Prof. Dr. Ahmet Kuru ile İslam ve Siyaset Üzerine

İslami devlet nedir? Tarihi ve dini kökenleri nereye dayanır? San Diego Eyalet Üniversitesi Siyaset Bilimi Profesörü Ahmet T. Kuru ile röportajımızda bu soruları ele aldık. Kuru, doktorasını Washington Üniversitesi’nde aldıktan sonra Columbia Üniversitesi’nde post-doktora çalışması yapmış. Halen San Diego Eyalet Üniversitesi’nde siyaset bilimi profesörü ve İslam ve Arap Kültürü Çalışmaları Merkezi’nin başkanı. Kuru’nun İslam ve siyaset konusunda ödüllü ve birçok dile çevrilmiş kitapları bulunmakta. 2009 yılında yazdığı kitabı Türkçe’ye Pasif ve Dışlayıcı Laiklik: ABD, Fransa ve Türkiye başlığıyla tercüme edildi. Daha sonra Alfred Stepan ile derlediği Türkiye’de Demokrasi, İslam ve Laiklik de Türkçe’ye çevrildi. Yeni kitabı Islam, Authoritarianism, and Underdevelopment: A Global and Historical Comparison (İslam, Otoriterlik ve Geri Kalmışlık: Küresel ve Tarihi Bir Karşılaştırma) (Cambridge Üniversitesi Yayınları, 2019) bir düzineye yakın dile çevrilmiş olsa da henüz Türkçesi yok.

Devlet konusu her toplumun ilgisini çekmiş ve tarih boyunca da tartışıla gelmiş bir konudur. Hocam, sizinle bu konuyu biraz daha daraltarak, Müslümanlar özelinde ‘İslam Devleti’ söylemi ve günümüz siyasal sürecinde tartışılan laiklik ve demokrasi konusu hakkında konuşmak istiyorum.

Bir kavramı konuşurken veya tartışırken, bu kavramın tarihsel sürecine bakılmasında fayda olduğu kanaatindeyim. Bu şekilde bizden yıllar önce tartışılıp bitirilmiş meselelerle tekrardan boğuşulmamış olunur ve ayrıca tartışmanın zemini daha rahat tespit edilecektir. İslam Devleti kavramını konuşacağımız zaman, ilk olarak Kur’an’ın bu konuda bizlere ne söylediğine ve Peygamberin sünnetinin bu konuda bize nasıl bir yön tayin ettiğine bakarak başlayabiliriz. Kur’an’ın ve peygamberin sünnetinin İslam Devleti söylemi ile ilişkisi nedir sizce?

Öncelikle röportaj için teşekkürler. İslam Devleti, herkesin incelemesi, hakkında bir fikir edinmesi gereken bir kavram. Çünkü günümüzde ateistler, Hindular, Hristiyanlar, hepsi Müslümanlarla ve özellikle de dinini yaşamak isteyen -dini vecibelerini yerine getiren- Müslümanlarla muhatap oluyorlar. O yüzden herkesin kafasında İslam’la ilgili fikirler var. Bunun farkında olsunlar olmasınlar, dile getirsinler getirmesinler ve bu noktada ilginç bir şekilde çok yaygın klişeler, ezberler var. Ben İslam, Otoriterlik ve Geri Kalmışlık: Tarihi ve Küresel Bir Karşılaştırma adlı yeni kitabımda birçok klişeyi masaya yatırmaya çalıştım. En önemlilerinden bir tanesi; İslam’da din ve devlet ayrımı yoktur söylemi.

Bu yanlış söyleme göre İslam bir din olarak belirli bir devlet modelini dayatır. İlginç bir şekilde bu söylem sadece İslamcı dediğimiz bazı Müslümanlarda değil, aynı zamanda İslam düşmanı diyebileceğimiz Oryantalist veya özcü diye de lakaplandırılan çok geniş bir kesimde hem akademik hem de günlük hayatta çok yaygın. Hâlbuki benim hem sosyal bilimci olarak araştırmalarımda ortaya çıkan, hem de bir Müslüman olarak Kur’an’dan ve Peygamber’in hayatından, İslam tarihinden anladığım, İslam’ın siyasi bir projesi olmadığıdır.

