin gereğinden bahsediyor. Kur’an ve sünnetin yegane sahih kaynaklar olduğunu, geriye kalan tüm filmlerin ve içtihatların yedinci yüzyıl Arabistan’ında ihtiyaç duyulan izahlar olduğunu, hakikatte ise bunların birer kabuktan ibaret dünyevi görüşler olduklarını söylediği rivayet olunuyor. Anlamadığım husus şu: Şeyh Veliyullah İngiliz sömürgeciliğinin Hindistan’a yerleşmesinden önce yaşamış. Oysa onun hakkında okuduklarımın çok az olmasına rağmen şunu anlıyorum ki bu zat kendisinden sonra gelen, uzlaşmacı modernistlerin fikirlerine benzer fikirler taşıyor. Fikirlerini bağımsız olarak mı formüle etti, yoksa ona başka şeyler mi etki etti? Seyit Ahmet Han’ın uzlaşmacı fikirleri İslam öğretisini sakat ederken, Seyyid Amir Ali ve Mevlana Ebu’l Kelam Azad’ı da etkilemiştir. Hatta allame İkbal de bu görüşlerden etkilenmiş, İslami Düşüncenin Yeniden Düzenlenmesi adlı eserinde bunları savunmuştur.” (S.98-99) Cemile’nin “uzlaşmacı modernistler” dediği akımın öze dönüş ile benzerlikleri gelenekselcilerin en önemli kozudur. Teknik olarak doğru gibi gözüken bu yaklaşımın özellikle siyasi konularda yaklaşımda izlediği görülür. Şah Veliyullah çizgisi Hindistan’da İngiliz sömürgeciliğine karşı direnen en önemli hatlardan biridir. Fikr-i Cehd konusunda da şu anımsanmalı: Şatıbi’nin el-Muvafakat’ını görmeksizin ümmetin usuli anlamda yenilenmesinin gerekliliğini sezen Şah Veliyullah “Hangi asırda olursa olsun Müslümanlar, içtihadî mesaili, Kitap ve sünnete arzetmekten müstağni olamazlar” der.
Mevdudî ise Lahor’dan 10 Şubat 1962 tarihinde yazdığı cevabî mektubunda Şah Veliyullah ile ilgili olarak şunları ifade eder: “Şah Veliyullah’a gelince: Bu zat büyük ve gerçek bir İslam alimi olarak yaşadı ve vefat etti. Onun her sözünü onayladığımı söyleyemem ama birinci kalitede bir muhaddis ve fakih olduğunu söylemek zorundayım. Hindistan’da hadis ilmini yaymakta öncüdür ve peygamberin kavlini onun sayesinde öğrenmişlerdir. Sahip olduğu ilmi dirayet ve saygın konumu, buradaki her reformcunun iştahını açmaktadır. Her sözünün anlamını saptırıp kendi kanaatlerinde olduğunu iddia ederler. Bütün eserleri Farsça ve Arapça olup, onun eserlerini okuyanlar, çok iyi bilirler ki burada yorumcular haksız ve yalancıdır. Sadece kendilerine destek aramaktadırlar. Eserlerinde hiç yer almamış fikirleri ona izafe edip, kendi yanlış fikirlerini bunların üzerine inşa ediyorlar. Şah Veliyullah asla rasyonalizmin üstünlüğünü iddia etmemiştir. Arap ve Arapça elementleri İslam’dan soyutlamaya teşebbüs etmemiştir. Ayrıca 4 fıkhî mezhebinin büyük bir takdircisi olarak yeni bir fıkhî ekol’ün tedvini içinde çalışmamıştır. Bununla beraber dört mezhebin zamanla onurlandığını ve üstünlüklerini ikrar etmek ile beraber, Hanefi ve Şafii mezheplerinin den istifade edilerek yeni bir fıkhi ekolün gerekliliğini savunmuştur. Fakat asla bunun ötesinde bir iddiada bulunmamıştır.”(1986:102-103) Mevdudî onun içtihat ve mezhepler noktasındaki görüşlerini oldukça yumuşatarak muhatabına iletmektedir. Mevdudî cevabî mektubunda Meryem Cemile’nin sorduğu; Şah Veliyullah’ın Allah’ın kitabını resmi ilim dili olan Farsça’ya tercüme edişi hakkında herhangi bir şey söylemez. Bu üzerinde durulması gereken noktalardan biridir. Çünkü bu öze dönüş çabaları bakımından son derece önemlidir. Pek çok yanlış inancın yıkılmasında etkili olacak olan bu çabasından dolayı Şeyh Veliyullah başta kibirli ve taklitçi ulemanın hışmına uğramış, hatta Fethpûri Camisi’nde öldürülmek istenmiştir. Zamanla bu tepki sönmüş başka dillere de yapılan çeviriler sayesinde Hint coğrafyasında gerçek İslam inancının yerleşmesi ve yayılmasında önemli gelişmeler yaşanmıştır. Mevdudî’nin altmışlı yıllarda yaptığı Şah Veliyullah değerlendirmeleri onun ilkesel düzeyde geleneksel dini anlayışa karşı tutumunda tedricen görülen esnemenin de somut bir göstergesi niteliğindedir. Geleneksel anlayışların alabildiğine güçlü olduğu bir toplumda “yeni müminler topluluğu” oluşturma şiarıyla yola çıkan Mevdudî ve hareketi geleneksel ulema çevrelerince yöneltilen dini siyasallaştırmak, haricilik ve daha benzeri bir dizi suçlamaya maruz kaldılar. (Kaya: 2006:197) Bu ise zamanla Mevdudî’nin ilk dönemlerdeki eleştirel ve kendi fikirlerini temellendirmedeki cüretkarlığı ortadan kaldırmıştır. İslam’da İhya Hareketleri (2008:92-107) kitabında, Şah Veliyullah Dıhlevi değerlendirmelerindeki özgüven bu mektupta kaybolmuştur.
