Kürşat Atalar-
‘Kimlik’ meselesi, paradigmal bir değişimin yaşandığı modernite-sonrası dönemde, sosyal ve beşerî bilim çevrelerinin yoğun ilgisine mazhar olmuş bir mevzudur. Genellikle modernitedöneminde ‘giydirilmiş kimlikler’ olarak tabir edilen varoluş biçimlerine yönelik itirazlar çerçevesinde şekillenen bu ilgi yoğunluğu, halen de büyük ölçüde devam etmektedir. Bunu, basitçe,toplumsal ‘anomi’ durumlarında ortaya çıkan varoluşsal bir ‘arayış’ olarak nitelendirmek mümkündür. Fakat modernite-sonrası dönemde, mesele, bazı bakımlardan bunun da ötesine geçtiği ve bir anlamda ‘varoluşsal buhran’a dönüştüğü için meseleyi ciddiyetle ele almak gerekmektedir. Çünkü meselenin Müslümanları da doğrudan ilgilendiren boyutları vardır. Peki, bu çerçevede ‘kimlik’ meselesi için neler söylenebilir? Zannımca, bu bağlamda sorulması gereken soruları özetle şu şekilde ifadelendirmek mümkündür: Kimliğin somut ve genel geçer bir tanımı yapılabilir mi? İnsan kimliğinin ‘benlik’ ve ‘şahsiyet’le ilişkisi nedir? Biyolojik, kültürel ve ekonomik faktörlerin ‘kimlik’ oluşumundaki rolü nedir? İnsan kimliğini belirleyen tek bir faktör mü vardır, yoksa bu noktada ‘çoklu faktörler’den bahsetmek mi daha doğrudur? Ve tabii ki bu tartışmalar çerçevesinde, ‘Müslüman’a özgü bir ‘kimlik’ten bahsetmek mümkün müdür? Mümkünse, ‘Müslüman kimlik’i nasıl tanımlamak gerekir? Bu kimliğin çağdaş dönemde belirleyenleri nelerdir? Malum olduğu üzere, modern dönemde kimliğin izahı meselesi, esasen, çözümlenmiş konulardan biri olarak kabul ediliyordu ve bu dönemde gösterilen çabalar genel olarak Batılı insan tanımlarını baz alıyordu. Fakat postmodern dönemde durum değişti ve kimliğin neliğine dair farklı tanımlamalar ortaya çıktı.Bunun nedeni belliydi: yeni dönemde paradigmal bir değişim yaşanmıştı ve bu yüzden
modern döneme özgü (genetik, ulusal, kültürel ve ekonomik temelde tanımlanan) ‘giydirilmiş kimlikler’i artık sorgulanmak gerekiyordu. ‘İnsan’, modern dönemde ideolojiler tarafından ‘birey’, ‘vatandaş’, ‘işçi’ kavramları temelinde tarif edilmişti, fakat önce ‘ideolojilerin ölümü’, ardından da ‘akla veda’dan sonra, yeni bir ‘insan’ tanımına ihtiyaç duyulmaya başlamıştı.
Her ne kadar Batı felsefî/siyasî düşüncesinin en temel kavramı olan ‘özgürlük’, hem modernite hem de postmodernite döneminde her iki insan tanımının da ortak paydası olarak kabul gören bir mefhum olmayı sürdürse de, modern dönemdeki tanımsal netlik artık yoktu. İşte bu vasatta, doğal olarak, kimliğin yeniden tanımlanması ihtiyacı doğdu. ‘Çok-kültürlülük’ kavramı temelinde ‘farklılıklar’ı tecviz eden bir anlayışla soruna çözüm bulunabileceği yönündeki tezler de iflas edince, Batı’da, kelimenin tam anlamıyla, bir ‘kimlik krizi’ baş gösterdi. İdeolojik bir payandadan mahrum kalan Batılı insan, ‘kim olduğu’ yönündeki soruya artık temelde ‘bedenin hazları’ zaviyesinden cevap vermek durumundaydı. Bu da kaçınılmaz olarak, ‘eyyamcı’ denilebilecek bir tipolojinin bu coğrafyada yaygınlaşmasını beraberinde getirdi.