İslam dininin siyaset ile ilişkisi ihtiyaçlar, şartlar, mecburiyetler karşısında ve bir doğallık içerisinde akıp gelmiştir. Dahası, yeni kitabımda açıklamaya çalıştığım gibi, sekiz ile on birinci asırlar arasındaki İslam dinini temsil eden, günümüz terminolojisi ile Sünni ve Şii dediğimiz ulema, devletle aralarına mesafe koymuşlardır. O gün devlet kelimesi kullanılmıyorsa da, Sultan kelimesi, Halife kelimesi yani kamusal otorite, vergiyi alan, askerlere emir veren, istediğini öldüren veya mahkemeye çıkartan otoriteyle aralarına mesafe koymuşlardır. Bu hem Ebu Hanife, İmam Malik, Ahmed bin Hanbel, İmam Şafiî gibi Sünni, hem de Cafer-i Sadık gibi Şii ulema arasında yaygındır ve birçok anekdota konu olmuştur.

Mesela ilk Sünni mezhebinin kurucusu kabul edilen Ebu Hanife de Abbasi halifesinin kadılık teklifini reddettiği için hapiste öldürüldü. Ebu Hanife’nin talebelerinden İmam Yusuf ise kadı olmayı kabul ettiği için günümüze kadar bir eleştiri konusu oldu. Zira ulemanın devletle arasına mesafe koyma prensibini çiğnedi. Bu anekdotların yanı sıra da elimizde rakamsal veriler var. Mesela 1970’te çıkan bir makaleye göre Bağdat’la Kahire arasında 800’le 1050 yılları arasında yaşamış 3900 âlimden sadece yüzde 9’u kadılık gibi resmi görevleri kabul etmiş, yüzde 91’i ise reddetmiş ve ticaret, hamallık, berberlik gibi bir sürü meslekle uğraşmışlardır. Tarihteki bu din-devlet ayrımı pratiğinin yanı sıra, Kur’an ve hadislere de baktığımızda, devlete ilişkin bir vurgu olmadığını görmekteyiz. O zaman nasıl oluyor da günümüzde İslam devleti denilen şeyin İslam dininin bir vecibesi olduğu iddia edilebiliyor?

Bunun iki kaynağı var: Bir kaynağı, Batı’daki Oryantalistlerin devamlı bu söylemi paylaşmalarıdır. Ancak Batı’daki oryantalistleri de tek başına suçlamak anlamsız, çünkü onlar İslam dünyasından gördükleri bir egemen fikri ifade ediyorlar. Peki, bu fikir nasıl egemen olmuş? Kitabımda anlattığım gibi on birinci yüzyıl büyük bir kırılma noktası. On birinci yüzyıl öncesi Müslüman toplumlarında din ile devlet ayrımı varken, bilim, sanat, ekonomide büyük üretim ve yaratıcılık ortaya koyuyorlar. On birinci asır sonrasında değişik ekonomik, siyasi, askeri kriz ve transformasyonlar sonucunda ulema, devletle arasındaki mesafeyi kaldırıyor ve tam tersine ulema ile devlet ittifak kuruyorlar. Ve bu ittifak Nizamiye medreseleri dediğimiz medreselerde kurumsallaşıyor. Günümüzde Türkiye’de Diyanet, Mısır’da El Ezher, Pakistan’da şeriat mahkemeleri, İran’da yasama, yürütme, yargıyı elinde tutan molla sınıfı. Bunların hepsi ulemanın devletleştiği, devletle beraber olduğu, ittifak kurduğu, değişik karmaşık ilişkiler içerisinde olduğu ama din-devlet ayrımını reddettiği, yaşamadığı örnekler.

Avrupa’da ise on birinci asra kadar Alman krallarının yönettiği Kutsal Roma İmparatorluğu ile Katolik Kilisesi ittifakı söz konusu. Katolik Kilisesi’nin papazları, devletin birçok bürokrasisini yönetirken, o zamanki Alman kralları da papa ve kardinallerin atamalarını yapıyorlar, en azından atamalarına karışıyorlar. On birinci asırda Papa Gregori, ‘bundan sonra papayı kardinal meclisi seçecek, krallar karışmayacak’ deyince, Alman Kralı Henri, Papa’ya savaş ilan etti ve iki taraf karşı karşıya geldi. Papa ancak Vikinglerden yardım alarak Alman kralı tarafından yok edilmekten kurtulabildi. Bu savaşlar sonucunda din ve devlet ayrımı Katolik dünyasında kurumsallaşmaya başladı. O yüzden ‘Hristiyanlıkta din-devlet ayrımı vardır, İslam’da yoktur.’ anlayışı tamamen yanlıştır. Hristiyanlıkta din-devlet ayrımı duruma göre değişen bir olgudur. On beşinci asır sonrası Reform hareketi akabinde ortaya çıkan Protestan kiliseleri de birçoğu itibariyle devletle ittifak içinde olmuşlardı.