Tecdidle tahrifi birbirinden ayıran Mevdudî Kur’an’ın Allah’ın değişmez son mesajı, Sünnet’in ise kamil ve kusursuz bir İslamlaştırma örneği olduğunu söylemektedir. Bu amaçla kaleme aldığı eserlerinde İslam’ın ana kaynaklarından sayıldığı sünneti bütün samimiyetiyle müdafaa etmiştir. Ancak ona göre hadis rivayetlerinin sıhhat derecesini ölçmek için muhaddislerin benimsediği klasik usullere yenileri eklenebilir. Mevdudî, Hint alt kıtasında hazreti peygamberin sözlerinin otoritesini ve önemini red edenlere karşı mücadele vermiş, onlarla Tercümanü’l-Kur’an’da uzun tartışmalara girişmiştir. Bu tartışmalar sürecinde Hindu-Pak Kıtasından çıkan Seyyid Ahmed Han ve avanesi ile Muhammed Abduh’u bir tutan bir yaklaşım içinde olduğunu da görüyoruz mektuplarında: “Mısır’da Şeyh Muhammed Abduh bu ekolün fikirlerine benzer fikirlerle ortaya çıkıp, Arapça konuşan ülkelerin kapılarını sonuna kadar batıcılara açmıştır. Bu yolda yürüyen modernistler, mübalağalı felsefelerine herhangi bir sınır getirmemiş, akıllarına gelen her şeyi İslam’ın gerçek yorumu diye takdim etmişlerdir”(1986:88)
Amerikalı Siyonist bir ailenin kızı olarak dünyaya gelen Margaret Marcus’un İslam’ı tanıma sürecinde hem devam ettiği Siyonist okul hem de geleneksel akımların oldukça çeldirici çalışmaları olmuş. Bunu mektuplarda özellikle de yaşam öyküsünü anlattığı bölümlerde görmek mümkün. Meryem Cemile’nin kimi noktalardaki yanlışları ise hem dönemsel etkilere hem de oluşmakta olan bilincine bağlanabilir. Mevdudî ise yazdığı yüzden fazla kitap ve broşürle bir yandan zihinsel bozukluklar ile mücadele etmiş öte yandan İslam’ın evrensel mesajını her yönünü en spesifik detayına kadar gösterme gayreti içinde olmuştur. Müslümanların hayatlarını İslami değerlere ve ideallere göre yönlendirirlerse İslam’ın gelişmesinin ve genişlemesinin büyük bir hız kazanacağını ifade ederek İslami uyanışın öncülerinden biri olmuştur. Mevdudî’nin nitelik ve nicelik olarak başarıları İslami uyanış için yapılan mücadelede önemli olmakla birlikte bir kısım görüşleri konusunda bugün gerekli analizler yapılabilmelidir. Mektuplarda, Mevdudî’nin Meryem Cemile’nin soruları çerçevesinde değerlendirmesini yaptığı kişiler hakkındaki yargılarının Mevdudî’nin altmışlı yıllardaki zihni halini daha yakından tanımamıza ve farklılaşan kimi değerlendirmelerini anlamamıza önemli bir katkı yaptığını düşünüyorum. Her ne kadar Mevdudî mektuplarda ele aldığı kişileri derinlemesine tahlil etmese de söz konusu kişiler üzerine kendince yaptığı etraflıca bir değerlendirmenin sonuçlarını mektuplarına yansıttığını tespit etmeliyiz.
Genel olarak İslami düşünüşün bir tıkanıklık yaşadığı bu konjonktürde yapılması gereken baştan aşağı topyekün bir sorgulamadır. Eleştirel bilinç kuşanılmalı, düşünürler ve düşünceler tekrar gözden geçirilmeli, vahiyle olan irtibatsızlık giderilmeli, pratiklerimizin çıkış zemini olan usulî meseleler gündemleştirilmelidir.
Kaynakça
Mevdudî Meryem Cemile (1986)Mektuplaşmalar Çev: Ebubekir Doğan, Akabe yayınları, 1. Baskı, İstanbul.
ADAMS, Charles J (1989) “Mevdudî ve İslam Devleti” Güçlenen İslam’ın yankıları içinde (John I. Esposito) Çev: Erol Çatalbaş, Yöneliş yayınları, İstanbul.
Cemile, Meryem(1986) İslâm ve Çağdaş Öncüleri Türkçesi: Selahattin Ayaz, Bir Yayıncılık, Istanbul
AHMED,Enis (2004)”Mevdudî” TDİA, cilt:29 Türkiye diyanet vakfı, Ankara
AHMED, Aziz (1990) Hindistan ve Pakistan’da Modernizm ve İslam Türkçesi: Ahmet Küskün, Yöneliş yayınları İstanbul
NASR,S.VELİ RIZA (2000) Mevdudî ve İslâmî İhyanın Teşekkülü, Türkçesi: Hasan Aktaş Yöneliş Yayınları, İstanbul
NASR, S. VELİ RIZA (1998) Cemaati İslami, Türkçesi: Hasan Aktaş Yöneliş Yayınları İstanbul
KAYA, Rıdvan (2006) İslami Kimlik Mücadele ve Muhasebe, Ekin Yayınları, İstanbul
Dıhlevi Şah Veliyullah (1994) Hüccetullahi’l Baliğa Türkçesi: Mehmet Erdoğan, İz Yayıncılık İstanbul
Mevdudî, Ebu’l A’la (2008) İslam’da İhya Hareketleri Türkçesi: Ali Genç, Pınar yayınları İstanbul.