Aslında, ‘kimlik’in mahiyetine dair modernite-sonrası dönemde yapılan tartışmalardasorulan soruların modern dönemde sorulanlardan özde bir farkı yoktu. Farklı olan, verilen cevaplarda ‘kesinlik’ ve ‘eminlik’ unsurlarının bulunmaması, başka bir deyişle, farklı paradigmal çerçevelere meşruluk hakkı tanınmasıydı. Örneğin, kimliği belirleme noktasında ‘özne’nin doğuştan getirdiği ‘şahsiyet’ özelliklerinin mi, yoksa dışsal ortamın mı belirleyici olduğu yönündeki soru aynıydı. Modern dönemde iki ana yaklaşım olarak liberal/idealist görüş bu soruya ‘özne’ye odaklanarak cevap veriyor ve bu konuda ısrarlı bir tavır sergiliyordu, sosyalist/materyalist görüş ise, sosyalitenin belirleyici olduğunu savunup benzer bir tutum sergiliyordu. ‘Akla veda’dan sonra ideolojilerin cazibesi kalmayınca, argümanların ‘kesinliği’ (yahut ‘bilimselliği’) noktasındaki ısrarlı iddiadan vazgeçilmekle birlikte özne’ ve ‘sosyalite’ boyutlarına yapılan vurgular tartışmalarda devam etti. Zira bu doğaldı. Çünkü tarihin hangi döneminde olursa olsun ve hangi ideolojik/düşünsel zemine dayanarak sorulursa sorulsun, “ben kimim?” sorusuna verilecek cevaplarda bu iki boyuta değinmemek,meseleyi eksik değerlendirmek demektir.
Bendeniz bu konuda naçizane şöyle düşünüyorum: kimliğin oluşması sürecinde çevresel şartlar ‘faktör’ olarak görülebilir, fakat ‘belirleyici’ olan ‘özne’nin özellikleri ve iradî tercihleridir. İnsan, akıl ve ruh sahibi bir varlık olarak,dili kullanma becerisini kazandığı yaşlardan itibaren kendi ‘ben’inin ‘öteki’nden farkını ayırt eder ve zamanla kendi ‘özgün’ varlığının farkına varır. Ergenlik sonrası dönemde de bu süreç büyük ölçüde tamamlanır. Bu süreçte ‘çevre’nin etkisi yadsınamaz, fakat biliyoruz ki bu faktör, ‘özne’ üzerinde (bir fabrika gibi) standart ürün üretecek denli etkili olamamaktadır.Bu nedenledir ki her bir insan tekinin ‘şahsiyet’i esasen kendine özgüdür. Bunun açık bir kanıtını literatürde başka bir bağlamda sıkça zikredilen bir hadisten bulmak mümkündür. Meşhur söze göre, Hz. Peygamber: “her doğan, İslam fıtratı üzerine doğar; sonra ebeveyni onu
Hıristiyan, Yahudi veya Mecusi yapar” demek tedir. İlahiyat çevrelerinde genellikle insanların doğuştan İslam’ı kabule yatkın oldukları fikrini ispatlamak için nakledilen bu söz, aslında, ‘kimlik’ meselesinin çözümünde de işlevsel görülebilir. Zannıma göre, bu hadisten yola çıkarak, ‘çevresel faktör’lerin insan ‘kimliği’ üzerindeki etkilerine dair bir takım neticelere ulaşmak mümkündür. Bunların bazılarını şöyle sıralayabiliriz: hadiste, insanların ‘kimlik’ tercihinde ailenin ‘belirleyici’ bir rolü olduğuna dair bir tespit yapıldığı iddia edilebilir ancak bu çıkarımın doğruluğu test edilmelidir. Dinin daha ‘kesin’ ilkeleri bize şunu söylemektedir ki ‘din’ seçimi iradîdir (yani ‘öznel’dir). Eğer öyle olmasaydı, Ahiret’te her bir insanın hesabı tek başına vereceği ifade edilmezdi. Hesabın tek başına verilecek olması, bütün diğer faktörlerin (buna ebeveyn etkisi de dâhil) etki düzeyinin ‘sınırlı’ olduğu anlamına gelir. Bir aile, çocuğuna, küçük yaşlarından itibaren belirli itiyatlar kazandırabilir ki bunların tümünü ‘alışkanlık’ başlığı altında toplamak mümkündür. Ergenlikten sonra bu alışkanlıkların kişi üzerindeki etkisinin devam etmesi de mümkündür. Fakat açık ve seçik olarak biliyoruz ki insan akıl-baliğ olduktan sonra (yani ‘kişiliği’ oluştuktan sonra) alışkanlıkların onun üzerindeki etkisini azaltabilir, hatta iradî tercihleriyle başka ve çok farklı alışkanlıklar kazanabilir. Dolayısıyla, bu hadisi eğer sahih kabul edecek olursak, sözün
zahirinden çıkan mânânın geçerliliğini ancak ergenlik çağına kadar olan süre ile sınırlamamız gerekir. Çünkü bu dönemde çocuğun davranışları büyük ölçüde ‘çevresel’ faktörlerin etkisi altındadır. Bu böyle olduğu için de insanlar, çocuklukta yaptıkları ameller/davranışlar yüzünden, ahirette hesaba çekilmezler. Aynı konuda tersinden bir örnek vermek de mümkündür: Firavunvârî düzenlerin hâkim olduğu zamanlarda (yani taşların bağlandığı, köpeklerin salındığı ortamlarda) insanların amellerinden dolayı sorumlu tutulmayacakları söylenebilir mi? Bu soruya, ilahiyatın açık ilkeleri temelinde olumlu cevap vermek mümkün değildir. Zira şartlar ne kadar ağır olursa olsun, insanın her şart ve durumda yapacağı bir şey mutlaka vardır! Öyle olmasa, bu türden toplumlara peygamber göndermenin de bir anlamı olmazdı! Çünkü şartlar, insanların ‘değişmesi’ ihtimalini tümden ortadan kaldırıyorsa, peygamberin gelip de insanlara: “bana tabi olun” şeklinde bir çağrıda bulunması abesle iştigal olur. Peygamber, değişme ihtimali/şansı varsa, gönderilir. Tarih boyunca farklı insan topluluklarına daimi surette peygamberler gönderildiğine göre, buradan (ilahiyat alanı dışında beşerî/sosyal bilimler önermesi olarak) çıkacak sonuçlardan biri de, çevresel faktörlerin insan kimliğini ‘belirleyici’ bir etkisinin olmadığı, olamayacağıdır. Bu hususu, Ali Şeriati’nin ‘dört zindan’ kavramsallaştırması ölçeğinde tartışmak da mümkündür. Hatırlanacağı üzere Şeriati, doğa, toplum, tarih ve nefs faktörlerini insanın ‘zindanlar’ı olarak tanımlamakta ve bunlardan çıkışın ‘din’ ile mümkün olabileceğini söylemektedir. Esasen, bu analizde, ‘zindan’ olarak tanımlanan şeyleri, ‘çevresel faktörler’ olarak tanımlamak, ‘din’ faktörünü de insanın ‘iradî tercih’i olarak ifade etmek mümkündür. İnsan, rengini, ırkını, ailesini, yaşadığı çağı vs seçemeyeceğine göre, bu hususlarda irade-dışı bir ‘etkilenme’ olduğu açıktır. Fakat siyah derili bir kişi de Müslüman olabilmekte, sarı derili bir kişi de Müslüman olabilmektedir. Bunu sağlayan ‘din’dir. Aynı şekilde, bir kişi Türk, Arap, Fars, İngiliz, Fransız, Alman vs olabilir; tarihin herhangi bir döneminde bu toplumların bir üyesi olarak dünyaya gelebilir. Fakat 7. yüzyılda Arap toplumunun bir üyesi olarak Müslüman olmak da mümkündür, 21. yüzyılda İngiliz, Amerikan, Latin, Japon vs