Din-devlet ayrımı Katolik ve Protestan dünyada çok uzun ve kompleks bir sürecin sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu ayrımın en derin olduğu Amerika’da bile günümüzde Evanjelik kiliseler devletle beraber politik ajanda gütme hevesindeler. O yüzden Donald Trump’a destek veriyorlar.

İslamiyet’e dönersek, öncelikle Kur’an da devletle ilgili bulunabilen tek ifade ‘ulu’l emr’i minkum’ yani içinizden emir sahiplerine, otorite sahiplerine itaat edin ifadesidir. Bu ifadeyi Maverdi hilafet kavramı için kullanmış, İbn-i Teymiyye ise Siyaset-i Şer’i kitabında bunun ulema ve umera’ya (yani devlet yöneticilerine) itaat anlamına geldiğini iddia etmiştir. Hâlbuki ayette ne devlet geçiyor ne de ulema.

Dahası, bu konuda bir hadis bulunmadığı için de hadis uydurmuşlardır. On birinci asırdan günümüze bu konuda meşhur bir uydurma hadis şudur: ‘Din ve devlet kardeştir. Din temeldir, devlet koruyucu. Temeli olmayan çöker, koruyucusu olmayan yok olur.’ Gerçekte bu bir Sasani kralının -Hz. Peygamber’den 300 yıl önce yaşamış olan Kral Ardeşir’in- oğluna vasiyetnamesinden alınmıştır. Sonradan hadis diye uydurulmuştur.

Kısacası on birinci asırdan sonra ulema ile devlet ittifakı ortaya çıkmıştır. Bu ittifak Selçuklular’da ortaya çıkmış, Osmanlılar’da iyice sistemli hale gelmiştir.

Peki, madem din-devlet ittifakı temelsiz bir söylem, birçok Müslüman ve özellikle de ulema bunu neden tekrarlıyor? Çünkü güçlü olmak, devletli olmak hoşlarına gidiyor. Din burada güç için bir araç haline geliyor.

O zaman peki, Hz. Muhammed’in, Hz. İsa’dan hiç mi farkı yok? Tabiî ki var: savaşmış ordusu var, kamusal parası var. Ama bunlar, bugün anladığımız mânâda kurumsal bir devlet değil. Çünkü mesela Hz. Peygamber Mekke’de, Medine’de herkesi kişisel olarak tanıyordu. Vatandaşlık bağıyla bağlı, soyut olarak kendisine biat etmiş, elli milyon, yüz milyonluk bir toplumu yönetmiyordu. Onun yönettiği kitle; kendisinin elini sıkan, biat eden, kişisel olarak tanıştığı insanlardı. O yüzden de bürokrasisi yoktu, bir kurumsal yapı yoktu. O yüzden buna bir devlet denilemez.

Ayrıca otoritesi kişisel, karizmatik ve Allah’dan gelen vahiy üzerine. Kendisinden sonra gelen dört halife de vahiy alan kişiyle şahsi temasları olan kişiler olarak tanımlanabilirler. Yani onlar da istisna liderler idi. Hz. Ali’den sonra hem dinî hem dünyevi otorite kabul edilen bir lider kalmamıştır. Zaten Emevi hanedanının da dinî bir iddiası pek yoktu. Çünkü Peygamberin damadına karşı savaşarak, torunlarını öldürerek başa geçmişlerdi. Emevi halifeleri sultan idiler. İki yıl halifelik yapan Ömer bin Abdülaziz dışında hiçbirinin dinî meşruiyeti yoktu. Sonra gelen Abbasilerin de çok fazla dinî bir iddiası olmamıştır. Bu nedenle İslam dininin teorisi ulemaya dayanır. İçtihatlarına referans verilen bir Emevi veya Abbasi halifesi yoktur. Dinen de takva olarak da sadece Ömer bin Abdülaziz bilinir.

Son olarak da şunu vurgulayayım:  Bazıları diyorlar ki İslam Devleti kavramı tamamen modern bir olgudur. Ben bu konuda aslında iki tarafa da hak veriyorum. Bir açıdan İslam Devleti kavramı, son yüzyılda Hasan el-Benna, Mevdudi, Seyyid Kutup, Humeyni gibi ideologların fikirleri etrafında şekillendi. Onların fikirleri ‘İslam ed-din ved-devle’ yani İslam hem dindir, hem devlettir iddiasını taşıyordu. Hasan el-Benna’nın bu fikri, Humeyni tarafından İran’da mücessem hale geldi. Bu İslamcıların savundukları sistem, kitabımda anlattığım ulema-devlet ittifakından çok daha totaliter, dinin her şeyi kapsamasını isteyen bir düzen. O yüzden modern bir tarafı var. Ama diğer yandan İslam devleti kavramının bin yıllık bir geçmişi var. On birinci asırda başlayan bu geçmişi bilmeden, İslamcılık sadece son yüzyılda zuhur etmiştir iddiası yanlış olur. Eğer İslam devleti fikri sadece son yüzyılın ürünü olsaydı Müslüman toplumların çoğunda bu kadar derin bir toplumsal destek bulması zor olurdu. Tarihi kökenleri güçlü olduğu için destek buluyor.

Kur’an’dan veya Peygamber aleyhisselamın Sünnetinden doğrudan bir devlet nizamı alınamayacağından bahsettiniz. Burada şunu sormak isterim: peygamberin Medine topraklarında oluşturduğu topluluk ile başlayan ve dört halife ile devam eden süreçte devlet nizamına doğru bir geçiş görünmekte. Burada peygamber ve ashabın, vahiyle bir devlet nizamından ziyade, Müslüman birey inşası ve bu bireylerden oluşan bir topluluğun oluşumu söz konusu gibi. Vahiyle inşa edilen bu hayatta bir şeyin dinî ve la-dinî ayrımı yok gibi, siz ne dersiniz bu konuda?

Hem evet hem hayır. Hayır, çünkü o dönemde kurumsallaşmış bir devlet yapısı yok. Hz. Muhammed’in devlet yöneticisi vasfı ile peygamber vasfını ayırt etmek çok zor. Çünkü ortada bir devlet yok.

Mesela Hz. Ömer için konuşacak olursak, Mısır’dan İran’a kadar olan çok büyük bir coğrafyada gerçekleşen bir hâkimiyet ve idare söz konusu. Vali ataması, kadı atamaları, bürokratik işlemlerin yapılması ve kararların alınması gibi. Biraz daha bugünkü anlamıyla devlet dediğimiz bir mekanizmanın var olduğunu söyleyemez miyiz?

Evet, dediğiniz doğru. Hz. Peygamber zamanında belli bir devlet yok ama siyasi gücü kullandığı, liderliği kullandığı dönemi var. Kendisi bu ayrımı kabul ediyor mu etmiyor mu? Ediyor. Mesela Bedir Savaşı’nda Hz. Peygamber, Bedir kuyularından önce farklı bir yer seçmişti. Sahabeden biri geldi ve dedi ki; ‘Bu senin kararın mı Allah’tan gelen vahiy mi?’ Peygamber; ‘Bu benim kararım,’ dedi. O zaman sahabe; ‘Burası iyi bir yer değil, Bedir kuyularını seçelim.’ dedi. Şimdi bu örnekte Peygamber, vahiy alan ve onu insanlara tebliğ eden peygamber vasfı ile kendi stratejik kararlarını alan askeri lideri ayırmış ve demiş ki burada bana vahiy gelmedi, bu benim kendi fikrim. O zaman sahabe diyor ki burası iyi değil, Bedir kuyularına gidelim, Peygamber de kabul ediyor.

Başka bir örnek de en meşhur hadislerden biridir, hurma ağaçlarının aşılanması meselesi. Orada da diyor ki bu yaptığınız aşılamanın faydalı olacağını düşünmüyorum. Sonra ağaçların bir kısmını aşısız bırakıyorlar. Daha sonra aşılama yapılan ağaçlardan daha çok hurma geliyor. Aşılama yapılmayandan daha az verim alınıyor. Gelip de bu durumu Peygamber’e söylüyorlar. Demek ki o zaman gelip peygambere hiç çekinmeden, korkmadan söyleyebiliyorlarmış. ‘Siz bize dediniz ki aşılama yaptığınızda çok faydalı olmayacak, yapmadık, yapsak daha iyi olacakmış.’ diyorlar. Peygamber de ‘Siz dünya işlerinizi daha iyi bilirsiniz.’ diyor. Demek burada da bir ayrım yapmakta: Hurmalar ile ilgili olan kendi fikrim, demek ki yanlışmış benim fikrim. Ama ben size din ile ilgili bir şey dediğimde, namaz, oruç, zekât vs onun yanlışı olmaz, onu yapmanız lazım. Çünkü Allah’tan gelen bir mesajı iletiyorum ben size.

Siyaset konusunda önemli bir nokta da şu ki ölürken yerine siyasi bir lider bırakmadı. Bu husus zaten 1925 yılında Mısır’da hilafetin esasen dini bir kurum olmadığına dair kitap yazdığı için El-Ezher uleması tarafından diploması iptal edilip işsiz bırakılan Ali Abdurrâzık’ın kitabındaki en önemli delillerden biridir. Abdurrâzık şöyle der: Eğer Hz. Peygamber’in herhangi bir siyasi mesajı olsaydı, ölüm döşeğinde yerine bir lider bırakırdı.