toplumun bir üyesi olarak Müslüman olmak da mümkün dür. Buradan çıkacak netice de şu olur: insan ‘kimliği’ni belirleyen şey, ne biyolojik özellikler, ne üyesi olunan toplum, ne tarihsel dönem ne de bir başka şeydir. Kimliğin belirleyeni din dir, ideolojidir, inanç sistemidir! Yani insan davranışlarına şekil veren, ‘doğru’ olduğu yö nünde kalbî tasdikin bulunduğu şeylerdir. Bu,bâtıl inançlar dahi olabilir! Fakat tabiidir ki, bâtıl inancın insan eylemlerini yönlendirebil me becerisi, ‘hakikat’in davranışları etkileme düzeyine çıkamaz. Bu nedenledir ki müşrikler atalarını hayırla anıp yüceltirler, fakat ayet Müslümanlara: “Allah’ı, onların atalarını anışı gibi anın, hatta ondan daha da fazla anın” hi-
tabında bulunmaktadır. Çünkü şirk koşan birinin putuna olan inancı onu belirli türde bir ibadî eylemliliğe yöneltebilir; fakat bu eylemliliğin, Allah’a inanan bir kişinin eylemliliğinden fazla olması mümkün değildir, olmamalıdır. Çünkü mü’min, Allah’ın hakk/gerçek olduğuna inanır. Bunun davranışa dönüşmüş şeklinin, eylemliliğin en yüksek düzeyini temsil etmesi, kural gereğidir. Aksi oluyorsa, imanda yahut inanma süreçlerinde bir sorun olduğuna hükmetmek lazımdır!
Kimliğin belirleyeni olarak ‘özne’nin iradî tercihlerine odaklanmak, aynı zamanda, çağdaş dönemde ‘giydirilmiş kimlikler’ olarak tanımlanan (ve bir bakıma Şeriati’nin ‘zindan’larına benzeyen) suni prangaları kırmayı da mümkün kılmaktadır. İnsanı ‘birey’, ‘işçi’ yahut ‘vatandaş’ kavramları temelinde tanımlayan modern ideolojilere itiraz edebilmek, ancak ‘özne’yi odağa yerleştirmek suretiyle mümkün olabilir. Bu noktada ‘ulusal kimlik’i bir örnek olarak ele alabiliriz. Çağdaş dönemde modern-ulus devletlerin ‘vatandaş’ı olmayan insan nerede ise kalmamıştır denilebilir. Yani ‘ulusal kimlik’ modern insanın bir vazgeçilmezi haline gelmiş, getirilmiştir. Peki, insan teki, yani ‘özne’, bu kimliği aşıp kendisini bir başka meşruiyet zemininde tarif edemez mi? Burada bir ‘üst kimlik/alt kimlik’ tartışmasına girişmek gerekiyor. Milliyetçiliği ‘üst kimlik’ olarak görenler için bu soruya olumlu cevapvermek tabii ki mümkün değildir. Hatta kendisini ‘milliyetçi’ olarak tanımlamayan ve fakat modern ulus-devletlerin içerisinde ‘vatandaş’ statüsünde yaşayan pek çok insan için de durum çok farklı değildir. Bu ülkelerin insanları “her şey vatan için” anlayışını sorgulanamaz bir ilke olarak kabul etmişler (yahut bu inanç onlara, ‘sosyalizasyon’ süreçleri marifetiyle bu şekilde kabul ettirilmiştir). Ancak hatırlanacak olursa, ‘ulus-devlet’ modern döneme özgü bir kurumdur. Bu şu demektir: modern ulus-devlet öncesinde de ‘siyasal meşruiyet’ alanları vardır ve insan toplulukları, kendi ‘kimlik’lerini tanımlarken (‘vatandaş’ kavramına değil) başka meşruiyet zeminlerine dayanmaktadırlar. Örneğin, Müslümanlar, ‘birliğin’ meşru temelini ‘ümmet’ kavramına (en azından teoride) dayandırmışlardır ve burada insan modeli ‘kul’ yahut ‘mü’min’dir. Başka bir