Zaten siyasi tarih okuyan birisi dünya siyasi tarihinde şunu çok net görür: Siyaset kirli bir şeydir. Savaşlarda insan öldürürsün, zulüm olur. Oyunlar oynanır. Güç ele geçirilir. Din eğer temiz bir şey olarak kalacaksa bundan uzak olacak. Bu çok net. Müslümanlar, din ve devleti ayırmamakta ısrar etmenin ahlâki sorunlarını görmeliler. Zaten bu yüzden de şu anki Müslüman toplumların birçoğunda ahlâk problemi var.

Cevabı şöyle bitireyim. Sizin sorduğunuz dört halife zamanında da devlet, yönetici vasfı ile dini liderlik vasfı konusunda belirli bir ayrım gözlenebilir. Mesela Hz. Ömer’e, -fetihlerden sonra- Irak topraklarının dağıtılmasıyla ilgili taleplerle gelenler, Kur’an’dan delil getirerek; savaş gelirinin beşte birinin ganimet olarak dağıtılmasını istediler. Hz. Ömer ganimeti dağıtmayarak ayeti uygulamadı. Birçokları bu kararı dinî bir karar olarak yorumlamaya çalışıyor ancak bu, siyasi bir karardır. Zaten sonraki İslam hukukçuları şunu kabul etmiştir: Devlet yöneticisinin kararları, kitabi İslam hukukundan farklı olabilir. İdareci belirli cezaları uygulamayabilir, siyaseten karar verebilir. O zaman nasıl dinle devlet ayrılmıyor? Fıkıh bile bir ayrımı kabul etmiş oluyor.

Zaten Humeyni bile İran-Irak savaşında dedi ki; İran İslam devletinin menfaatleri İslam’ın menfaatidir ve İran İslam devleti siyaset gereği namaz kılmayı, oruç tutmayı bile kaldırabilir. Yani en İslamcı Humeyni bile aslında siyasetin kendisinin bir doğası olduğunu ve bunun gerektiğinde dinî iptal ettiğini kabul etmiş, iddia etmiştir.

Tarihi olarak baktığımızda Sünniler ile Şiiler arasındaki temel ayrım; Şiilerin, Hz. Peygamberden sonra kutsal imamların siyasi liderliğinin devam etmesi gerektiğini iddia etmeleriydi. Sünniler bunu reddettiler. Ama zamanla Sünniler, Şii teoriyi kabul etmeye yöneldiler. Ebubekir, Ömer, Osman, Ali’yi kutsamaya başladılar. Böylelikle ne oldu? Bu dört halifenin aldığı siyasi kararlar dinî olarak kutsanmaya başlandı.

Mesela Hz. Ebubekir, kendisine vergi vermeyen kabilelere savaş ilan etti. Hz. Ömer dedi ki böyle yapamazsın. La ilahe illallah, Muhammed’un Rasulullah diyen biriyle savaşamazsın. Ebu Bekir, orada aslında siyasi bir karar aldı. İnsanlara gidip dedi ki; geceleyin bu kabileler size saldırsa ben sizi koruyamam. Mekke’nin surları, duvarları, kalesi yoktu. Ve Ebubekir dedi ki; ya biz bu kabileleri zapturapt altına alacağız ya da bizim bu anarşide güvenliğimiz sağlanamaz. Bu, siyasi bir karardı. Günümüzde Ebu Bekir’in kararı dinen kutsanıyor, Allah’ın hikmetine uygundur deniyor. Nereden biliyorsunuz? Vahiy yok, bunu bilmeniz mümkün değil. Bu siyasi bir karardır.

Başka bir örnek de şu: Muhalifler Hz. Osman’a geldiler, görevi bırak dediler. Hz. Osman’ın on iki yıllık hilafeti var, ilk altı yıl sorunlu değil, ikinci altı yıl çok sorunlu. Atadığı genel sekreter Mervan. Hz. Osman bu talebi reddetti ve ‘Bana Peygamber dedi ki ‘Ya Osman! Allah sana bir gömlek giydirecek, insanlar çıkar diyecek. Sen çıkarma.’ dedi. Osman’ın bu yaklaşımı çok yanlıştı. O, Allah tarafından seçilmiş bir peygamber değildi. İnsanlar tarafından seçilmiş bir halifeydi. İnsanlar bırakmasını istiyorlarsa hilafeti bırakmalıydı. Görüldüğü gibi din ile devleti ayırmazsak sorunları çözmemiz mümkün olmuyor. Hz. Osman’ın görevi bırakmaması doğru muydu? Yanlıştı. Bunu demediğiniz müddetçe de Müslümanların siyasi aklı bir adım ileri gitmez.

İslam siyaset düşüncesi içerisinde çıkmış olan halifelik ve şûra sistemini siyaset felsefesi bağlamında nasıl değerlendiriyorsunuz?

Şûra, çok güzel ve önemli bir şey. İslam’ın emrettiği, önemli ve herkesin dikkate alması gereken bir kavram. Kur’an-ı Kerim’de iki ayette geçmektedir. Onlar, aralarındaki işlerini istişâre ederek yürütürler (Şûrâ-38) diyerek sahabeyi övüyor ve diğer bir ayette de Peygamber’e bizzat emrediyor: ‘Onlarla istişare yap!’ (Âl-i ʿİmrân 159). Günümüzdeki demokrasiye, çoğulcu, katılımcı siyaset anlayışı için ilham veren, önünü açan bir emir bu Kur’an-ı Kerim’de.

Ama öte yandan halifelik kavramı böyle değil. Çünkü halifelik on birinci asır ve sonrasındaki bir proje. Kur’an-ı Kerim’de siyasi lider anlamında halife yok. Sadece Âdem’in yeryüzünde Allah’ın halifesi olması gibi temsil anlamında insanoğluna verilmiş bir vasıf hilafet. Hz. Peygamber öldükten sonra bu kavram kullanılmaya başlandı. Allah’ın yeryüzündeki gölgesi demektense, Allah’ın temsilcisi demektense, Peygamberin halifesi denmiş. ‘Emir el-mü’minin’ de demişler Ömer’e. Sonrasında Emeviler ve ardından Abbasiler kendilerine halife demiş. Ama dediğim gibi bunu kimsenin dinen ciddiye aldığı yok. O halifeler sultan, kral gibi yöneticilerdi.

On birinci asırda Abbasi Halifesi Kadir bakıyor ki kendisi Abbasi hilafeti adına siyasi ve askeri bütün gücünü kaybetmiş, Büveyhoğulları (Şii), Bağdat’ı Irak ve İran’ın birçoğunu kontrol altına almışlar. Karmatiler Arap yarımadasında, Şii Hamdaniler Suriye’de egemen olmuşlar. Şii Fatımiler Kuzey Afrika, Mısır merkezli alternatif hilafet iddia ediyorlar. Abbasilerin siyasi gücü kaybetmenin yanı sıra dini gücü de kaybetmesi söz konusu. Zaten İsmaililer var Irak’ta. Ve bu durumda Kadir bir akide ilan ediyor. Hem o zamanki Hanefi, Hanbeli, Maliki, Şafiî grupları bir Sünnilik altında toplamak istiyor. Ve bunlara düşmanlar öneriyor ki kendi aralarında birlik olsunlar. Hem halk, hem ulema, hem devlet yöneticilerinden Hanefi, Hanbeli, Maliki, Şafiî olanları birliğe çağırıyor. Kime karşı? Üç düşmana karşı: Hazreti Ayşe’yi eleştiren Şiiler, Kur’an mahlûktur diyen Mu’tezile ve dini vecibelerini yapmayan, beş vakit namaz kılmayanlar. Bu üç gurup kafirdir ve biz bunlara karşı İslam’ı savunmalıyız diyor Abbasi halifesi Kadir.

Bu daveti kendinden sonra halife olan oğlu Kaim devam ettiriyor. Kadir ve Kaim 70 yıl hilafet yapmışlar. Onuncu yüzyıl ortasından on birinci yüzyılın ortasına kadar. Bu iki halifeye ilk desteği siyaseten veren Gazneli Mahmud. Ondan sonra da Selçuklular tam destek vermiş. Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey Bağdat’a girerek Şii hakimiyetini sonlandırıyor. Ve bunun akabinde ulema-devlet ittifakı Sünni ortodoksluğu üzerinden kuruluyor. Abbasi halifesi de kendisine yeni bir konum elde ediyor.