deyişle, ‘vatandaş olmak’ modern döneme özgü bir üst kimlik iken, modernlik-öncesi dönemde, coğrafyasına göre farklılık göstermek üzere, ‘kul’ olmak veya ‘tebaa’ (yahut ‘serf’ vs) olmak üst kimliktir. Başka bir deyişle, ‘vatandaşlık’ çağdaş dönemde insanoğluna zorla giydirilmiş bir kimliktir. İdeolojik bir zemine dayanmaktadır ve muhtevası da ‘ulus-devlet’ pratiğini meşrulaştıracak bir şekilde tanımlanmıştır. Küreselleşme olgusunun yaygınlaşması ve bir takım ‘pakt’ların kurulmasıyla birlikte bu kavramsallaştırmanın meşruluğunun tartışılıyor olmasa da bunun göstergesidir. O halde bu örnek üzerinden şu neticeye varılabilir: problem, “kim olduğumuz” noktasındaki bir takım önermelerin ‘üst kimlik’ olarak kabulünden kaynaklanmaktadır. Çözüm de, üst-kimliğin belirleyeni olara ‘iradî tercihleri’ benimsemektir. Bir insan, her hangi bir ülkede doğabilir, fakat kendi iradî tercihiyle bir başka ülkenin vatandaşı/üyesi olabilir. Bu mümkünse, bir ulusa mensup olmayı ‘üst kimliğin’ belirleyeni kabul etmek de doğru görülmemelidir.
İşte ‘Müslümanın kimliği’ meselesine bu zaviyeden bakmak gerekiyor. Bu noktada evvela şu hususa işaret edilmelidir ki, bu genel girizgâh çerçevesinde düşünüldüğünde, hâlihazırda Müslüman dünyasında yaşıyor olmayı ‘Müslüman olmak’la ilişkilendiren yaklaşım doğru değildir. Çünkü Müslümanlık, doğumla kazanılan bir özellik değildir. Müslümanlık, kelimenin tam anlamıyla bir ‘kimlik’ meselesidir ve iradî tercihe bağlıdır. Bunun için kabaca, ‘sorgulama’ ve ‘kabul’ süreçlerinden geçmek gerekir.
İlki, Gazzali’nin de sıklıkla işaret ettiği gibi, önce ‘şüphe’ etmeyi, sonra ciddi araştırmalar yapıp sahih bilgi edinmeyi; ikincisi ise, kalp ve aklın birlikte çalıştığı ‘selîm’ bir tefekkür vetiresinden geçmeyi gerektirir. ‘İman’ bu süreçlerin sonunda oluşmalıdır. Onu, anne-babanın kazandırdığı bir ‘alışkanlık’ olarak görmek mümkün değildir. Yani ‘taklid’ ile de iman sahibi olunamaz. Ayrıca imanın ‘kişiliğe’ dönüşmesi için testlerden geçmesi lazımdır. İnsanlar “inandık demekle bırakılmazlar.” Bu iddiaları sorgulanmalıdır. Öyle ki, inanmışların lideri konumunda kişi (yani peygamber) dahi yeri gelir “Allah’ın yardımı ne zaman?” diyecek kadar zorluklarla imtihan edilir. Kısacası, bir kişinin ‘kimlik’ sahibi olduğunu iddia edebilmek için, önce ‘bilmesi’, sonra da onunla uyumlu ‘pratikler’ göstermesi gerekir. Bunların içerisinde öncelikli ve daha önemli olanı, elbette ki ‘bilgi’ alanıdır. Her enformasyon bilinç üretemediği için, burada ‘bilgi’ (yahut ‘ilim’) kavramını özel anlamıyla kullandığımız bilinmelidir. Bilgi, bilinç üreten şeydir. Bilinç ise tabiri caizse otomatik olarak amel üretir. Müslüman dünyasının genel görünümüne bu zaviyeden baktığımızda, ‘Müslüman kimliği’ne özgü pratiklerin zayıf olduğu neticesine rahatlıkla ulaşabiliriz. Bu da bizi, bu dünyada ‘bilinç zaafı’ olduğu neticesine götürür. Bilinç zaafı ise, tabiatıyla ve esas itibarıyla‘bilgi eksikliği’nden kaynaklanır.