Bu yeni konumun teorisini ise Maverdi yazmıştır. Maverdi o zamanki Bağdat’ta Şafii bir kadı. Kaim’in babası Kadir, kendisinden bir kitap yazarak Abbasi hilafetinin konumunu güçlendirmesini istiyor. Maverdi de meşhur kitabı Ahkâm-ı Sultaniyye’yi yazıyor. Halifelik konusunda yazılmış ilk kitap. Madem halifelik bu kadar önemliydi, neden Müslümanlar on birinci asra kadar bir kitap yazmadılar? Kısacası hilafet politik bir kurumdur, dinî bir vecibe değildir. Maverdi’nin anlatımında halife erkek olacak, Kureyş kabilesinden olacak, ya seçimle ya başka bir tarz güçle başa geçecek ve ölene kadar makamda kalacak. Ve bu halife bütün diğer sultanların, valilerin, kadıların ve hatta nikâhların meşruiyetini sağlayacak. Maverdi’ye göre bir halife yoksa karı-koca nikâhının bile meşruiyeti yoktur.

Yarım asır sonra Gazzâli El iktisat fil itikat kitabının son üçte birinde Maverdi’in hilafet görüşlerini belirli oranda tekrar etmiştir. İki yüzyıl sonra ise İbn Teymiyye, hilafetten çok ulema-devlet ittifakını vurgulamıştır. Zira o dönemde Moğollar Bağdat’ı yıkarak Abbasi hilafetini sona erdirmişlerdi. İbn Teymiyye de Siyaset-i Şer-i kitabında diyor ki; Müslümanların itaat etmesi gereken; ulema ile devlet adamlarıdır.

Modern döneme bakacak olursak: Seyyid Bey, 1923’te Türkiye Büyük Millet Meclisi hilafeti ilga etmeden önce meşhur bir konuşma yapıp milletvekillerini bu konuda ikna ediyor. Kendisi hem ulemadan, hem de o dönemin Adalet Bakanı. Seyyid Bey’den bir yıl sonra da Mısırlı Ali Abdurrâzık benzer fikirlerle, hilafetin esasen dini bir şey olmayıp siyasi ve tarihi bir kurum olduğuna dair Arapça bir kitap neşrediyor ve o günden bugüne de pek teorik bir kitap ne lehte ne de aleyhte yazılmış değil.

Zaten hilafet düşüncesinin pratik bir karşılığı da yok. Çünkü şu an elli tane Müslüman çoğunluklu devlet var. Hepsinin sınırları belli, bütçeleri, askeri güçleri belli. Bu devletlerin yöneticilerinin güçlerini bir halifeye aktarmaları söz konusu olamaz. Benim şahsi fikrimi sorarsanız, Müslümanlar arasında Avrupa Birliği gibi bir birliktelik olsa, siyasi, ekonomik, sportif yardımlaşma olsa güzel olur. Yardımlaşma her zaman iyidir. Ama Kureyş kabilesinden bir halife seçilecek, 1.5 milyar insanın dinî ve siyasi lideri olacak düşüncesi anlamsız. Bunun hiçbir mantıki karşılığı yok.

Hocam bir yazınızda Müslümanların devlet tecrübelerinin bozulmasının ulemanın rant sağlama çabaları ile başladığını ifade etmiştiniz. Yukarıda da bu hususa değindiniz. Özel olarak tekrar belirtmek gerekirse, ulemanın rantlaşması meselesinde ranttan kastınız nedir?

Burada önemli soru paranın kaynağının ne olduğu. Kaynak ya üretimdir, ya ranttır. Üretimden kasıt insanların emeği ile ortaya koyduğu şey. Kur’an’ın ‘ve-en leyse lil-insani illa ma seʿa’ demesi gibi. Bunun alternatifi de ranttır. Benim bahçemde petrol çıkar, ben onu satarım. Bir şey üretmem.  O petrolün çıkarılmasına bile elimi sürmem. Altın vardır, gümüş vardır, miras vardır. Ranttır bunlar. Suudi Arabistan’da, İran’da binlerce ruhban sınıfı mensubu ulema bulunmakta. Bunların parası nereden geliyor? Petrolden geliyor. Petrol bittiği anda ve petrolün yerine yeni bir enerji kaynağı bulunduğunda, İran’daki ve Suudi Arabistan’daki binlerce din adamı, vaiz, müezzin, imam nereden geçinecekler? Bunların ekonomik olarak ürettiği bir şey yok.

Eskiden nasıldı? Eskiden Ebu Hanife bir ipek tüccarı idi. Ahmed bin Hanbel tekstil sektöründe çalışıyordu. Hamallık yapan vardı, berberlik yapan vardı. Değişik üretim alanlarında çalışıp aynı zamanda ilimle uğraşan insanlar vardı. Günümüzde ise ulemanın ekserisinin devlet rantından geçiniyor olması bir sorundur. Bu şekilde geçinen ulema, devlet yöneticilerine karşı ahlâki ve eleştirel bir duruş sergileyemez.

Burada biraz da günümüze yaklaşacak olursak. Devletin işleyişinde laikliğin konumu ve durumu meselesi var. Sizin laiklik meselesini biraz daha farklı değerlendirdiğinizi görüyorum. Siz laikliği nasıl tanımlıyorsunuz?

Doktora tezim ve ilk kitabım laiklik üzerineydi. Türkçeye de çevrildi; Pasif ve Dışlayıcı Laiklik: Amerika, Fransa, Türkiye. Kitabım iki tip laikliği kavramlaştırıyor: pasif ve dışlayıcı laiklik. Pasif laiklik Amerika’da hâkim olan Hollanda gibi başka ülkelerde de etkisi olan, devletin kamusal alanda hem seküler hem de dinî sembol ve yaşam tarzlarına imkân sunduğu bir laiklik. Bu laiklik dayatmacı değil. Bu laiklik dışlayıcı değil. Ama Fransa’da ve Türkiye’de son on yıla kadar hâkim olan laiklik dışlayıcı laiklik. Bunun amacı kamusal alandan dinî öğeleri, dinî yaşam tarzını dışlamak. Ve bunun en bilinen örneği başörtüsü yasağı.

Başörtüsü yasağı Fransa’da sadece devlet liselerinde çıkarıldı. Üniversitelerde yasak konmadı. Son zamanlarda biraz daha bunu okul velilerine kadar genişletme çabası var. Fransa’da anlaşılmaz bir başörtüsü saplantısı var. Aslında bunun arkasında siyasi gerekçeler var. Çünkü hem solcu laikçiler hem de sağcı İslam düşmanları ittifak ediyorlar bu yasak üzerinde. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, İslam bir krizdedir diye laiklik üzerine bir konuşma yaptıktan sonra Fransız televizyonu 24 benimle röportaj yaptı. Bunu takdir ettim. Çünkü kendi kanallarında kendi cumhurbaşkanlarını benim eleştirmeme olanak sundular.

Fransız dışlayıcı laikliği on yıl öncesine kadar Türkiye için bir model idi.  Bu laiklik tipinin problemi kendisini bizzat bir alternatif ideoloji, alternatif din olarak sunması ve bir hayat tarzı dayatması. Hâlbuki laiklik, devletin nötr ve tarafsız olmasına dayalı bir prensip olarak anlaşılmalı ki Amerika’da öyle anlaşılır.

Hocam son olarak demokrasi meselesi hakkında sorsam size. Müslüman toplumlarda demokrasiye bir destek gözlemlemek mümkün. Bu destek demokrasinin gerçekten anlaşıldığını gösterir mi yoksa sadece Müslüman coğrafyadaki otoriter yöneticilerden bir kaçış olarak okunabilir mi?

Bu sorunuzu, geçen yıl vefat eden Sünni âlim Yusuf el-Karadavi bağlamında incelemiştim. Karadavi hakkında iki kitabı analiz ederken, bu kitapların Karadavi’yi demokrasi kahramanı gibi tanımladıklarını gördüm ve makalemde bunu eleştirdim. Zira Karadavi, meseleyi derinlemesine bir demokrasi olarak değil de Mısır’daki ordu, Tunus’taki Ben Ali gibi diktatör rejimlerin devrilmesi olarak algılamıştı. Bu kötü bir şey değil ama dar bir demokrasi anlayışı.

Diktatörlükler yıkılsın mı? Evet, yıkılsın. Peki, ardından ne inşa edeceğiz? Yeni rejim seçimle gelsin. Hiç yoktan iyidir. Peki, yeter mi? Yetmiyor. Çünkü seçimin yanı sıra temel hak ve hürriyetlerin garanti altına alınması lazım. Fikir özgürlüğü, din özgürlüğü, toplanma hürriyeti, hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığının olması lazım. Bu noktada Karadavi ve İhvan-ı Müslimin yetersiz kaldı. Mesela Karadavi, El-Cezire’deki meşhur konuşmalarından birinde dedi ki ‘Mürtedin katli vaciptir, mürted katledilmezse İslam dini ayakta kalmaz.’ Ben de eleştirimde dedim ki bunu diyen biri demokrat olamaz. Çünkü mürted katlinin kabul edildiği bir ülkede seçim de olsa demokrasi olmaz. Çünkü biri ben artık Müslüman değilim derse ve toplum onu öldürmeye kalkarsa böyle bir ülkede ne fikir özgürlüğü olur, ne din özgürlüğü olur, ne de demokrasi olur.

Güzel sohbetiniz için teşekkür ederim hocam.

Bunları da sevebilirsiniz