Özetle söyleyecek olursak, bugünün Müslüman Dünyası’nda genel kitle açısından sağlam bir ‘Müslüman kimlik’ten bahsetmek zordur. İnsanlar ‘Müslüman’ olduklarını söylemekte, fakat Müslümanlığın ne olduğunu bilmemektedirler. Bunu tümden cahillik olarak anlamamak gerekir. Burada genel mânâda ‘bilinçlilik’ halinin olmadığını söylemeye çalışıyorum. Bu dünyanın içerisinde sağlam ‘Müslüman kimliğe’ sahip insanlar yok mu? Elbette ki var. Bunların tipolojisi analiz edildiğinde görülen şey de yukarıda yapmış olduğumuz değerlendirmeyi doğrulamaktadır. Bunlar, İslam’ı görece daha iyi bilen kişilerdir. Yani İslam bilgisi ne kadar artarsa, ‘kimlik’ şekillenmesi de o oranda sağlam olmaktadır. O halde yapılacak şey bellidir: en genel mânâda, Müslüman dünyasında yaşayan kitlelerin bilgi düzeyini artırmak. Bu nasıl olur? Burada yine Ali Şeriati’nin başka bir analizini hatırlayabiliriz: Şeriati, Biz ve İkbal adlı kitabında, üç ayağa/unsura dayalı bir ‘kimlik’ tanımı yapmakta ve Müslüman dünyasında yaşayan insanların bu ayakların her birine eşit derecede ve doğru bir şekilde dayanmaları durumunda bu dünya insanı için sahici bir ‘kimlik’in ortaya konulabileceğini söylemektedir. Buna göre, Müslüman dünyasında yaşayan insanlar şu üç özelliği üzerlerinde taşımalıdırlar, 1) Müslüman olmak, 2) Doğulu olmak, 3) Üçüncü Dünyalı olmak. Bu dünyanın insanları bu özellikleri kabul ettikleri takdirde, çağdaş dönemde sömürgeye/Batı’ya karşı sahici bir mücadele verebilirler.Dikkat edilirse burada, ‘Müslümanlık’ ilk sırada zikredilmektedir. Çünkü bu faktör, ‘iradî’ tercihi yansıtır. Fakat ‘Doğulu’ olmak ve ‘Üçüncü Dünyalı’ olmak için ne demeli? Bunlar ‘çevre’ faktörü olarak görülemezler mi? Kanaatime
göre Şeriati, aslında bu iki ayağı da ‘ideolojik’ içerikli olarak tanımlamaktadır. Zira ‘Doğulu’ olmayı izah ettiği bölümde, temelde Batı’nın ‘maddiyatçı’ vasfına eleştiriler yöneltmektedir ki bunun karşısına yerleştirmiş olduğu ‘maneviyatçılığın’ da düşünce/inançla ilgili bir tercih
olduğu açıktır. Üçüncü ayağa gelince, Şeriati ‘konum’la ilgili bir tespit yapmakta ve ‘Müslüman’ ve ‘Doğulu’ olan bir kişinin, aynı zaman da, hangi çağda yaşadığını ve hangi ‘iktidar ilişkileri’ bağlamında konumlandığını bilmesi gerektiğini söylemektedir. Yani ona göre, doğulu bir Müslüman, (tabii ki Şeriati’nin yaşadığ dönemde ve büyük ölçüde bizim yaşadığımız bu çağda) Üçüncü Dünya’nın bir mensubu olduğunu bilmeli, kendi başka dünyaların (örneğin Birinci Dünya olarak lanse edilen Batı Dünyası’nın) bir üyesiymiş gibi hissederek ‘müstağrip’ pozisyonuna düşmemelidir. Bu, aynı zamanda, doğulu Müslüman’a yapılmış “sorumluluğunu takın ve sömürüye karşı dur” çağrısıdır. Şeriati’ye göre, çağdaş dönemde yaşayan bir Müslümanın ‘kimliği’ni bu vasıflar belirlemelidir. Bendeniz Şeriati’nin ‘kimlik’ tarifi noktasındaki bu analizine esas itibarıyla katılıyorum. Fakat daha çok birinci unsur üzerinde durulması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü ‘Müslüman olmak’, kimliğin belirleyenidir ve bu noktadaki zaaflar ‘bilinç’ durumunu doğrudan etkiler. Yani “ben kimim?” sorusuna “Müslümanım” şeklinde verilecek cevapta mümkün olduğunca az kusur olmalıdır. Buradaki her kusurun pratiğe olumsuz yansıması olacağını unutmamamız gerekiyor. ‘Müslüman olmak’ ne demektir? Bu, bence, aslında bir ‘varoluş’ meselesidir. Yani “olmak ya da olmamak” meselesidir. ‘Müslüman’ (yahut ‘mü’min’), İslam’ın ‘insan modeli’dir ve en iyi şekilde, peygamberimizin (yahut diğer peygamberlerin) şahıslarında tecessüm etmiştir.
Ve bu, esasında bir ‘inanç meselesi’ de değildir. Yani öyle inanırsan öyle olan bir şey değildir. İnsanlar inansın ya da inanmasın, ‘model insan’ Müslüman’dır. Bu, tıpkı birileri Cennet veya Cehennem’e (yahut bizzat Allah’a) inanmıyor diye Cennet veya Cehennem’in (yahut bizzat Allah’ın) var olmadığı anlamına gelmemesine benzer. O şey vardır ve orada durmaktadır. Sizin gözünüz kapalıysa veya siz bilinçli olarak gözlerini kapatıyor ve o yüzden o şeyi görmüyorsanız, o şey yok değildir, olacak da değildir. Dolayısıyla, gerçek bir ‘varoluş’ için, “nasıl Müslüman olunur?” sorusunun cevabını iyi bilmek gerekir. Ve bu, cevabı öyle kolay verilecek sorulardan biri de değildir. “Son nefesinde kelime-i şehadet getirirsin, Cennet’e gidersin” ucuzluğuyla hareket edildiğinde işte bu sorunun cevabını bulmak iyice zorlaşır. Bu soruya sahici cevap verebilmek için, samimiyet gerekir, cehd gerekir, cihad gerekir! O yüzdendir ki ‘Müslüman’ olmak esasen ‘pahalı’ bir şeydir! Müslüman dünyasında işler hâlâ ‘ucuzcu’ şekilde mi yapılıyor? Bu soruya verdiğimiz cevap olumlu ise, bu dünyanın insanlarının bu soruya (genel olarak) samimi bir şekilde cevap aramıyor olduklarını da maalesef kabul etmemiz gerekiyor!
Peki, bu süreci nasıl tersine çevirebiliriz? Tabii ki çalışmayla, tabii ki ‘bilinç’ doğuracak faaliyetlerde bulunarak! Naçizane kanaatim odur ki Müslüman dünyasının bugünkü hali, genel olarak bir asır öncesinden daha iyidir. Fakat bu iyilik, “dünyayı değiştirmeye yetecek düzeyde” midir? Değildir elbette. ‘Sahici bir Müslüman kimliği’ne sahip kişiler, bu dünyanın insanlarının bilinç düzeylerini artıracak işler yaparlarsa, zamanı geldiğinde ‘dünyayı değiştirme’ amacına ulaşmayı da hak edecek noktaya gelirler.
Fakat tabii ki, burada karar/yetki Allah’ındır. O, bize diyor ki, “siz kendinizi değiştirin, gerisi benim işim.” Yani değişimin birçok yolu vardır, hangisinin bizim için uygun olduğunun kararını O verecektir. Bu, belki bir ‘devrim’le olur, belki de hiç öyle bir şeye ihtiyaç kalmaz, Yunus (as) kavminin tarzıyla olur. O’nun gücü her şeye yeter ve hikmetinden de sual olunmaz. Biz üzerimize düşeni yapalım, gerisini O’na bırakalım. Zira işini O’ndan daha iyi bilen yoktur!